Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 12:57 pm

    TAKRIZLER:

    Osmanlı alimlerinden ve devlet adamlarından Ahmed Cevdet
    Paşanın lutf ederek yazdı.ı takriz:
    Latîf, kıymetli eserlerin yazıldığı Sultân Abdülhamîd hânın gönülleri
    cezb eden feyzli devrinde, yeni yazılan eserlere katılan bu eser, ilmleri
    ve fenleri birbirinden ayırmak ve kısmlarını göstermek, müellişerinin ismlerini
    bildirmek husûsunda, geçmişde yazılan eserlere güzel bir ilâvedir.
    Meâdin-i hey’et-i fenniyyesi başkâtibi Tâhir efendi ile Serkiz efendinin birlikde
    (Mahzen-ul-ulum) adıyla bir kitâb yazmaya teşebbüs etdiklerine dâir
    matbu’ ve uzun bir yazı ve kitâbın bir bölümü dikkatle okundu. Parçadan
    bütüne istidlâl ile takdîre şâyan görüldü ve beğenildi. Çünki, dahâ önce
    bu konuda (Mevduat-ul-ulum) ve (Keşf-uz-zunun) gibi ilmlerin ve fenlerin
    mevzû’ları ve ismlerine dâir kitâblar yazılmış ise de, sonra bu sâhalar
    terk olundu. Nice zemândan beri gelip geçen müellişerin terceme-i hâlleri
    meçhûl kalmış idi. Böyle bir zemânda müellişerin kısaca hayâtları ve
    eserleri, yukarıda adı geçen kitâbların muhtevâsı ile birleşdirilerek hepsinin,
    bu (Mahzen-ul-ulum) kitâbında toplanacağı, onlarda bulunmayan
    bilgiler de ilâve edileceği için, ulûm-i islâmiyyeyi [islâmî ilmleri] kendisinde
    toplayan çok fâideli bir eser olacağı anlaşıldı. Eser temâmlanıp önceki
    kitâblarla karşılaşdırıldığında, üstünlük derecesi anlaşılacak ve “Öncekiler
    sonrakilere ne kadar çok şeyler bırakmış” denilecekdir. Allahü teâlâ
    bu eseri temâmlamayı nasîb eylesin! Bu düâ, kendisine düâ etmemiz üzerimize
    lâzım olan pâdişâhımıza tekrâr düâ etmeye vesîle oldu.
    Hakîm ve kadîr olan Rabbinin lütuşarına muhtâç;
    Ahmed Cevdet.
    _________
    Alim ve fadıllardan Gelenbevizade muhterem Hayrullah Efendinin
    ihsan buyurdukları takrizleri:
    Âlimlerin asrlardan beri, dünyâ kütübhânelerini süsleyen pekçok
    eserlerinden, ilmlere ve fenlere dâir bilgilerden bahs eden ve (Mahzenul-
    ulum) adı verilen bu kitâbın, pâdişâhımızın terakkîyi teşvîk eden himâyelerinde
    yazılması teşekkürü mûcibdir.
    Bu kitâbın ilm ve ma’rifet sâhiblerine, araşdırma yapanlara, talebelere
    büyük fâideler sağlayacağı akl sâhiblerince gâyet açıkdır.
    Kitâblarla alâkalı ilmlerin ehemmiyyetini herkesden evvel takdîr
    eden islâm âlimleri tarafından, vaktiyle bu sâhada ba’zı kıymetli eserler yazı
    lmışdı. Ancak, bu eserlerin tertîblerindeki fâide sınırlı kalmışdır. Ayrıca
    o zemândan şimdiye kadar yazılan kitâbların o eserlerde yer almadığı meydândadı
    r. Bu bakımdan bu kitâb, o husûsdaki eksikliği gidereceğinden,
    müellişerinin ortaya koydukları bu hizmetleri gerçekden takdîre lâyıkdır.
    Gelenbevizade.
    Saltanat-ı seniyyenin eski mensublarından, fazilet ve kemal sahibi
    Kastamonu ve Trablusgarb vilayetleri kapı kethudası se’adetli ‹brahim
    Raşid Efendi hazretlerinin belagatlı kaleminden cıkan takrizi:
    (Mahzen-ul-ulum) ismindeki bu kitâb, takrîz ve takdîre, hazîne-i hümâyûnda
    ve erbâb-ı fünûn nezdinde kütübhânelerin süsü kabûl edilmeye
    lâyıkdır. Böyle olduğu, okuyarak istifâde edecek olan akl ve anlayı
    ş sâhibleri için âşikârdır.
    Mukaddimesinde bildirildiği üzere müellişer, bu kıymetli kitâbı,
    böyle güzel bir şeklde yazmakla, geçmişde ve günümüzdeki ilm ve
    ma’rifet ehlinin fâideli eserlerini herkese tanıtmışlardır. ‹lm ehline göre, bu
    eseri, lâyık olduğu şeklde medh etmek mümkin değildir.
    Kullarına çok ihsânda bulunan Rabbinin lütuşarına en çok muhtâc
    olan;
    İbrahim Raşid bin Nu’man.
    _________
    Osmanlı devlet adamlarının meşhurlarından, şura-yı devlet-i bidayet
    mahkemesi reisi Sa’id Be. efendi hazretlerinin lutfetdikleri kıymetli
    takriz:
    Zâhirî ve bâtınî bütün terakkî vâsıtalarını feyzli himâyelerinde bulunduran
    pâdişâhımız efendimiz hazretlerinin me’ârif asrı olan devrlerinde,
    böyle bir (Mahzen-ul-ulum) neşr olunması teşekkürlere lâyıkdır.
    ‹lmlerin ve ma’rifetlerin kısmlarını ve bunların kollarına âid kitâbları
    derli toplu olarak araşdırma erbâbına takdîm eden böyle bir eserin kıymeti
    anlatılamaz.
    Batıda bu sâhada yazılan kitâblar, her zemân âlimlerin ve dâhîlerin
    el kitâbıdır.
    Ma’rifet feyzini şarkdan almış olan garblıların, bu sâhadaki eserlerine
    benzeyen yeni eserlerin bizde çıkmamış olması hiç hoş olmayan bir
    gecikmedir.
    Öncekilerin bu sâhada yazdıkları ba’zı eserleri mevcûd ise de, onlar
    zemânımızda unutulmuşdur.
    Kitâblardan ve müellişerden bahs eden bu kitâb, ilm ve ma’rifetler
    hazînesi olduğundan, ona (Mahzen-ul-ulum) ismi verilmesi son derece
    uygundur.
    Böyle fâideli bir eseri yazmak himmetinde bulunan, Tâhir ve Serkiz
    efendilerin gayretleri, ayrıca takdîre şâyândır.
    Bu kitâbın her sahîfesi umûmî ve husûsî bilgiler için bir aynadır. Öyle
    bir ayna ki küçük büyük herşeyi göstermekdedir.
    – 6 –
    Müşkillerin hazînelerini açan, zorlukların karanlığını aydınlatan akl
    ve zekâ ziyâsı var olsun.
    Allahü teâlâ, pâdişâhımızın himâyesinde müellîşerini mükâfâta nâil
    eylesin diye düâ etmek, her kadîrşinâs insâf ehlinin vazîfesidir.
    fii’r:
    Lâyık-ı vasf ve senâ bir eser oldu zâhir,
    Yazdılar himmet ve ikdâm ile Serkiz, Tâhir.
    Kulların en âcizi;
    Sa’id.
    _________
    Osmanlı ediblerinin buyuklerinden, meclis-i nafia başkatibi,
    Ceride-i bahriyye baş muharriri, muhterem Hamid Vehbi be.efendinin
    i’cazlı kaleminden cıkan, secilmiş hediyyesi olan takriz:
    Vaktiyle garbın ilmî terakkîlerine gıbta nazarıyla bakarak üzülenler,
    hâlen peşipeşine yazılan eşsiz eserlerimizi görüp sevindikce, şevke geliyorlar.
    Bu durum, asrımızdaki büyük ilerlemenin hâlen sâhib olduğu derecenin,
    gelecekde batılıların gözlerini kamaşdıracağını göstermekdedir.
    Meselâ, memleketimizin fâdıllarının baştâcı merhûm Kâtib Çelebî
    (Keşf-uz-zunun) adındaki çok kıymetli eseriyle, şarkın kütübhânelerini
    süslemişdir. Diğer ba’zı müellişer de bu sâhada birkaç eser yazmışlardı
    r. Ancak, günümüz batı fenleri arasında “bibliyoğrafî” denilen ve husûsî
    bir ehemmiyyet taşıyan bu geniş ilmin, günden güne i’tibârının artması,
    bu konudaki noksanımızı idrâk eden ve hakîkati görenler yanında
    ciddî bir gıbda hissi doğurmakda idi.
    Son olarak, inceleme ve araşdırma ehlinin başında gelen iki mahâretli
    ve gayretli zât, bu noksanımızı gidermeye önem vererek (Mahzenul-
    ulum) adıyla hakîkaten ilmler hazînesi denmeye lâyık, güzel bir eser
    yazmışlardır. Bütün Osmânlı me’arîf ehli tarafından, gerçekden beğenilmeye
    mazhâr oldular.
    Gayretleri bol, sa’yleri meşkûr olsun.
    Yalnız şarkın değil, garbın bile kütübhânelerini tanıtacak olan bu kıymetli
    eser, her yönden seçkin kimselerin teşekkürlerine lâyıkdır.
    fii’r:
    Gelin ikdâm-ı Serkiz ve Tâhir,
    ‹tdi bir mahzen-i ulûm inşâ.
    Oldu el-Hak mecâmi-ül-efdâl,
    Dense ess-ül-esâs-ı ilm becâ.
    [Bakınız! Serkiz ile Tâhir “Mahzen-ül-ulûm” kitâbını yazdı. Gerçekden
    bu kitâb fazîletlerin toplandığı bir kitâb oldu. Buna ilmin temelinin temeli
    adı verilse yerindedir.]
    Kulların en aşağısı;
    Hamid Vehbi.
    _________
    Osmanlı ediblerinin buyuklerinden Muallim Naci efendinin ihsan
    buyurdukları kıymetli takrizleri:
    (Mahzen-ul-ulum) müellişeri Efendiler hazerâtına:
    Efendiler hazerâtı:
    (Mahzen-ul-ulum) adıyla yazdığınız büyük eser, insanlık âlemini
    minnetdâr edecek fâideli eserlerdendir. Tebriklerimi arz etmekle berâber,
    âcizâne bana düşen teşekkürü takdîm ile iftihâr ederim.
    Bu eser, muhterem nâmınızın devâmı için kâfîdir. Hattâ zemân
    geçdikce ehemmiyyeti artacakdır. Bugün meselâ (Katib Celebi) adını bütün
    dünyâ hürmetle yâd ediyor. Muhtemeldir ki, Osmânlı âlimlerinin dâhîlerinden
    olan o büyük zâtın sâhib olduğu yüksek meziyyet, yaşadığı devrde
    şimdiki kadar takdîr edilmemişdir.
    (Mahzen-ul-ulum)un tertîbinde ne kadar zahmet çekmiş olduğunuz,
    az bir düşünmeyle anlaşılıyor. Bu kitâbdan büyük bir kolaylıkla istifâde
    edecek olanlar, size nasıl teşekkür etmesinler.
    Osmânlı cem’iyyetinin, belki diğer bütün milletlerin, ma’nen muhtâc
    oldukları bir hizmeti, böyle mükemmel bir şeklde yerine getirmekle,
    aramızda mümtâz olarak, bütün Osmânlıların iftihâr vesîlesi oldunuz ve
    kendinizi de pâdişâhın yüksek iltifâtlarına lâyık eylediniz.
    Muallim Naci.
    _________
    Osmanlı alim ve muderrislerinin buyuklerinden Amasyalı katibzade
    el-Hac Mustafa Rif’at Efendi merhumun vefatından evvel hediye
    eyledi.i takriz:
    ‹lm ve ma’rifete çok kıymet veren pâdişâhımızın himâyesinde, bu
    def’a tertîb edilen ve yazılan (Mahzen-ul-ulum) adındaki kitâb, ilm ve kemâl
    erbâbı ile, ilme hevesli olanlar için bir kitâblar aynasıdır. Bu aynadan
    ülemâ zümresinin kalblerinin mahbûbu olan ilmî kitâblar, iştiyâkla bakan
    gözlere görünerek, bundan hâsıl olacak fâide ve güzelliklerin yüksek
    derecesini anlatmak mümkin değildir.
    Hele (Mahzen-ul-ulum) kitâbının yazılışı ve tertîbi, esere ayrı bir güzellik
    vermekdedir. Tâhir ve Serkiz efendilerin vatana hizmet yolunda böyle
    fâideli bir eser için yapdıkları çalışma her bakımdan takdîr ve teşekküre
    lâyıkdır. Katibzade Mustafa Rif’at.
    _________
    Amasya eşrafından ve muderrisin-i kiramından Kengaravi faziletli
    Hace Salih Sabri Efendi hazretlerinin yuksek takrizi:
    Pâdişâhımızın ilm ve ma’rifet devri olan zemânında (Mahzen-ululum)
    adlı kitâbın yazılmasının ve tertîbinin gâyesi; ülemâ-i kirâmın ve fâdı
    lların çeşidli ilmlere âid yazdıkları kitâblara dâir kısa ve fâideli bilgiler vermekdedir.
    Bu eser, umûmî bir fihriste olan ihtiyâcı karşılayan yeni eserlerden
    sayılmakdadır. Böyle mükemmel ve güzel bir sûretle tertîb edilen
    bir eserin neşr edilmesi teşekkürü mûcibdir. Bu kitâbı yazan ve tertîb eden
    me’ârif erbâbından Tâhir ve Serkiz efendilerin bu konuda sarf etdikleri himmet
    ve gayret takdîre şa’yândır.
    El-Fakir Salih Sabri.


    En son Admin tarafından Çarş. Nis. 28, 2010 1:49 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 1:04 pm

    MAHZEN-UL-ULUM
    Bismillâhirrahmânirrahîm.
    Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn. Vessalâtü vesselâmü alâ resûlinâ
    Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecma’în.
    Yerin ve göklerin yaratıcısı olan Allahü teâlâ, hikmet ve kerâmetler
    sâhibi, övgüye lâyık, müstesnâ sultân, saltanât tahtının süsü, güç ve kudret
    sâhibi halîfe Sultân ibn-üs-sultân Sultân Gâzî Abdülhamîd Hân-ı Sânî
    efendimiz hazretlerine ilâ âhir-i deverân kuvvet ve şânla saltanât tahtı
    nı süslemeyi, nasîb buyursun. Âmîn.
    Fazîlet ve kemâl erbâbının ma’lûmu olduğu üzere, ilmler ve ma’rifetler
    naklî ve aklî olarak, iki yoldan akan hâlis ve berrak bir ilm ve ma’rifet
    suyudur. Dünyâ ve âhıret se’âdetinin gülistânı, işte bu ilm ve ma’rifet
    suyu ile gelişir ve tâze kalır.
    ilmler ve ma’rifetler, her şahs, her millet ve her kavm için se’âdet
    ve kurtuluş vesîlesi olur. Âlemin nizâmının devâmı ve insanoğlunun intizâmı
    nın bekâsı, ilmin kâidelerine uymakla hâsıl olur. Herşeyde fâideyi elde
    etmek, zararı uzaklaşdırmak, ilm ve ma’rifetle mümkin olur. Akl aynası
    nın cilâsı, ilm ve ma’rifet, insanın şeref ve meziyyeti fazîletdir. Ahlâkı güzelleşdirmek
    ve iyi terbiye, ancak ilm ve ma’rifet ile elde edilir. insanoğ-
    lunun aklları hayrete düşüren bunca buluşları da, ilm ve ma’rifet sebebiyledir.
    Hülâsâ, ilmlerin ve ma’rifetlerin fazîletini anlatmak husûsunda, insanı
    n dili ve kalemi âcizdir.
    ilmlerin ve ma’rifetlerin uzun zemân zabt edilmesine ve korunması
    na ve her asrda umûma yayılmasına hizmet eden en mühim vâsıtalardan
    birincisinin, yazılan kitâblar olduğu meydândadır. Binüçyüz bu kadar
    seneden beri ilm ve fazîlet ehli tarafından, ilm ve fenlere dâir tertîb ve
    te’lîf buyurulan kitâblar, gökdeki yıldızlar gibi sayısızdır.
    Her asrda ve zemânda, âlimlerin dünyâ kütübhânelerine yâdigâr bı-
    rakdığı kitâbların ismlerini, mertebelerini, müellişerinin ism ve künyelerini,
    memleketlerini, vefât târîhlerini, hayâtlarını bilmek, âlimler için tabi’î
    bir arzûdur. Bunun gibi bir ilmi öğrenmek ve o ilmde ihtisâs sâhibi olmak
    isteyenlerin, o ilmle alâkalı te’lîf edilen eserlerden haberdâr olmaları lâzı
    mdır. Ayrıca bir ilme dâir kitâb yazmak istenince, o ilmle alâkalı eserlere
    vâkıf olmanın da, yazılacak kitâbın her bakımdan mükemmel olması
    nı sağlayacağı açıkdır.
    Hâl böyle iken, bunca senelerden beri, islâm memleketlerinde, ilm
    ve fazîlet ehlinin yazdığı ilmî eserlerin temâmını mütâle’a etmek şöyle dur sun, sâdece bir ilm dalıyla alâkalı olarak yazılan eserleri tedkîke bile insanı
    n ömrü kâfi gelmez. Belki sâdece bir ilm dalında yazılan eserlerin çokluğ
    u, insanın ömrü ile aslâ kıyâs kabûl etmeyecek derecede büyük bir nisbetsizlik
    içinde olduğu iddia edilse, mubâleğa edilmiş olmaz. Bundan dolayı
    yazılmış olan kitâbların, ismleri ile, bu kitâblar hakkında ma’lûmâtı içine
    alan, kitâb fihristlerinin lüzûmu, vaktiyle âlimler tarafından düşünülmüş
    ve takdîr edilmiş ve bu mevzû’da çeşidli ve mu’teber fihristler yazılmışdı
    r. Ancak o fihristlerin yazılış şekli ve tertîbi husûsî olup, herkes istifâde
    edememekdedir.
    Ayrıca o fihristlerin yazıldığı devrlerden bu zemâna kadar geçen bir
    iki asr içinde ve bilhâssa ilm asrı olan Pâdişâhımızın (Abdülhamîd Hân-
    ı Sânînin) zemânında, gerek saltanât merkezinde ve gerek taşrada yazılmı
    ş olan eserler, o fihristlerin dışında kalmışdır. Bu durum göz önünde bulundurulunca,
    geçmişde yazılan fihristlerin kâfî gelmediği dahâ açık bir
    şeklde ortaya çıkar.
    Yazılan eserler üzerinde bilgi sâhibi olmak husûsu, bir müddetden
    beri Avrupada gâyet mühim ve üzerinde durulan bir ilm hâlini almışdır. Bibliyoğ
    rafi adıyla husûsî bir yer kazanmış; bu ilmin ehemmiyyeti dahâ çok
    takdîr edilmeğe başlanıp, bu husûsda birçok kitâblar yazılmış ve neşr edilmişdir.
    Hülâsâ, yazılan kitâblardan bahs eden kitâb fihristlerinin fâideleri ve
    güzellikleri âşikârdır. Bu sebeble sırf vatana âcizâne bir hizmetde bulunmak
    arzûsu ile ve velîni’metimiz, şevketli pâdişâhımız hazretlerinin, ilmin
    ve ma’rifetin ilerlemesi husûsunda, yüksek yardımları ve devâmlı teşvikleri,
    bu umûmî fihristin hâzırlanmasında şevke ve gayrete sebeb oldu. Allahü
    teâlânın yardımıyla temâmlanıp, (Mahzen-ul-ulum) ismi verildi. Bu
    eserin başlıca kaynakları; (Miftah-us-se’ade), (Keşf-uz-zunun) ve diğer
    çeşidli mu’teber kitâblar, saltanat merkezi istanbulda ile Mısır ve Beyrût
    gibi büyük yerlerde bulunan meşhûr kütübhânelerdeki fihristlerdir.
    Bu kitâbı yazmaya başlamadan önce, tertîbinin aşağıda belirtilen
    esâslara göre yapılması düşünüldü:
    a– Kitâbların ismleri yazılmadan evvel, ilm ve fenlere dâir bölümlerin
    yazılmasında, ilmlerin ve fenlerin aralarındaki münâsebetin gözetilmesi.
    b– Eserin tertîbini güzelleştireceği için, kitâbların ismleri kısmında
    her kitâbın alâkalı olduğu ilme âid bölümde gösterilmesi, kitâblar ve
    müellişerin ismleri hakkında kısa ve fâideli bilgiler verilmesi.
    c– Bir kitâbın hangi ilmden bahsetdiğine dâir bilgileri kolayca elde
    etmeği sağlayacağı için, kitâbların harf sırasına göre tertîb edilmesi.
    d– Her asırdaki ilmî gelişmelerin seviyesini kolaylıkla tesbît etme-
    ği sağlayacağı için, kitâbların târîh sırasına göre tertîb edilmesi. e– Müellişerin ismlerinin harf sırasına göre yazılması ve her müellifin
    ismi altında çeşidli ilmlere dâir yazdığı kitâbların gösterilmesi.
    f– Fâideli olacağı düşünülerek, müellişerin hayâtları hakkında bilgi
    verilmesi.
    g– Ayrıca pekçok fâideler sağlayacağı için, istanbulda ve diğer
    önemli şehrlerdeki meşhûr kütübhânelerin yerleri, kitâb mevcûdları ve Avrupada
    kitâb ismlerine dâir yazılan kitâblardan bahs edilmesi.
    işte bunlardan dolayı bu kitâb, aşağıda yazılan altı kısm üzere tertîb
    olunmuşdur.
    Birinci kısm: ilmlere ve fenlere dâir bölümleri içine almakdadır.
    ikinci kısm: ilmlerin çeşidleri i’tibâriyle, kitâbların ismleri hakkındadı
    r. Her bir ilme dâir yazılan eserler için, ayrı ayrı bölümler yapılmışdır. Her
    kitâb, âid olduğu bölümlerde gösterilmişdir. Yazılan eserlerden bahs
    edilirken, müellişerinin ismi, künyesi, nisbetleri, doğum veyâ vefât târîhleri
    ve eserlerine âid kısa bilgiler verilmişdir.
    Ucuncu kısm: Yazılmış olan eserleri harf sırasına göre gösteren fihristlerdir.
    Dorduncu kısm: Yazılan kitâbları târîh i’tibâriyle gösteren fihristlerin
    yer aldığı kısmdır.
    Beşinci kısm: Müellişerin alfabetik ism listesi, herbir müellifin çeşidli
    ilm kollarında ne kadar eser yazdığı ve müellişerin çoğunun hayâtı
    nı bildiren kısmdır.
    Altıncı kısm: Merkez-i saltanât-ı seniyyede [istanbulda] ve diğer
    memleketlerde bulunan çoğu kütübhâneden, bu kütübhânelerdeki kitâb
    mevcûdundan ve avrupada kitâblara dâir neşr olunan eserlerden ve bu
    konu ile alâkalı diğer ba’zı fâideli bilgilerden bahs eden kısmdır.
    Dahâ önce de bahs etdiğimiz gibi, onüç asırdan beri, âlimler, fâdıllar,
    hükemâ, edîbler, târîhciler ve diğer ilm ve fen erbâbı tarafından yazı
    lan kitâblar, gökdeki yıldızlar gibi sayısız olup, haddi hesâbı yokdur. Bu
    sebeble bu kitâbda onların hepsini anlatmak mümkin değildir. Ancak okyânusdan
    bir damla misâli ve her tarafı aydınlatan güneşden bir zerre kâbilinden
    olmak üzere, âcizâne araşdırmamız derecesinde yazılan bu kitâbı
    okuyuculara arz ve takdîmle iftihâr ederiz. Böyle bir kitâbı yazmak
    haddimizin ve gücümüzün üstünde olduğu hâlde, sâdece vatana âcizâne
    bir hizmetde bulunmak için hâlisâne bir niyyet ile hâzırlandı. Böyle bir
    eserde görülecek hatâ ve noksânların, fazîlet ve irfân erbâbı katında afva
    mazhâr olacağını ümîd ederiz. Muvaffâkiyet Allahü teâlâdandır.

    Birinci Bolum
    iLMLERiN MENŞE’i [KAYNAĞI]


    Ma’lûm olduğu üzere insan, his, hareket, gıdâ ve sâir zarûrî ihtiyâcları
    bakımından, diğer hayvanlar ile müşterek olduğu hâlde, sâhib bulunduğ
    u fikr ve idrâk ile diğer hayvanlardan mümtâzdır. Bunun gibi, insanın
    dünyâya ve âhırete âid işlerinde, hem cinsi ile yardımlaşmaya ihtiyâcı olduğ
    unu bilmesi, Allahü teâlâya îmân etmesi ve Enbiyâ-ı i’zâmın [Peygamberlerin]
    Allahü teâlâdan teblîg buyurduğu emrleri ve nehyleri kabûl ve tasdîk
    etmesi, fikr nûru ile hâsıl olur.
    Hayvanların hepsi, insana o fikr cevheri sebebiyle itâ’at edip, emrine
    girer. insanoğlu bu sebeble diğer mahlûkâtın pek çoğundan üstün
    ve fazîletlidir. Buna göre, insanın fikri, ilmlerin ve san’atların menşe’i
    [kaynağı] olur.
    Fikr, öyle bir mutlak idrâkdir ki, o idrâk, ona sâhib olanın, eşyâyı his
    ve şu’ûrundan [anlamasından] ibâretdir.
    Mutlak idrâk, bütün varlıklardan, hayvanlara mahsûs bir sıfat olup,
    bu sıfat, nebâtât [bitkiler] ve cansız varlıklarda mevcûd değildir.
    Allahü teâlâ, hayvanlarda his ve idrâk için, beş adet hassâ-i zâhire
    [beş duyu organı] yaratmışdır. Fâideli şeyleri elde etmek ve zararlı şeylerden
    uzak durmak yolunu, bu hâssaların kullanılması ile ta’yîn buyurmuşdur.
    Havâss-ı zâhire [beş duyu organı], semi’ (işitmek), basar (görmek),
    şemm (koklamak), zevk (tatmak), lems (dokunmak) hâssalarından ibâretdir.
    Hiss-i semi’ (işitme duyusu) ile ses ve sedâlar işitilir. Hiss-i basar
    (görme duyusu) ile eşyâ görülür. Hiss-i şemm (koklama duyusu) ile kokular
    his edilir. Hiss-i zevk (tadma duyusu) ile yiyecek ve içeceklerin tatlı
    lığı ve acılığı gibi özellikleri bilinir. Hiss-i lems (dokunma duyusu) ile de
    eşyânın sıcaklık ve soğukluk [yumuşaklık ve sertlik] gibi hâlleri his edilir.
    insanın havâss-ı zâhiresinden [görünen his organlarından] başka dimâgı
    nda beş aded kuvve-i bâtınası [görünmiyen beş his organı] da vardı
    r. Çünki, insan kendi zâhir bedeninde yerleşdirilmiş ve mevcûd his uzvları
    yla idrâk etdiği hâlleri, bâtınî kuvvetlerine teslîm edip, bildirip, bâtınî
    idrâkleri vâsıtasıyla eşyânın hakîkatini tanıma ma’rifetini elde eder.
    Ülemâ-i muhakkıkîne [hakîkati açığa çıkaran âlimlere] ve hükemâya
    göre, insanın nefsi ve rûhu, madde olmayan ve kemâlâtı elde etmek de bedene ve bedende bulunan âlât-ı hissiyyeye [his organlarına], muhtâc
    olan rûhânî varlıkdır. [Nefs ve rûh ayrı ayrı varlıklardır. Nefs, bütün kötülüklerin
    menşe’idir.]
    Rûh fermân sâhibi bir sultân derecesinde olup, beden bu sultânın
    memleketi gibidir. Havâss-ı zâhire [görünen his organları] ise, o memleketin
    a’yân ve erkânı gibidir. Havâss-ı bâtına [görünmeyen his organları],
    o sultânın yakınları gibidir. Sultân gibi olan rûh, a’yân ve erkânı güzel
    bir şeklde kullanarak, dünyâ ve âhırete âid işlerini yürütüp, se’âdet-i
    dâreyne [dünyâ ve âhıret se’âdetine] vâsıl ve nâil olur.
    Havâss-ı bâtına hakkında, ba’zı islâm âlimleri tarafından beyân
    buyurulan ma’lûmâtın hulâsâsı şöyledir:
    Havâss-ı bâtınanın [görünmeyen his organlarının] temâmı mahrûtî
    (elips) şeklinde olan dimâgda bulunur.
    Başın uzunlamasına olan kısmında üç aded boş yer bulunur. Bu yerlere
    butûn-ı dimâg denir.
    Batn-ı evvel: Başın en üst tarafında olup, diğer bâtınların en büyü-
    ğü ve en genişidir.
    Batn-ı sani: Batn-ı evvel ile batn-ı sâlisin [birinci batn ile üçüncü batnı
    n] arasında dehlîz [iki kapı arasında olan mahâl] gibi ortadadır. Birinci
    ve üçüncü batndan dahâ dardır.
    Batn-ı salis: Başın en aşağı tarafında olup, birinci batndan dahâ küçükdür.
    Bu üç batnın herbiri de ayrıca üç tabaka olup, birinci tabakaya, “mukaddime”,
    ikinci tabakaya, “mutavassıt”, üçüncü tabakaya, “muahhar”
    denir.
    Dimâgda sıralanmış olan üç batndan herbiri, kalbden dimâga çıkan
    rûh-ı nefsânî ile dolu olup, herbirinde bir çeşid his ve idrâk bulunduğundan,
    nefsin kuvve-i müdrikesi onlarda da mevcûddur.
    Dimâgda bulunan [görünmiyen] beş kuvvetin birincisi, (hiss-i müşterek),
    ikincisi (hayâl), üçüncüsü, (kuvve-i vâhime), dördüncüsü, (kuvvei
    hâfıza), beşincisi, (kuvve-i müfekkire) [mutasarrıfa]dır.
    1– Hiss-i muşterek: Dimâgda, batn-ı evvelin önünde bulunan bir
    kuvvetdir. [Ya’nî, bu duygunun yeri beynin önündedir.] insan, beş duyu
    organlarından göz ile gördüğü eşyâyı, kulak ile işitdiği sesleri ve sözleri,
    dil ile tatdığı duyguları, burun ile kokladığı kokuları ve dokunma ile his
    ve idrâk etdiği eşyânın hâllerini bu kuvve-i hiss-i müşterek vâsıtasıyla idrâk
    eder. Zîrâ bedenin zâhirinde olan duyu organlarından her biri, sâdece
    bir duyuya mahsûs olan şeyin idrâkine vâsıta olur. Bir hâssa ile his olunan
    şey, diğer bir hâssa ile idrâk edilmez. Meselâ görme organı [göz]
    ile sâdece [görme sahâsındaki] şeyler [ziyâ yardımı ile] görüldüğü gibi, işit me kuvvetiyle [kulak ile] yalnız sesler, harşer ve kelimeler işitilir. Yoksa
    göz ile işitilecek şeyler, kulak ile de görülecek şeyler idrâk edilemez. Fekat
    batn-ı evvelin önünde bulunan kuvve-i hiss-i müşterekde bunların temâmı,
    bir ânda ve bir def’ada hâsıl olup, idrâk edilir. Havâss-ı zâhire [görünen
    his organları], sanki hiss-i müşterek denilen kuvvetin dışardaki câsûsları
    durumundadır. Bunlar hâriçden aldıkları, his edilen sûretleri hissi
    müştereke ulaşdırıp, teslîm ederler.
    2– Kuvve-i hayal: Dimâgda, batn-ı evvelin son tarafında [beynin birinci
    boşluğunda] bulunan bir kuvvetdir. Hiss-i müşterekde resm edilen
    hissî sûretleri kaydederek korur. Hiss-i müşterekin hazînesi durumundadı
    r. [Görünen] Duyu organları ile elde edilen ve zemânın geçmesiyle
    unutulan bu sûretleri insan, ihtiyâç duyduğu zemân, kuvve-i hayâl vâsı-
    tasıyla hâtırlar. [Hayâl olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi
    tanımazdı.]
    3– Kuvve-i vahime: Dimâgdaki üçüncü batnın önünde ve birinci tabakası
    nda bulunan bir kuvvetdir. Görünen his organlarıyla his edilerek bilinen
    eşyânın hâlleri, kendilerine mahsûs parçaları ve sıfatları bu kuvvet
    vâsıtasıyla idrâk edilir. Bir insanın diğer bir insandan kendine karşı muhabbet
    veyâ düşmanlık his etmesi, annenin babanın evlâdına ve evlâdın
    da anne babaya meylini ve muhabbetini idrâk etmesi, koyunun karşılaşdığı
    kurtdan kendisine düşmanlığı his ederek ondan sakınması, kuvve-i
    vâhimeye misâldir. Zîrâ, kuvve-i vâhime ile his olunanlar arasında vâki’
    olan ahvâl-i cüz’iyye idrâk olunduğundan, hayvanlarda da bu kuvvet
    vardır. Fekat insan, kuvve-i vâhime ile cüz’i ma’nâları his etdiği, anladı-
    ğı gibi, nefs-i nâtıkası ve kuvve-i akliyesi ile, küllî ma’nâları da idrâk
    eder. Meselâ mutlak düşmanlık ve muhabbet lafzlarının küllî ma’nâları-
    nı insan aklıyla bilir. Hayvanlar ise, bundan gâfil olup, belki rastladığı çeşidli
    eşyânın hâlini görerek idrâk ederler. Yoksa insan gibi küllî ma’nâları
    ve mutlak hükmleri idrâkden temâmen âcizdirler.
    4– Kuvve-i hafıza: Dimâgdaki üçüncü batnın sonunda bulunan bir
    kuvvet olup, kuvve-i vâhime ile idrâk olunan cüz’i ma’nâlar orada muhâfaza
    edilir. Kuvve-i hâfıza, vehmî sûretlerin hazînesi makâmındadır. Bu sebeble
    hâfızada resm ve nakş edilen ma’nâlar, ihtiyâc hâlinde o hazîneden
    alınarak îcâb etdiği şeklde kullanılır.
    5– Kuvve-i mufekkire [mutasarrıfa]: Dimâgın batınlarının ortasındaki
    ikinci batında bulunan bir kuvvetdir. Hiss-i müşterek ve kuvve-i
    vâhime ile idrâk olunan hissî sûretlerde ve cüz’i ma’nâlarda terkîb ve tahlîl
    sûretiyle tasarrûfda bulunur. Bu sebeble bu kuvvet dimâgda bulunan
    kuvvetlerin en üstünüdür.
    insana mahsûs hâssalardan, özelliklerden olan fikr, üç mertebe olup,
    her mertebe bir netîceyi hâsıl eder.
    Fikrin birinci mertebesi, hâricde tabi’î tertîb veyâ sonradan yapıl mış bir tertîb ile tertîb edilmiş olan işleri düşünmekdir. insan önce bu işleri
    zihnen anlar ve düşünür, sonra yapmaya başlar. Kuvve-i fikriyyenin
    bu mertebesi ekseriyâ tesavvurât, düşünceler hâlidir. insan için fâideli şeyleri
    elde etmeye ve zararlı şeyleri uzaklaşdırmaya yarayan (akl-ı temyiz)
    bundan ibâretdir.
    Fikrin ikinci mertebesi, öyle bir fikrdir ki insan, insanlarla olan
    mu’âmelesine ve işlerine âid üsûl ve âdâbı o fikr ile yürütür. Kuvve-i fikriyyenin
    bu ikinci mertebesi, ekseriyâ tasdîki hükmler olup, tecrübe yoluyla
    birer birer elde edilince, tam bir fâideye ve herkesin menfe’âtine vesîle
    olunur. Fikrin bu mertebesine (akl-ı tecribi) denir.
    Fikrin üçüncü mertebesi öyle bir fikr-i dakîkdir ki [ince bir fikrdir ki],
    bu da küllî bir matlûbu ya sırf ilmî veyâ sâdece zannî olarak ifâde etmekdir.
    Fikrin bu mertebesinin amel ile alâkası yokdur. Fikrin bu mertebesine
    (akl-ı nazari) denir. Eşyânın hakîkatleri ve hâriçde bulunan maddelerin
    hakîkatde var olduğu üzere, bunların cinslerini, fasllarını ve sebeblerini
    ifâde eden fikrî kuvvet bu üçüncü mertebe ile temâm olur. insanın
    hakîkatının ma’nâsı olan mücerred akl, nefs-i müdrîkedir.
    insan ve diğer hayvanlardan meydâna gelen işler ve eserler, kendi
    kasd ve irâdeleri ve Allahü teâlânın onlarda yaratdığı kudret ile hâsıl olur.
    Bu işlerin ba’zısı muntazam ve tertîbli, ba’zısı ise, muntazam ve tertîbli
    değildir. Muntazam ve tertîbli olan işler, özellikle insana mahsûsdur.
    Muntazam olmayan işler ise, diğer hayvanlara mahsûsdur.
    insan, aklını ve fikrini kullanarak, birşey yapmak isteyince, o şeyin
    yakın ve uzak sebeblerini, illetlerini, parçalarını ve şartlarını ve diğer
    esâslarını düşünür. Sonra o şeyin başlangıcından nihâyetine kadar îcâb
    eden sebeb ve esâslarını tertîb ve takdîr ederek, lâyık olduğu şeklde maksadı
    olan işi temâmlar.
    Her fi’lin [işin], meydâna gelmesi, o işin parçalarının ve esâslarının
    toplanıp, tertîb edilmesine bağlıdır. Bu sebeble o işin temâmlanması ve
    sona ermesi illet ve esbâbından [sebeblerinden] sonra gelir. O işin parçaları
    arasında dahî takdim ve te’hîre [öncelik ve sonralığa] riâyet lâzım
    olduğundan, önce olan sebebi sonraya bırakmak, sonra gelmesi îcâb eden
    sebebi öne almak mümkin olmaz. Bir fi’lin [işin] başlangıcı ve sebebi de
    başka bir başlangıc ile sebebe bağlıdır. Bu hâlde, birinci sebebin meydâna
    gelmesi ikinci sebebin meydâna gelmesinden sonra hâsıl olur. Aynı
    şeklde ikinci sebeb üçüncü sebebe, üçüncü sebeb dördüncü sebebe
    bağlı olur. Sebebler silsilesi iki üç mertebe veyâ dahâ çok mertebelerle
    illetlerin ve sebeblerin fikr vâsıtasıyla sonuna varılıp ve istenilen işin yapı
    lmasına teşebbüs edilir. Böylece fikrin sonu olan son sebeb ile bizzat
    işe başlanır. Sonra son sebebin sebeb olduğu ikinci sebebe ve ondan sonra
    üçüncü sebebe inilerek, işin başında düşünülen ilk sebeb ile iş son bulur.
    Meselâ bir ev yapmak istenince, o evin meydâna gelmesinin bağlı olduğu illet ve sebeblerden önce, duvarlar hâtıra gelir. Sonra duvarların temeline
    geçilerek düşünce sıralamasında o temel son illet ve sebeb olur.
    insan fikri evi yapma işine önce temelden, sonra duvardan başlar. Ondan
    sonra evin yapılması son iş olur. işte bu ma’nâ, (fi’l ve amelin evveli,
    fikrin sonudur ve fikrin evveli amelin sonudur), diye ülemâ arasında meşhûr
    olan sözün doğru ma’nâsıdır.
    insanın fi’l ve amelinin hâriçde meydâna gelmesi, birbirine bağlı olan
    illetler ve sebebler üzerinde düşünmeye bağlıdır. Düşündükden sonra o
    fi’l ve amele başlanır. Fikrin evveli amelin sonudur. Amelin evveli ise, fikrden
    sonra gelir. Bu sebeble insan rûhu, ilm ve ameli kendisinde topladı-
    ğından ve ilhâma mazhâr olduğundan, illetler ve sebebler arasında tertîbe
    ve âlemin nizâmına vâkıfdır. Bundan dolayı insanın fi’lleri ve amelleri
    muntazâm olur. Hayvanlarda his ve hareket mevcûd ise de, düşünce
    yokdur. Bu sebeble kendilerinden meydâna gelen fi’lleri ve işleri tertîb
    ve tanzîm etmediklerinden, işleri kemâl üzere olmaz. Zîrâ hayvanlar,
    sırf işitmek, görmek ve diğer hâllerde, beş duyu organını kullanmakla yalnı
    z his edilebilen şeyleri idrâk ederler. Akl ile anlaşılabilen şeyleri tanzîm
    ve tertîb etme gücüne sâhib değildirler. Bu âlemde mu’teber olan işler,
    bir nizâm içinde insanın fi’llerine tahsîs edilmişdir. Bu nizâmın dışında kalan
    işler, insanın düzenli fi’llerine bağlı olduğundan, hayvanların işleri insanları
    n işlerinin altında kalır. Bu sebeble hayvanlar, insanların hizmetine
    ve emrine verildi.
    Fikr ve düşünce, insana mahsûs bir sırr-ı Rabbânî ve nûr-i ruhânîdir.
    insan his ve hareket bakımından müşterek olduğu hayvanlardan, fikr
    ve düşünme özelliği ile ayrılır. insan, işte bu fikr ve düşünme ile, sebeb
    ve netîceler arasında bulunan irtibâta ve alâkaya vâkıf olması, temel
    prensibleri bilmesi ve anlaması nisbetinde kemâle erişir. Sebeblere vâkı
    f olmak husûsunda insanlar farklıdır. Ba’zıları birşeyin iki veyâ üç mertebe
    illet ve sebebine vâkıf olup, dahâ fazlasını anlamakdan âcizdir.
    Ba’zı kimseler de beş veyâ altı mertebe illet ve sebebe vâkıf olup, insanlığı,
    en yüksek derecede olur.
    işte yukarıda beyân olunduğu üzere insan nefsi, küllî hakîkatleri idrâk
    etmesiyle diğer hayvanlardan mümtaz olup, işlerinde tedbîr ve tesarrûfu
    ile şereşenmişdir. Fekat, insanın eşyânın hakîkatlerini bilmesi ve anlaması,
    meleklerdeki gibi doğrudan hâsıl olmadığı gibi, yine insanın aklı,
    bütün hâdiselerin hakîkatine de birdenbire ulaşamaz. Eşyânın hakîkatini
    ilm-i husûlî ile bilmek, havâss-ı zâhire ve bâtına [görünen ve görünmiyen
    his organları] vâsıtasıyla hâriçden elde edilen eşyânın sûretlerinin
    ve hâllerinin tedrîcen müşâhedesine ve düşünülmesine bağlıdır. Bu i’tibârla
    insan, dimâgın batnlarının ortasında bulunan kuvve-i müfekkiresini,
    hâriçden görüntüleri elde edilen ve bilinen eşyânın ba’zen terkîb ve tertîbi
    [sentezi], ba’zen tahlîl ve tefrîki [analizi] husûsunda kullanarak, elverişli
    olduğu ilmî kemâlâtı elde eder. Ammâ, Resûller ve Nebîler “aleyhi müsselâm” hazretleri, ilm nûrlarıyla nûrlanmış, eşyânın hakîkatlerinin
    küllî sûretleri, onların yaratılış cevherlerinde şekllenmiş ve görüntülenmişdir.
    Bu sebeble, Allahü teâlânın zât ve sıfatlarını, madde ve ma’nâ âleminde
    mevcûd olan eşyânın küllî hakîkatlerini ve hâllerini rabbânî bir feyzle
    ve imdâd-ı ilâhî ile bilirler. Bu i’tibârla Peygamberlerin ilmleri bahs edilen
    duyu organları, zâhirî ve bâtınî his kuvvetleri gibi vâsıtalara muhtâc
    değildir.
    ilm-i ledünniyye sâhibi olan Evliyâ-i kirâmın ilmleri de, yukarıda açıklandığı
    gibidir. Bu ilâhî ni’metin, mü’minlerin sa’îdlerine âlem-i berzâhda
    hâsıl olduğu, büyük âlimler tarafından bildirilmişdir.
    Diğer insanlar, rabbânî ilme ve rûhânî idrâke kendi tabi’atlarıyla kavuşmakdan
    âcizdirler. Beden zulmetleri, ilâhî ma’rifet nûrları ile onların
    arasında perdedir. Bu sebeble insan, nefs ve rûhun en aşağı tarafı olan
    cism ve beden tarafına meyl ve hareket eder. Duyu organlarıyla kendi dı-
    şındaki varlıklara bakıp, his ve idrâk etdiği sûretden, hayâlinde ve hâfı-
    zasında dahâ önceden muhâfaza etdiği bilgileri, kuvve-i müfekkiresi vâsı
    tasıyla mantık kâidelerine göre terkîb ve tertîb ederek, tasavvur ve
    tasdîk nev’ilerinden bilmediklerini tahsîl eder. insanlar için bu sûretle elde
    edilen ilm ve me’ârifin temâmı, his uzvları yardımıyla ve kuvve-i mutehayyile
    vâsıtasıyla hâriçde bulunan varlıklardan elde edilir. Bu bilgiler,
    husûsî kâidelere ve belli kanûnlara bağlı olduğundan, çerçevesi geniş de-
    ğildir. Zîrâ, mantık kitâblarında bildirildiği üzere, bir şeyin tasavvuru veyâ
    bir şey ile diğer şey üzerine hükm ve tasdîk bilinmediğinde, o bilinmeyen
    şeyi bilmek için zihnde dahâ önce bilinen ve muhâfaza edilen esâslara
    [temel bilgilere] mürâce’at olunur. Tedrîcen düşünme ve sıralama ile
    bilinmeyen şey bilinir. Buna göre insanın ilmi, bilinmeyenleri bilmeğe
    elverişli olan şeyleri zihnen araşdırır. Elde etdiği bilgileri uygun bir şeklde
    tertîb ve terkîb edib, bütün gücünü harcayarak bilinen sebeblere ve
    esâslara ulaşır ve bunları aşmaz. ilmin sebeblerinden olan esâslarda
    veyâ bu esâsların tertîb ve terkîbinde hatâ olursa, o hatâ sebebiyle bilinende
    de hatâ olur. Âlimler arasında ihtilâşarın ve süâllerin çokluğu,
    bundan meydâna gelir.


    En son Admin tarafından Çarş. Nis. 28, 2010 1:51 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 1:22 pm

    ikinci Bolum
    iLMiN MAHiYYETi

    ilmin mâhiyetini ta’rif etmeden ve açıklamadan önce, mâhiyet kelimesinin
    ta’rîfi ve îzâhı yapılacakdır. Mâhiyyet-i şey [bir şeyin mâhiyyeti],
    başka bir ifâde ile, şeyin kendisiyle var olduğu şey; o, odur demekdir.
    O odur demek ise, o şey o şeyin aynısıdır demekdir. Mâhiyyet kelimesinin,
    mâ kelimesine mensûb demek olduğu da rivâyet edilmişdir. Buna
    göre, mâhiyyet kelimesinin aslı, mâiyyet olup, adı geçen kelimenin mâ
    lafzından alınan masdarla karışmaması için, mâiyyet kelimesindeki hemze
    harfi “he” harfine çevrilmişdir. Bu mâhiyyet kelimesinde tercîh edilen
    şekl, mâhüve kelimesine nisbetden, ya’nî mâhüve kelimesinin ismi mensûb
    hâline çevrilmesinden ibâretdir. Mâhüve ifâdesi mâ ve hüve kelimelerinden
    meydâna gelmekdedir. Fekat bu iki kelime bir kelime gibi kabûl
    edilmişdir.
    Mâhiyyet kelimesi ekseriyâ akl ile bilinen şeyler için kullanılır. Nitekim,
    insan sözünden, insanın hâriçdeki varlığını göz önüne almadan,
    hayvân-ı nâtık [konuşan, düşünen canlı] diye düşünülmesi bunun misâlidir.
    Aklî bir şeye, mâhüve [o nedir], süâline cevâb olması i’tibâriyle mâhiyyet,
    hâriçde bulunması bakımından hakîkat, başkalarından farklı olması
    i’tibâriyle hüviyyet, ona mahsûs özelliklerin kendisine nisbet edilmesi
    i’tibâriyle zât, lafzdan anlaşılması i’tibâriyle medlül, hâdiselerin
    üzerinde cereyân etmesi i’tibâriyle cevher denir.
    Mâhiyyet üç kısmdır: Birincisi; mâhiyyet-i nev’iyye, ikincisi; mâhiyyet-
    i cinsiyye, üçüncüsü; mâhiyyet-i i’tibâriyyedir.
    Mâhiyyet-i nev’iyye, kendini taşıyan ferdlerde eşid olarak bulunur.
    Bu mâhiyyet, ferdlerinden birinde neyi îcâb etdirirse, diğerinde de aynı
    şeyi îcâb etdirir. Meselâ, insan sözü, onun ferdlerinden olan Zeydde îcâb
    etdirdiği şeyi Amrda da îcâb etdirir. Mâhiyyet-i nev’iyye ile mâhiyyet-i cinsiyye
    birbirinin zıddıdır.
    Mâhiyyet-i cinsiyye, ferdlerinde eşid olarak bulunmaz. Meselâ,
    hayvan lafzı, insanın ta’rîfinde nâtık [düşünen] lafzıyla birlikde bulunmayı
    îcâb etdirir. insandan başkasında bunu îcâb etdirmez.
    Mâhiyyet-i i’tibâriyye, bu öyle bir mâhiyyetdir ki, mevcûd bir şey de-
    ğildir. Ancak onun varlığını i’tibâra alan kimsenin aklında bu i’tibâr de-
    – 18 –
    vâm etdiği müddetce vardır. Meselâ, adedin [sayının] mâhiyyetini ya’nî
    bir şeyin kaç dâne olduğunu öğrenmek için kem [kaç] ifâdesiyle sorulan
    süâle kemiyyet [sayı] ile cevâb verilir. Cevâbda bildirilen sayı, mâhiyyet-
    i i’tibârîden ibâretdir.
    ilmin mâhiyyeti mutlak olarak, zarûrî bir tasavvur mudur? Yâhud
    ta’rîfi çok zor olan bir nazârî midir, yoksa zor olmayan bir nazârî midir.
    Bu mes’elede âlimler arasında ihtilâf vardır.
    imâm-ı Fahrüddîn Râzî hazretleri, ilmin mâhiyyetinin zarûrî bir tasavvur
    olduğunu, imâm-ül Haremeyn ve imâm-ı Ebû Hâmid Muhammed
    Gazâlî hazretleri ise, ta’rîfi zor olan nazarî kısmından olduğunu söylemişlerdir.
    Ancak, ilmin mâhiyyetinin ta’rîfi zor olan nazarî kısmından oldu-
    ğu âlimler arasında tercîh edilmişdir.
    ilmin mâhiyyetinin ta’rîfine dâir, âlimler arasında meşhûr olan
    ta’rîşerden ba’zıları şunlardır:
    1– “ilm, bir şeye oldu.u gibi i’tikaddan [inanmakdan] ibaret
    olup, o i’tikad ise, ya zaruri olarak, yahud da delil ile hasıl olur” diye
    ta’rîf edilmişdir. Ancak, bir şeyin ta’rîfi, o şeyin efrâdını câmi’ agyârı
    nı ma’nî olmak lâzım gelir. Hâlbuki, i’tikâdın buradaki ta’rîfine zarûretden
    yâhud delîlden hâsıl olan zan da dâhil olmakdadır. Bu sebeble ilmin
    mâhiyyetinin bu ta’rîfi yukarıda geçen kâideye uygun olmadığından,
    âlimler arasında kabûl görmemişdir.
    2– “ilm, ma’lumu oldu.u gibi bilmekden ibaretdir” diye ta’rîf
    olunmuş ise de, Allahü teâlânın ilmine ma’rifet demek câiz değildir. Bu
    sebeble Allahü teâlânın ilmi bu ta’rîfin dışında kalmakdadır. Bununla berâber
    bu ta’rîfde ilm kelimesinden türemiş olan ma’lûm kelimesinin zikr
    edilmesi devri îcâb etdirdiğinden ve alâmâhüve [olduğu gibi] kelimesi de,
    ma’rifet ma’nâsından ibâret ve bu sebeble fazlalık olduğundan, önceki
    ta’rîf gibi bu ta’rîf de âlimler arasında kabûl görmemişdir.
    (Devr, deverân, lügâtde çark gibi dönmek dolanmak ma’nâsınadır.
    Istılâh da ise devr, iki şeyden herbirinin diğerine bağlı olmasından ibâretdir.
    Devr birkaç kısma ayrılır: Devr-i izâfî, devr-i hükmî, devr-i müsâvî,
    devr-i tekaddümî.
    Devr-i izafi: iki şeyin var olmakda birbirine lâzım olmasından ibâretdir.
    Bu sebeble iki şeyden biri ancak diğeri ile mevcûd olur.
    Devr-i hukmi: Bu devr, ikrâr ile hâsıl olur. Meselâ, vefât eden bir
    kimsenin birâderi, onun oğlu bulunduğunu ikrâr edince, neseb sâbit olduğ
    undan, bu birâder vâris olamaz. Çünki, oğlun vâris olması, birâderin
    vârisliğine mâni’ olur.
    Devr-i musavi: Birbirine meyl eden iki şeyden herbirinin diğerine
    – 19 –
    bağlı olmasından ibâretdir.
    Devr-i tekaddumi: Bir şeyin bir şeye bir veyâ birkaç mertebede
    bağlı olmasından ibâretdir. Bir mertebede hâsıl olan devre, devr-i musarrah
    [açık devr], birkaç mertebede hâsıl olan devre, devr-i muzmer [kapalı
    devr] denir. Güneş, gündüz görünen bir yıldızdır, gündüz de güneşin
    ufuk üzerinde doğmasıdır diye ta’rîf edilse, işte bu ta’rîf, devr-i musarraha
    misâldir. Devr-i muzmerin misâli ise şöyledir: Ma’nânın anlaşılması
    lafzın delâletine, lafzın delâleti ilm-i vad’a bağlıdır. ilm-i vad’ın
    delâleti, lafzın delâleti vâsıtasıyla ma’nânın anlaşılmasına bağlıdır. Devri
    muzmer, devrin en makbûl olmayanıdır.)
    3– “ilm, oyle bir şeydir ki, kendisinde bulundu.u kimsenin
    alim olmasını gerekdirir.” Bu ta’rîfde âlim kelimesinin zikr edilmesi, ikinci
    ta’rîf gibi devri îcâb etdirdiğinden, âlimler arasında kabûl görmemişdir.
    4– “ilm, ma’lumu oldu.u gibi idrak etmekden ibaretdir.” Bu
    ta’rîfde de devr ve haşv [fazlalık] vardır. Ayrıca idrâk kelimesi de burada
    mecâzî olarak ilm ma’nâsına kullanıldığından, âlimler tarafından be-
    ğenilmemişdir.
    5– “ilm, ma’lumu oldu.u gibi tebyindir, ya’ni acıklamakdır.” Bu
    ta’rîfde de devr ve haşv [fazlalık] vardır. Ayrıca tebyîn kelimesi, kapalı-
    lıkdan sonra açıklığı ifâde eder. Buna göre, Allahü teâlânın ilmi, ta’rîfin
    dışında kalır. Onun için bu ta’rîf de makbûl değildir.
    (Haşv kelimesi lügatda, yastık içine doldurulan pamuk veyâ benzeri
    şeyler ma’nâsınadır. Istılâh ma’nâsı ise, zikri, söylenmesi fâidesiz olan
    fazlalıkdan ibâretdir. Haşv, lafzî ve ma’nevî olmak üzere iki kısmdır.
    Lafzî haşv fazlalığın belli olmasından ibâretdir. Ma’nevî haşv, ma’nâyı bozabilir
    de bozmayabilir de.
    Tadvîl [uzatma] da lafzî ve ma’nevî olmak üzere iki kısma ayrılır. Lafzî
    tadvîlde fazlalık belli değildir. Ma’nevî tadvîl ma’nâyı bozmaz. Buna göre,
    haşv ile tadvîl arasında iki bakımdan fark vardır.)
    6– “ilm, ma’lumu oldu.u gibi isbatdır.” Bu ta’rîfde de devr ve haşv
    bulunduğundan ve ayrıca isbât kelimesi mecâzî olarak ilm ma’nâsına kullanı
    ldığından, bir şeyin kendisiyle ta’rîfi yapılmış olduğundan, bu da di-
    ğer ta’rîşer kabilindendir.
    7– “ilm, ma’luma oldu.u gibi i’timaddır.” Bu ta’rîfde de devr ve
    haşv vardır. Ayrıca Allahü teâlânın kendi ilmine i’timâd etmesini söylemek
    gibi bir mahzûr da bulunmakdadır. Allahü teâlâ için böyle söylemek
    câiz değildir. Onun için bu ta’rîf de makbûl değildir.
    8– “ilm, bir şeyin suretinin zihnde meydana gelmesidir.” Bu
    – 20 –
    ta’rîf, zannı, cehl-i mürekkebi, taklîdi ve vehmi içine aldığından, muhakkı
    kîn-i hükemâya ve ba’zı mütekellimin indinde [ya’nî kelâm âlimlerine
    göre], en sahîh ta’rîfdir. Böyle olduğu ibni Sadrüddîn hazretlerinden rivâyet
    edilmişdir.
    (Zan, zıddı muhtemel olmakla berâber, inanma tarafı kuvvetli
    ma’nâsınadır. Yakîn ve şek ma’nâlarında da kullanılır. fiek ile zan arasında
    fark vardır. Zanda inanma tarafı kuvvetlidir. fiek, birbirine zıt olan iki
    şeyden birini diğerine tercîh etmeyip, şek eden kimsede meydâna gelen
    tereddüd ve şübheden ibâretdir.
    Yine şek, iki tarafı müsâvî tutulan iki şey arasında durmakdan
    ibâret olup, insan kalbi o iki şeyden birinin tercîhine meyl etmez. Eğer
    o iki şeyden birisi, diğerinin üzerine tercîh edilmekle berâber, tercîh
    olunan taraf da terk olunmazsa, ona zan denir. iki şeyden biri diğerine
    tercîh olunmakla berâber, tercîh olunan taraf da terk olunursa, ona
    (zann-ı gâlib) denir. Zann-ı gâlib yakîn mertebesindedir.
    (Cehl), mutlak olarak bir şeyi bilmemekden ibâretdir. Cehl, ba’zen
    mevcûd olmaz. Bu durumda, (şey) olmaması lâzım gelir diye, cehlin bu
    ta’rîfine i’tirâz edilmişdir. Ancak bu i’tirâza, (şey) zihnde düşünülen bir
    varlıkdır diye cevâb verilmişdir.
    (Cehl-i mürekkeb), hakîkate uygun olmadığı hâlde, bir şeye kesin
    bir şeklde inanmakdır. Bir şeyi bilmemek ve o şeyi bilmediği hâlde biliyorum
    iddiasında bulunmak olup, cehl-i mürekkebin misâlidir.
    (Cehl-i basît), cehl-i mürekkeb mefhûmunun hilâfına olarak, [ya’nî
    cehl-i mürekkebin zıddı olup,] bilmemek demekdir. Meselâ, bir kimse birşeyi
    bilmez. O şeyi bilmediğini de bilir. Bu, cehl-i basîtdir.
    (Taklîd), hüccet ve delîlsiz olarak, başkasının sözünü kabûl etmekdir.
    (Vehm), hükmün tercîh olunmayan tarafına denir. Tercîh olunan tarafı
    na ise, zan denir. Hükemâya göre vehm, dimâgda bulunan idrâk
    edici bir kuvvetdir. Bu kuvvet vâsıtasıyla husûsî ma’nâlar anlaşılır. Zeydin
    doğruluğu, Amrın düşmanlığı gibi.)
    9– “ilm, idrak olunan şeyin mahiyyetinin, idrak eden kimsenin
    zihninde şekllenmesidir.” Bu ta’rîfin hükmü, bundan önce zikr edilen
    sekizinci ta’rîfin hükmü gibidir. Bu iki ta’rîf hükemânın ta’rîfi olup, ilmin
    zihnde düşünülen bir varlık olması i’tibâra alınarak yapılmışdır. Çünki, hükemâ
    indinde ilm, zihnde var olmakdan ibâretdir. Bu iki ta’rîfden birincisi,
    küllî ve cüz’i olan şeylerin idrâkini, bilinmesini içine alır. ikinci ta’rîf,
    zâhiren ilmin sâdece küllî şeylerin idrâkine, bilinmesine mahsûs olduğunu
    ifâde eder.
    – 21 –
    10– “ilm, ma’nalar arasında zıddına ihtimal bırakmayacak
    şeklde, yerini ayırd etmeyi, sa.layan bir sıfatdır.” Bu ta’rîf, ilmi (ilm,
    ma’lûm ile alâkası bulunan bir sıfatdır) diye ta’rîf edene göre, tercîh
    edilmiş bir ta’rîfdir. Ancak ulûm-i âdiyye denilen herkesin bildiği bilgiler,
    bu ta’rîfin dışında kalmakdadır. Meselâ, dahâ önce görülmüş olan bir dağ,
    şimdi altına dönüşmüş değilse de, hârikul’âde bir hâdise olarak bu iş câiz
    olduğundan, o dağın altına dönüşmesi muhtemeldir.
    11– “ilm, zıddına ihtimal bırakmayacak şeklde ma’naları birbirinden
    ayırmakdan ibaretdir.” Bu ta’rîf, (ilm, âlim ile ma’lûm arasındaki
    husûsî alâkanın kendisidir) diye ta’rîf eden kelâm âlimleri tarafından
    tercîh edilmişdir.
    12– “ilm, oyle bir sıfatdır ki, onunla kendisinden bahs edilen şey,
    bu sıfata sahib olan kimseye, şubhe ve tereddut bulunmayacak
    şeklde tam olarak acık olur.” Bu ta’rîfin, ilmin mâhiyyetinin en güzel
    ta’rîfi olduğunu, allâme Seyyid fierîf Cürcânî hazretleri bildirmişdir.
    13– “ilm, bir ma’nanın zihnde başka bir ma’naya ihtimal bırakmayacak
    şeklde meydana gelmesidir.” Bu ta’rîf, kelâm âlimlerinden
    Âmidîye âiddir.


    En son Admin tarafından Çarş. Nis. 28, 2010 1:46 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 1:37 pm

    Ucuncu Bolum
    iLMiN MAHiYYETi iLE ALAKALI iHTiLAFLAR

    Felsefecilere ve ba’zı kelâm âlimlerine göre, bir şeyi bilmek, o şeyin
    zihnde varlığını îcâb etdirir mi? Yâhud kelâm âlimlerinin çoğuna göre,
    bir şeyi bilmek, bilen ile bilinen arasında zihnde bir alâkadan mı ibâretdir?
    Bu mes’elede ihtilâf olundu.
    Birinci görüşe göre, bir şey hakkında ilm ya’nî bilgi hâsıl olunca, o
    ilmden üç husûs ortaya çıkar. O husûslardan birincisi, hâsıl olan sûretin
    zihnde hakîkat olmasıdır. ikincisi, o sûretin zihnde şekllenmesidir. Üçüncüsü,
    o sûret sebebi ile nefsin te’sîr almasıdır [ya’nî etkilenmesidir]. Bu
    açıklamalara göre, ilmin, bu üç sûretin hangisinden ibâret olduğu hakkında
    ihtilâf vardır.
    Ülemâ ve hükemâdan bir kısmı, ilmin, ancak yukarıda bahs edilen
    üç sûretden ibâret olduğunu söylemişlerdir. Bu sebeble ilmin keyfiyyet
    veyâ infiâl veyâ izâfe cinsinden olduğuna dâir ihtilâf edilmişdir. (Keyfiyyet,
    bir şeyde yerleşmiş olan hâldir. infiâl, başka şeyden te’sîr sebebiyle
    müteessîrde [te’sîr alanda] meydâna gelen durumdur. izâfe, iki şeyden
    birinin düşünülmesi, ancak diğer şeyin düşünülmesiyle hâsıl olan, birbirine
    bağlı olarak tekrâr eden hâldir. Babalık ve oğulluk gibi, ya’nî baba düşünülünce
    çocuk da hâtıra gelir. Çocuk düşünülünce baba da hâtıra
    gelir.)
    Alâkalı kitâblarda beyân olunduğu üzere, en doğrusu, ilmin keyfiyyet
    cinsinden olduğudur.
    ilmin zihne âid bir varlık olduğunu kabûl edenlerden ba’zılarına
    göre, zihnde meydâna gelen sûret, ma’lûmun (bilinenin) şekli ve gölgesidir.
    Diğer ba’zılarına göre ise, zihnde hâsıl olan şey, ma’lûmun mâhiyyetinin
    kendisidir. Lâkin o şey zillî ya’nî aslî olmayan varlığı ile zihnde mevcûd
    olup, bu varlığı bakımından ona sûret (şekl) denilir. Bu sebeble aslî
    varlık üzerinde meydâna gelen eserler, aslî olmayan varlıkda meydâna gelmez.
    Aslî varlığa ayn [ya’nî madde] denir. Onun üzerinde eserler meydâna
    gelir. Zihne âid olan bu sûret, zihnin dışına göre, ayn-ül-ayn, ya’nî maddenin
    kendisi olur. Zihne nisbetle ayn-us-sûret, ya’nî sûretin kendisidir.
    Bu sûret, o ilme sâhib olanın zihninde bulunan, zıllî ve şeklîdir. Bununla
    ma’lûm belli olduğu için, buna ilm denir.
    ilm sâhibinin öğrenerek elde etdiği ve zihninde mevcûd olan, mâhiyyete
    ma’lûm (bilgi) denir. ilm ile ma’lûm, mâhiyyet bakımından birbirinden
    ayrıdır. ilmin zihnde ma’lûma âid bir zıl ve sûret olduğunu söyle-
    – 23 –
    yenlere göre, ma’lûmun cevher [öz] veyâ başka bir cinsden, ilmin ise, keyfiyyet
    cinsinden olduğundan şübhe ve tereddüt yokdur. Çünki, ilm ile
    ma’lûm, mâhiyyet bakımından farklıdırlar. Fekat mâhiyyetin bizzat zihnde
    meydâna geldiğini söyleyenlere göre, cevher [öz] ve arazın [sıfatın, özelliğ
    in] aynı şey ve ilmin ise keyfiyyet cinsinden olduğunda kapalılık vardır.
    Müdekkık âlimlerden ba’zısı, mâhiyyetin değişebileceğini câiz görmüşler.
    Bu sebeble, bir şeyin hâriçdeki varlığı i’tibâriyle cevher olduğunu,
    zihndeki varlığı i’tibâriyle o cevherin keyfiyyete dönüşdüğünü bildirmişlerdir.
    Misâl olarak da tuz kaynağında bulunan şeyin tuza dönüşdü-
    ğünü söylemişlerdir. Bu bahsin muhâkemesi alâkalı kitâblarda büyük âlimler
    tarafından geniş olarak açıklanmış olduğundan, burada bu kadarıyla
    iktifa’ edilmişdir.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 1:50 pm

    Dorduncu Bolum
    iLM-i MUDEVVEN (Derlenen ilm)


    ilm lafzı, dahâ önce zikr olunan şeyler için söylendiği gibi, nahv ve
    fıkh gibi, sonradan derlenip toplanmış olan ilmler için de söylenir. Aynı şeklde,
    ilm lafzı, husûsî mes’eleler için de söylenir. Falan nahvı bilir denildi-
    ğinde, o kimsenin, nahv ilmine dâir mes’eleleri bilir ma’nâsı kasd edilir.
    ilm, ba’zen delîllerle mes’elelerin doğruluğunu ortaya çıkarmaya
    denir. Ba’zen de birçok mes’elenin doğruluğunu ortaya koymakla hâsıl olan
    melekeye denir. Bu melekeye meleke-i isdihdâr [hâtıra getirme melekesi]
    denir. Meleke ise, teheyyü-i tâm demekdir. Teheyyü-i tâm da, murâd
    olunan birşey hakkında bilgi istendiğinde, tam cevâb olacak şeklde, bilgi
    sermâyesine sâhib olmakdan ibâretdir.
    ilm lafzının hakîki ma’nâsı, sâdece idrâk, anlamak demekdir. Bu idrâkin
    alâkalı bir şey vardır ki, o da ma’lûm ya’nî bilgidir. idrâkden sonra
    meydâna gelen ve devâmlı kalmasına sebeb olan şey, melekedir.
    ilm lafzı, yukarıda zikr olunan şeylerin herbiri için, ya hakîkat-i örfiyye
    veyâhud hakîkat-i ıstılâhiyye veyâ mecâz-ı meşhûr olarak söylenir.
    ilm, ba’zen mes’elelerin temâmına, tasavvur ve tasdîkle alâkalı asllara
    ve mevzû’lara denir. Bu sebeble âlimler tarafından ilmlerin, bu üç unsûrdan
    ibâret olduğu beyân buyurulmuşdur.
    Hakîkat ve mecâz kelimeleri hakkında ba’zı ma’lûmât:
    Hakîkat, “feîle” veznindedir. “Hakkaş ‘şey’ü”: fiey sâbit (mevcûd) oldu,
    cümlesinden alınmış olup, sâbit olmak, var olmak ma’nâsındadır.
    “Feîle” vezni “fâile” ma’nâsında olup, “Hakîk” demekdir. Hakîk ise, mevcûd
    olan ma’nâsınadır. Hakîkat kelimesinin sonundaki (ta) harfi ise, allâme
    kelimesinde bulunan (ta) harfi gibidir. Bu (ta) harfi kelimenin sıfatlıkdan
    ismliğe nakli için olup, tâ-i te’nis (müenneslik) (ta)sı değildir.
    “Hakkaşşey’ü: fiey mevcûd oldu”, diğer bir ifâde ile “Mâbihişşey’ü:
    Bir şeyin kendisi ile var olduğu şey.” “Hüve, hüve: O odur” demekdir. insana
    nisbetle hayvan-ı nâtık [düşünen hayvan] gibi.
    (Hak), Allahü teâlânın ism-i şerîşerindendir. Sâbit ve mevcûd ma’nâsı
    na da kullanılır. O zemân ma’nâsı “eşşey’ül-hakku: Hakîkaten sâbit, mevcûd
    olan şey” demekdir.
    (Hak), sıdk ve savâb kelimeleri ma’nâsına da kullanılır. Nitekim,
    (kavl-i hak: Hak söz) ve (kavl-i savâb: Doğru söz) denir.
    (Hak), lügatda, inkârına ihtimâl ve rûhsat [izn] olmayan sâbit, var olan
    şey ma’nâsınadır.
    – 25 –
    Hak, ma’nâ ehli ıstılâhına göre, vâkı’a [hakîkate] uygun olan hükm
    demekdir. Buna göre, hükm ifâde eden sözler, i’tikâd, din ve mezhebler
    için, hak söz, hak i’tikâd, hak din, hak mezhebler için söylenir. Hakkın zıddı
    bâtıldır. Fekat sıdk [doğruluk] kelimesinin ise, bilhâssa hükm ifâde
    eden sözler için kullanılması yaygındır. Sıdkın zıddı kizb, yalan demekdir.
    Ba’zen hak kelimesinde vâkı’a uygunluk bakımından ve sıdk kelimesinde
    de hükme uygunluk bakımından hak ile sıdk arasında fark bulunduğu
    söylenmişdir. Bu hâlde, (sıdk-ul-hükm) ya’nî, hükmün doğruluğu, hükmün
    vâkı’a uygunluğundan ibâretdir. Hükmün hak olması da vâkı’ın hükme uygunluğ
    u demekdir.
    Hakîkat, kendisi ile asl konulduğu ma’nâ murâd olunan lafzın ismidir.
    Istılâhda hakîkat ise, asl konulduğu ma’nâda kullanılan kelimedir.
    Bir ıstılâha göre de hakîkat, konuşmada kullanılan kelimedir. Bir ıstılâha
    göre de, karşılıklı konuşmada kullanılan kelimedir. Bu ıstılâhdaki karşılıklı
    konuşma ifâdesi ile başka ıstılâhdaki asl konulduğu ma’nâda kullanılan
    mecâz, ta’rîfin dışında tutuldu. Salât lafzı gibi. Salât lafzı örfü şer’îde
    düâ ma’nâsına kullanılmakdadır. Hâlbuki şerî’at ıstılâhında nemâz ma’nâsı
    ndadır. Eğer şerî’at ıstılâhında düâ ma’nâsında kullanılırsa, o zemân salât
    kelimesi mecâz olur. Çünki, salât kelimesi lügatda düâ ma’nâsında olmakla
    berâber, şerî’at ıstılâhında belli rüknler, husûsî zikrlerden ibâret olan
    nemâz ma’nâsına konulmuşdur.
    Hakîkat, konulduğu ma’nâ üzere kalan lafzlardır. Hakîkat, kat’î ve yakînen
    sâbit olan şey demekdir.
    Bu kelime, yerinde, asl ma’nâsında bir şeyin ismi olarak kullanıldı-
    ğında, onunla bu şeyin kendisi kasd edilir. Çünki, lügatı koyan, o kelimeyi
    asl olarak o şey için koymuşdur. Meselâ aslan lafzı bilinen hayvan için
    konulmuşdur. Bu durumda hakîkatde kelime, asl ma’nâsında kullanılmı
    şdır. Mecâz olarak söylenildiğinde ise, asl yerinde kullanılmamış olur.
    Mecâz, asl ma’nâsından başka bir ma’nâ kasd edilen lafzın ismidir.
    Bununla berâber, hakîkat ile mecâz arasında bir münâsebet bulunması lâzı
    mdır. Cesûr bir kimseye aslan demek gibi. Bu misâlde bahs edilen münâsebet
    mevcûddur.
    Mecâz, “câze: Câiz oldu” lafzından alınmışdır. “Mef’al” vezninde ismi
    fâil ma’nâsına olup, müteaddîdir, ya’nî geçişlidir. “Vâlî” ma’nâsına olan
    “Mevlâ” kelimesi gibi.
    Mecâz denilmesinin sebebi, kelimenin hakîkat mahâllinden mecâz
    mahâlline geçmesi sebebiyledir.
    Hakîkat ma’nâsı ile mecâz ma’nâsı arasında münâsebet olmalıdır ifâdesi
    ile, asl konulduğu ma’nânın dışında kullanılan, fekat aralarında münâsebet
    olmayan kelimeler, mecâzın ta’rîfi dışında bırakıldı. Çünki, hakîkat
    ile mecâz arasında münâsebet olmadığı takdîrde, buna mecâz denmez.
    Bu irticâlen düşünmeden söylenmiş veyâ hatâlı bir söz olur.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:00 pm

    Beşinci Bolum
    iLMiN MEVZU’U

    ilmlerin birbirinden ayrılması, mevzû’larının birbirinden ayrılması ile
    hâsıl olur. Herbir ilmin mevzû’u, o ilmde araz-i zâtiyyesinden bahs olunan
    şeylerden ibâretdir. Araz kelimesi araz kelimesinin çoğuludur. Araz,
    bir mahalle, yere muhtâc olan şeydir. Renk gibi. Çünki renk, cismle berâber
    bulunur.
    Araz, ya bir zâtda [mahâlde] yerleşmiş olur veyâ yerleşmiş olmaz.
    Zâtda yerleşmiş vaziyyetde olan araz, parçaları bulunduğu yerde yerleşmiş
    olur. Beyâz ile siyâh renkler gibi.
    Zâtda [mahâlde] yerleşmemiş olan arazın parçaları mahâllinde bulunmaz.
    Hareket ile sükûn [hareketsizlik] gibi.
    Araz-ı lâzım, mahâllinden ayrılması mümkin olmayan arazdır. Kitâbetin
    [yazı yazma özelliğinin] insanın mâhiyetinden [düşünen bir varlık olması
    ndan] ayrılmasının mümkin olmaması gibi.
    Araz-ı müfârık, mahâllinden ayrılması mümkin olan arazdır. Bu
    araz, ya sür’atle veyâ yavaş olarak mahâllinden ayrılır.
    Sür’atli ayrılan araz, insanda utanmak sebebi ile meydâna gelen kırmı
    zılık [yüz kızarması] ve korkudan meydâna gelen beniz sararması gibi.
    Mahâllinden ayrılması yavaş olan araz ise, ihtiyârlık ve gençlik gibi
    olan arazdır.
    Araz-ı zâtî, başka bir şeye katılan, ilâve olan bir şeydir. Bu katılma,
    araz-ı zâtînin katıldığı şeyin zâtı veyâ cüz’i umûmîsi veyâ cüz’i müsâvîsi
    veyâ hâriçde o şeye müsâvî olan bir şey sebebleriyledir.
    Bir şeye o şeyin zâtı sebebiyle katılan araz, insanda şaşılacak işlerin
    idrâkının hâsıl olması gibidir. Çünki, insanda bu idrâkın meydâna gelmesi
    insanın zâtı vâsıtasıyla olmuşdur.
    Cüz’i umûmî olmak sebebi ile bir şeye katılmış olan araz, insanın bir
    yerde yerleşmesi gibidir. Bu da cism olması sebebi iledir.
    Mâhiyetin cüz’i müsâvîsi olmak sebebiyle, bir şeye katılan araz, insanda
    konuşma hâli gibidir. Bunun hâsıl olması da, insanın nâtık olması,
    düşünen bir varlık olması sebebiyledir.
    Katıldığı şeyin, hâriçdeki müsâvîsi sebebiyle hâsıl olan araz, insan-
    – 27 –
    da teaccübün hâsıl olması gibidir. Bu da insanın şaşılacak şeyleri idrâk
    etmek vâsıtası ile olur.
    Bu kitâbın gelecek bölümlerinde, ilmlerden ayrı ayrı bahs olunacakdı
    r. O bölümlerde, her ilmin mevzû’u ile, her ilme âid bilgiler mümkin olduğ
    u kadar beyân olunmuş ise de, şimdi burada yeri geldiği için, ilmlerin
    ekserîsinin mevzû’âtı zikr ve ta’dad olunmuşdur [ya’nî yazılmışdır].
    ilm-i Tefsîr-i şerîfin tefsîr ilminin mevzû’u, Kelâmullahdır. [Allahü teâlânı
    n kelâmıdır, ya’nî Kur’ân-ı kerîmdir.]
    ilm-i kırâetin mevzû’u, Kur’ân-ı kerîmin nazmını okuma şeklleridir.
    ilm-i hadîs-i şerîfin mevzû’u, akvâl ve ef’âl-i nebeviyyedir. [Resûlullahı
    n “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek sözleri ve işleridir.]
    ilm-i emârat-ı nübüvvetin mevzû’u, emârât-ı nübüvvetdir. [Nübüvvetin
    alâmet ve delîlleridir.]
    ilm-i usûl-i fıkhın mevzû’u, edille-i şer’iyye-i külliyyedir. [fier’î hükmlerin,
    Kitâb, sünnet, icmâ’ ve kıyâs-ı fükahâdan çıkarılışıdır.]
    ilm-i şurût ve sicillâtın mevzû’u, yazı ile tesbît edilmiş olan hükmlerdir.
    ilm-i ferâizin mevzû’u, tereke ve vârisdir. [Meyyitin bırakdığı malın,
    vârislerine taksîmidir.]
    ilm-i hurûf ve esmânın mevzû’u, hurûf-u hicâiyedir. [Hicâ harşeridir.]
    ilm-i Tesavvufun mevzû’u, tehliyye-i zâhir ve tehliyye-i bâtındır. [Zâhirî
    islâmiyyete uydurmak, bâtını da ma’sivâdan kurtarmakdır.]
    ilm-i bâtının mevzû’u, insanın kalbidir.
    ilm-i ahlâkın mevzû’u, insanın nefsidir.
    ilm-i coğrafyanın mevzû’u, arzdır. [Yer küresidir.]
    ilm-i târîhin mevzû’u, ümem ve tavâîfdir. [Milletler ve tâifelerdir.]
    ilm-i ensâbın mevzû’u, ensâb-ı nâsdır. [insanların nesebleridir.]
    ilm-i edebin mevzû’u, ta’lîm ve te’âllümdür. [Öğretmek ve öğrenmekdir.]
    ilm-i tasrîfin mevzû’u, sıga-i mahsûsadır. [Husûsî sıgalardır.]
    ilm-i iştikâkın mevzû’u, müfredât-ı kelimâtdır. [Kelimelerdir.]
    ilm-i ehâcî ve uğlûtâtın mevzû’u, zâhiren arabî kâidelere uymayan
    lafzlardır.
    ilm-i lügatın mevzû’u, medlûlât-ı müfredâtdır. [Kelimelerin ma’nâları
    dır.]
    – 28 –
    ilm-i edebin [edebiyyât ilminin] mevzû’u, söz ve yazıda hatâdan sakı
    nmak bakımından arabî kelâmdır.
    ilm-i beyânın mevzû’u, vüdûh-ı delâlet-i haysiyyeti ile [delâletinin
    açıklığı bakımından] arabî lafzdır.
    ilm-i bedî’in mevzû’u, mehâsin-i kelâm-ı arabîdir [arabî kelâmı güzelleşdiren
    şeylerdir].
    ilm-i muhâdaratın mevzû’u, ma’nâ ve terkîbde hâle ve makâma uygun
    olarak söz söylemekdir.
    ilm-i tashîfin mevzû’u, belâgat ehlinin söylediği, kelimât-ı musahhafedir.
    Ya’nî harşerin noktalarının değişdirilmesiyle ma’nâsı temâmen
    değişmiş olan kelimeler ve sözlerdir.
    ilm-i mebâdi’şşi’rin mevzû’u, tergîb ve terhîb hâsıl eden mukeddemât-ı
    tahyîliyye ile [insanı teşvîk eden ve sakındıran] şi’rlerdir.
    ilm-i kard-ı şi’rin mevzû’u, şi’rin güzelliği ve çirkinliği bakımından
    şi’rdeki kelimelerdir.
    ilm-i kitâbetin mevzû’u, harşerin yazılışlarıdır.
    ilm-i inşânın mevzû’u, belîg ve fasîh olması, makâma uygun güzel
    ifâdelerin seçilmesi, îcâb eden kâidelere taşıması bakımından nesir sözlerdir.
    ilm-i teressülün mevzû’u, her cem’iyyetin tabi’atına uygun olan
    ıstılâhlar ve sakınılması îcâb eden ibâreler bakımından kâtib [yazan],
    mektûb [yazılmış] ve kendisine yazılandır.
    ilm-i urûdun mevzû’u, vezn bakımından veznli sözlerdir.
    ilm-i imlâ-yı hattın mevzû’u, arabî yazılar yazılırken ortaya çıkan durumlar
    bakımından harşer ve yazılış şeklleridir.
    ilm-i hattın mevzû’u, tasvîr-i hurûf-ı hicâiyyedir [harşerin yazılışları
    dır].
    ilm-i terkîb-i eşkâlin mevzû’u, eşkâl-i besâıd-ı hurûfdur [harşerin
    şeklleridir].
    ilm-i mantıkın mevzû’u, bilinmeyen bir şeye ulaşdırması bakımından
    ma’kûlât-ı sâniyedir. Ya’nî anlaşılması başkasına muhtâç olan şeylerdir.
    ilm-i münâzaranın mevzû’u, iddiâ edilen şeyin delîller ile, başkası
    için isbât edilmesi bakımından delîllerdir.
    ilm-i hikmetin mevzû’u, zihnde ve zihnin hâricinde mevcûd olan eşyâdı
    r.
    ilm-i ilâhînin mevzû’u, hâdiselerin mevcûd olması bakımından mev-
    – 29 –
    cûddur [varlıkdır].
    ilm-i ta’bîr-i rü’yânın mevzû’u, tehayyülât-ı nefsâniyye ile umûr-u
    gaybiyye arasındaki [hayâller ile gayba dâir işler arasındaki] münâsebetdir.
    ilm-i riyâdiyyenin mevzû’u, maddeden tecrîdi, ayrılması mümkin olan
    maddî şeylerdir.
    ilm-i aritmetikin mevzû’u, havass-ı adediyyedir [sayılara âid husûsiyyetlerdir].
    ilm-i hisâbın mevzû’u, adeddir [sayılardır].
    ilm-i hendesenin mevzû’u, mikdârdır, ölçüdür.
    ilm-i ta’dîlin mevzû’u, tedâhulü sâatdir [zemânın iç içe oluşu, vaktlerdir].
    ilm-i tabîıyyenin mevzû’u, cismdir.
    ilm-i hayevânın mevzû’u, hayvanlardır.
    ilm-i nebâtâtın mevzû’u, nebâtâtdır [bitkilerdir].
    ilm-i tıbbın mevzû’u, insan bedenidir.
    ilm-i etımmenin mevzû’u, ta’âmdır [yiyeceklerdir].
    ilm-i teşrîhın mevzû’u, eczâ-ı bedendir [bedeni meydâna getiren parçalardı
    r, ya’nî organlardır].
    ilm-i kehâlenin mevzû’u, çeşm-i insandır [insan gözüdür].
    ilm-i evzânın mevzû’u, dirhemler, ûkıyye ve rıtldır.
    ilm-i riyâfenin mevzû’u, su akıtmak, su getirmekdir.
    ilm-i kıyâfetin mevzû’u, kıyâfet-i insandır [insanın kıyâfetidir].
    ilm-i ihtilâcın mevzû’u, insan bedeninin çalışması, hareketidir.
    ilm-i ıyâfenin mevzû’u, kaçan hayvanın izidir.
    ilm-i milâhanın mevzû’u, gemi ve denizdir.
    ilm-i firâsenin mevzû’u, a’zâların şeklleridir.
    ilm-i âlât-ı zılliyenin mevzû’u, gölgelerin mikdârlarıdır.
    ilm-i tedbîr-i menzîlin mevzû’u, müşterek hâllerde, birlikde yaşamakda
    i’tidâldir.
    ilm-i teâbînin mevzû’u, askerlerin eğitimidir.
    ilm-i ihtisâbın mevzû’u, şehr halkının idâresidir.
    ilm-i mûsıkînin mevzû’u, nâmelerdir.
    – 30 –
    ilmlerin mevzû’larının temel kâideleri konusuna gelince, insanların
    se’âdeti, her şeyin hakîkatini ve hâllerini, beşerî tâkatın elverdiği [insan
    gücünün yetdiği] kadar anlamaya ve öğrenmeye bağlıdır. Eşyânın, hakîkatleri
    ve hâlleri ise, pekçok ve çeşidlidir. Bu sebeble, ilk zemânlarda âlimler
    tarafından eşyânın hakîkatlerinin ve hâllerinin tesbîtine ve bunların kolayca
    öğretilmesine ehemmiyyet verilmişdir. Bu bakımdan bir veyâ birkaç
    şeye uygun olan hâller gurub gurub tedvîn olunarak [derlenerek] herbiri
    ayrı bir ilm kabûl edilmişdir. Bu ilmlerin her birinde ahvâl-i zâtiyesinden
    [özelliklerinden] bahs edilen şeyler, o ilmin mevzû’u kabûl edilmişdir.
    Çünki, bir ilmin mes’eleleri o ilmin mevzû’u ile alâkalıdır. Bu durumda
    ilmin mevzû’u demek, ilmin mes’eleleri demekdir.
    Âlimler, ilmin mevzû’unu, kendisinde ilmin mâhiyetine âid özelliklerden
    bahs edilen şey diye ta’rîf etmişlerdir. Bundan maksad, ilmin
    mevzû’unun, ilmin mes’elelerinin ilmin aslı olmasıdır. Buna göre, aynı mevzû’a
    âid olan hâller, ayrı bir ilm dalı teşkîl eder. Bu ilm, ortak yönleri bulunan,
    diğer ilmlerden mevzû’ bakımından ayrılır.
    Aynı şeklde, her ilm, gâyesi bakımından birbirinden ayrılır.
    Her ilmin yukarıda bahs edildiği gibi, birbirinden ayrılması güzel görülmüşdür.
    Yoksa her mes’eleyi ayrı bir ilm dalı sayarak, derleyip toplamak
    ve bunları öğretmek aklî olarak uygundur. Yine mevzû’da ortak olmasalar
    bile, aynı ilm kabûl edilmesinde de aklî bir mâni’ yokdur.
    Birden fazla mes’elenin, mevzû’da ortak olmasının başka bir misâli,
    ba’zı husûsların diğer ba’zı husûslara isnâd edilmesidir.
    Yukarıdaki îzâhlardan anlaşıldığına göre, müşterek mes’eleleri derlenen
    her ilmin hakîkati aynı mevzû’da olduğu gibi, her ilm için ayrı bir mevzû’
    ve gâye de vardır.
    Mevzû’ ve gâye bakımından her ilm için bir çok mes’eleyi bir araya
    getiren ortak bir husûs vardır. Buna cihet-i vahde denir. Bir çok
    mes’ele bu cihet-i vahde sebebi ile tek bir ilm sayılır. ilmlerin mevzû’ları
    na âid ve gâyelerine âid ortak noktaları vardır.
    Bu sebeble ilmler ba’zen mevzû’u ve ba’zen gâyesi i’tibâriyle ta’rîf
    olunur.
    Mevzû’ i’tibâriyle olan ta’rîf, ilm-i mantığın: “Mantık kendisinde
    ma’lûmâtın hâllerinden bahs olunan bir ilmdir” diye ta’rîfi gibidir. Ya’nî
    mantık bir ilmdir ki, o ilmde ma’lûmâtın ahvâlinden bahs olunur, demek
    olup, bu hâlde ilm-i mantıkın mevzû’u ma’lûmât olur.
    Gâye bakımından olan ta’rîf: “Mantık ilmi, zihni düşünürken hatâya
    düşmekden koruyan bir kanûndur. Buna göre, mantık ilminin gâyesi,
    zihni hatâya düşmekden korumakdır.”
    Bir veyâ birkaç şeye âid ve mu’teber bir uygunluk ile, birbirine uy-
    – 31 –
    gun olan hâller, o bir veyâ birkaç şeyin mâhiyetinde ortak iseler, zâtî olurlar.
    Ortak değil iseler, arazî olurlar.
    Zâtî olan hâller, mutlak mikdârda ortaklığı olan hat, satıh ve cismi
    ta’lîmîdir. Bu hat, satıh ve cism ta’lîm-i zâtiyyeden olan mikdâr-ı mutlak
    ile ortak olduğundan, hendese ilminin mevzû’u olan mutlak olarak, mikdârı
    n zâtî hâllerinden olur.
    Arazî hâllerin misâli ise, ahkâm-ı şer’iyyeyi elde etdirme husûsunda,
    usûl-i fıkh ilmi ile müşterek olan kitâb, sünnet, icma’ ve kıyâsdır. Çünki
    bu hâller yabancı, hâricî bir şey vâsıta olmadan doğrudan mâhiyyete
    dâhil olan zâtî hâllerdir. Ya’nî usûlü fıkhın mevzû’u olan ahkâm-ı şer’iyyenin
    zâtına âid hâllerdendir.
    ilmin bütün mevzû’larına âid hâller ya nefs-ül’emre [hakîkate] âid
    olur. Yâhud nefs-ül’emrin altında cüz’i, [ona âid bir parça] olur. Yâhud da
    nefs-ül’emrin araz-i zâtîsi [kendisine âid bir hâl] olur.
    Nefs-ül’emre âid olan hâllerin beyânı için, hesâb ilminde sayı, yâ çift
    yâ tek olur diye ilm-i hesâbdan bir misâl verildiğinde, çiftlik ve teklik sayı
    nın zâtına, kendisine âid hâllerinden olur. Burada zât olan şeyin, ya’nî
    sayının çift ve tek olması adedin ahvâli olur [hâllerindendir].
    Nefs-ül’emrin altında cüz’i olan ahvâlin beyânı için, üç sayısı tekdir
    diye bir misâl verildikde, üçün tek olması adedin ahvâli olur. Teklik de
    sayının altındaki ferdlerindendir. Buna göre sayı küllî olur.
    Nefs-ül’emrin araz-i zâtîsini beyân etmek [açıklamak] için, “müfred
    yâ evveldir yâ mürekkebdir” diye bir misâl getirilince, müfredin evvel veyâ
    mürekkeb olması hâlleri araz-i zâtîdir.
    Araz-i garîb denilen araza gelince, bu şaşılacak bir şey vâsıtasıyla
    mâhiyete dâhil olan arazdan [hâlden] ibâretdir. O araz ya mâhiyyetin
    dışında ve mâhiyetden dahâ umûmî olur. Yâhud mâhiyyetden dahâ husûsî
    olur ki, ilmlerde bu arazlardan bahs olunmaz. Misâli şudur ki: mühendis,
    yuvarlak olan çizgi mi güzeldir, veyâ düz olan çizgi mi dahâ güzeldir,
    yâhud dâire düz çizginin benzeri midir, yoksa dâire düz çizginin zıddı
    mıdır diye bakmaz. Çünki, güzellik ve zıdlık hendesenin mevzû’u olan
    mikdârdan ayrı bir şeydir. Ya’nî mikdârın araz-i bâididir (uzak hâlidir). O
    araz ya’nî güzellik ve zıdlık mikdâra dâhil olan bir arazdır. Lâkin bu arazı
    n mikdâra araz (hâl) olması, mikdâr olmasından dolayı değildir. Belki bu
    araz, ya’nî güzellik ve zıdlık mikdârın umûmî olan vasfıdır ki, mikdârda bulunduğ
    u gibi diğer zâtıyâtda da bulunur. Bunun diğer bir misâli de, tabîb
    tarafından yaranın yuvarlak olup olmamasına bakılmaması gibidir. Çünki,
    cismde yuvarlaklığın meydâna gelmesi, o cismde yara bulunması
    sebebiyle değildir. Bilâkis yuvarlaklık yaradan umûmî olup, yarada bulunduğ
    u gibi, yaradan başka şeyde de bulunur.
    Bir ilmin mevzû’u başka bir ilme de mevzû’ olabildiği gibi, bir ilmin
    – 32 –
    mevzû’u diğer ilmin mevzû’undan dahâ husûsî veyâ dahâ umûmî olabilir.
    Aynı şeklde, bir ilmin mevzû’u diğer ilmin mevzû’una zıd olabilir ve
    üçüncü bir şeye dâhil olur veyâ bunun tersi de olabilir. Lâkin, iki ayrı ilmin
    mevzû’ları birbirine mutlak olarak zıd, fekat bir bakımdan ortak yönleri
    olabilir.
    Bu açıklamalara göre, ilmin mevzû’u altı kısma ayrılır.
    Birinci kısm: Bir ilmin mevzû’u diğer ilmin mevzû’u ile aynı olur. Ancak,
    mevzû’lardan herbiri farklı kaydlarla kaydlanması îcâb eder. Âlem gibi.
    Âlem şekl bakımından hey’et ilminin [astronominin] mevzû’udur. Tabi’at
    bakımından ilm-i semâ ve ilm-i âlemin mevzû’udur. Bahs edilen kaydlarla
    bu ilmler birbirinden ayrılmakdadır.
    ikinci ve ucuncu kısm: Bir ilmin mevzû’u diğer bir ilmin mevzû’undan
    ya dahâ husûsî yâhud dahâ umûmîdir. Mevzû’lar arasında
    umûmîlik ve husûsîlik, ya emr-i zâtîdir veyâ emr-i arazîdir. Ya’nî ya zâta
    âid ya da o zâtın hâline âid bir husûsdur. Emr-i zâtî, umûmî olanın husûsî
    olana cins olmasından ibâretdir. Bunun misâlî, mikdâr ile cism-i ta’lîmidir
    ki, cism ta’lîmî dahâ husûsî olup, mikdâr da cism ta’lîminin cinsi ve
    ilm-i hendesenin mevzû’udur. Cism-i ta’lîmî, cismi olan varlıkların mevzû’udur.
    Başka bir misâl de, tıbbın mevzû’u gösterilir. Tıbbın mevzû’u insan
    bedenidir. insan bedeni ise ilm-i tabî’înin mevzû’undan bir çeşiddir.
    Çünki ilm-i tabî’înin mevzû’u mutlak cismdir.
    Emr-i arazînin misâli, mevcûd [varlık] ile mikdârdır. Mevcûd, ilm-i
    ilâhînin mevzû’u olup, mikdâr da ilm-i hendesenin mevzû’udur. Mikdâr
    mevcûddan dahâ husûsî, mevcûd ise mikdârdan dahâ umûmîdir. Mikdârı
    n mevcûddan dahâ husûsî olması, mevcûdun mikdâra araz-i âmm olması
    [umûmî hâl] olması sebebiyledir.
    Dorduncu kısm: Mevzû’ların birbirlerine zıd olup, lâkin üçüncü
    bir şeye dâhil olmasından ibâretdir. ilm-i hendese ile ilm-i hesâbın mevzû’ları
    böyledir. Bu mevzû’ların ikisi de mikdârın içine dâhil olarak, birbirine
    eşid mevzû’lar diye ism verilir.
    Beşinci kısm: Mevzû’ların bir bakımdan ortak olmalarından ibâretdir.
    ilm-i tıb ile ilm-i ahlâkın mevzû’ları gibi. Bu ilmlerin mevzû’ları, insanda
    bulunan kuvvetler, kabiliyyetler husûsunda ortakdırlar.
    Altıncı kısm: Mevzû’lar arasında zıdlık bulunmasıdır. Hesâb ilmi ile
    tıb ilminin mevzû’ları gibi. Sayı ile insan bedeni arasında ortaklık olmadığı
    gibi, berâberlik de yokdur.
    Tenbih: Bir ilmde mevzû’ olan şey burhân [delîl] ile taleb ve tahsîl
    olunmaz [elde edilmez]. Çünki, her ilmde matlûb olan [ele geçirilmek istenen]
    şey, mevzû’un zâtına âid hâllerden ibâretdir. Bir şey kendisine araz
    [hâl] olamaz. Bilâkis zâtda görünür. Yâhud kendisinin üstünde olan başka
    bir ilm için delîl olur.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:03 pm

    Altıncı Bolum
    iLMLERiN MES’ELELERi

    ilmlerin mes’eleleri, hükmlerden ibâretdir. Her bir ilmde o hükmlerin
    mahmûlâtı [yüklemleri] delîl ile mevzû’atına nisbet etmekle meydâna
    gelir. Ortak mes’eleleri müdevvin [derlenmiş] olan bütün ilmlerin mevzû’ları
    aynıdır. Bu hâlde ilmin mevzû’u mes’elelerdir. O mes’eleler ise, ilmin
    hey’et-i basîtasından [en sâde şeklinden] ibâretdir.
    Mes’elenin mevzû’u ba’zı def’a bizzat ilmin mevzû’u olur.
    Kelâmın küllîsi, ya’nî bütün sözler iki ismden veyâhud bir ismle bir
    fi’lden meydâna gelir denildiğinde, bu söz nahv ilminin mevzû’u olur.
    Ba’zı mes’elenin mevzû’u, o mes’elenin araz-i zâtîsi ile ilme mevzû’
    olur. ilm-i hendesede, bir şeye zıd olan mikdâr, o şeye ortak olan bütün
    mikdârlara zıddır diye bir misâl söylenildiğinde, mes’elenin mevzû’u
    zıd olan mikdârdır. Zıd olan mikdâr da mes’elenin araz-i zâtîsidir, ya’nî
    zâtına âid bir hâldir.
    Ba’zan ilmin mevzû’u, nev’i olur ve mes’elenin mevzû’u olur. Sarf
    ilminde; ism ya sülâsîdir, yâhud da sülâsî meziddir [üç harşi veyâ üç harfden
    fazla olur] diye bir misâl söylenildikde, burada sarf ilminin mevzû’u
    kelime olup, ism ise, kelimenin nev’idir. Ba’zan de mes’elenin mevzû’u
    ilme araz-i zâtîsi ile mevzû’ olur. Hendese ilminde, doğru üzerine çizilen
    herbir doğru çizgi ile meydâna gelen açılar, ya dik olur veyâ dik açıya denk
    olurlar, diye bir misâl söylenildikde, buradaki çizgi, mikdârın nev’i, doğ-
    ru ise, onun araz-i zâtîsi olur.
    Ba’zan mes’elenin mevzû’u ilmin mevzû’unun araz-i zâtîsidir. ilmi
    hendesede, her üçgenin açıları iki dik açıya eşiddir denildiğinde, üçgen
    mikdârın araz-i zâtiyesinden olur.


    En son Admin tarafından Çarş. Nis. 28, 2010 2:05 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:04 pm

    Yedinci Bolum
    iLMLERiN GAYESi

    Bir fi’lden [işden] bir eser meydâna gelirse, o eser o fi’lin [işin] netîce
    ve semeresi olur. Bu esere fâide denildiği gibi, fi’lin [işin] sonunda olması
    bakımından da gâye denir.
    Fi’lin [işin] fâidesi ve gâyesi aynı şey olmakla berâber, i’tibâr bakı-
    mından farklıdır. Fi’lin [işin] netîcesinde ortaya çıkan eser, fâilin [işi yapanı
    n] o işe yönelmesine sebeb olursa, buna, o fâil [işi yapan] için garaz
    ve maksûd denir. Fâilin Fi’line [işi yapanın işine] nisbetle ise illet-i gâiyye
    denir.
    Garaz ve illet-i gâiyye aynı şey iseler de, i’tibâr bakımından farklı-
    dırlar.
    Fi’lin [işin] netîcesinde ortaya çıkan eser, fâilin [işi yapanın] o işe yönelmesine
    sebeb olmazsa, yalnız fâide ve gâye olur. Bu hâlde gâye, illet-
    i gâiyyeden dahâ umûmîdir. Buna göre ilmin gâyesi, ilmin öğrenilmesine
    sebeb olan şeydir.
    Âlet ilmlerinin dışındaki ilmlerin gâyesi, bu ilmlerin bizzat kendilerinin
    elde edilmesinden ibâretdir. Çünki âlet ilmlerinin dışındaki ilmlerden,
    başka fâideler de elde edilse bile, bu ilmlerin bizzat kendilerinin elde edilmesi
    maksaddır. Fekat, âlet ilmlerinin gâyesi ise, kendileri değil, kendilerinden
    başka ilmlerin elde edilmesidir. Çünki, âlet ilmlerinin keyfiyyeti,
    amele müteallıkdır, ya’nî amel ile alâkalıdır. Bundan maksad ise işin
    meydâna gelmesidir. O amel [iş] ister kendisi maksad olsun, ister maksad
    olmayıp başka bir iş için olsun, ilmlerin son gâyesi olur.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:06 pm

    Sekizinci Bolum
    iLMLERiN TAKSIMATI


    ilm, tek ma’nâ ve hakîkatden ibâret ise de, çeşidli bakımlardan bir
    çok kısma ayrılır.
    ilm, bir bakımdan kadîm ve muhdes [başlangıcı olmıyan ve sonradan
    yaratılan] ve bir bakımdan tasavvur ve tasdîk [hükm ifâde etmiyen ve
    hükm ifâde eden] kısmlarına ayrılır.
    ilm, bir bakımdan da üç kısma ayrılır. Bu üç kısm şunlardır: Bir kısmı
    bizzat sâbitdir, vardır. Bir kısmı his ile idrâk olunur, bilinir. Bir kısmı da
    kıyâs ile bilinir.
    ilm-i kadîm, Allahü teâlânın zâtı ile bulunup, kulların sonradan öğ-
    rendikleri ilmlerine benzemez.
    ilm-i muhdes üç kısma ayrılır. Birinci kısm, ilm-i bedîhî, ikinci kısm,
    ilm-i zarûrî, üçüncü kısm, ilm-i istidlâlîdir.
    ilm-i bedîhî, takdîm-i mukaddemeye [delîle] muhtâç olmayan ilmdir.
    insanın kendi varlığını bilmesi, bütünün parçasından dahâ büyük
    olduğunu bilmek gibi ki, bunlar ilm-i bedîhinin misâlidir.
    ilm-i zarûrî, takdîm-i mukaddemeye muhtâc olmayan ilmdir [bu
    ilmde de delîle ihtiyâç yokdur]. Beş duyu organı ile elde edilen ilmden ibâretdir.
    ilm-i istidlâlî, takdîm-i mukaddemeye muhtâc olan ilmdir [delîl ile bilinen
    ilmdir]. Bir yaratıcının varlığını ve diğer varlıkların ise sonradan yaratı
    ldıklarını delîllerle bilmek gibi.
    Aynı şeklde ilm, mevzû’ların ihtilâşarı cihetinden [konularının farklı
    lığı bakımından] da birçok kısma ayrılır. Bu kısmların ba’zısına ilm,
    ba’zısına san’at denir. Büyük âlimlerin yapmış oldukları bu taksîmât
    şöyledir:
    1– Allame Hafid hazretlerinin taksimi olup, o da ulûm-u müdevvenenin
    [derlenip toplanmış olan ilmlerin] iki kısma ayrılmasından ibâretdir.
    Birinci kısm: Kur’ân-ı kerîmin lafzları, lafz ve isnâd bakımından sünnet-
    i nebeviyyenin beyânı, Kur’ân-ı kerîmin tefsîr ve te’vîli, Kur’ân-ı kerîm
    ile sünnet-i nebeviyyeden elde edilen ahkâm-ı asliyye-i i’tikâdiyye [temel
    i’tikâd bilgileri] ile, ahkâm-ı fürûiyye-i ameliyyenin [fıkh bilgilerinin] isbâtı,
    veyâhud usûlden [edille-i şer’iyyeden], fürû’un [fıkh bilgilerinin] is-
    – 36 –
    tinbâtına [çıkarılmasına] esâs olan küllî kâideler, usûl ve fürû’ bilgilerini
    kitâb ve sünnetden çıkarmaya yardımcı olan edebî ilmlere dâir ülemâ-i
    kirâm hazretleri [âlimler] tarafından derlenen ilmlerdir.
    ikinci kısm: Eşyânın mâhiyyetini ve nasıl kullanılacaklarını kendi aklları
    na göre araşdırmak için, felsefecilerin derledikleri ilmdir.
    Allâme Hafîd hazretleri tarafından, ilm-i kırâet, ilm-i hadîs-i şerîf, ilmi
    usûl-i hadîs, ilm-i tefsîr-i şerîf, ilm-i kelâm, ilm-i fıkh, ilm-i usûl-i fıkh, ilmi
    edeb, şer’î ilmler olarak sayılmışdır. ilm-i tasavvuf ise, tâife-i sôfiyyeden
    seçilmişler için, husûsî bir ilmdir diye beyân edilmişdir. ilm-i münâzara,
    ilm-i hilâf, ilm-i cedel, şer’î ilmler arasında sayılmadığı gibi, felsefecilerin
    ilmleri arasında da gösterilmemişdir. Münâzaradan maksad, doğruyu
    ortaya çıkarmak olduğu gibi, cedel ve hilâfdan maksad da, muhâtabı
    ilzâm etmek, ya’nî iknâ edici delîller ile susdurmakdır. Bu sebeble fıkh
    âlimleri tarafından hilâf ilmine dâir kitâblar yazılmış ve fıkh mes’elelerinde
    bu ilmden fâidelenilmişdir. Hükemânın ilm-i hilâfa dâir kitâb yazdıkları
    ma’lûm olmadığından [bilinmediğinden] ilm-i hilâfı, şer’î ilmlerden saymak
    münâsib görülmüşdür. Hükemâ, hikmete dâir bahsleri ilm-i münâzara
    üzerine binâ etmişler ise de, aralarında ilm-i münâzarayı tedvîn etmemişlerdir.
    2– (Fevaid-i hakaniyye) adı ile ma’lûm olan kitâbda beyân edildi-
    ğine göre, ilm, iki meşhûr kısmdan ibâretdir.
    Birinci kısm: ilmlerin, nazarî ve amelî olmasından ibâretdir. Nazarî,
    amelin keyfiyyeti ile alâkalı değildir. Amelî ise, amelin keyfiyyeti ile alâkalı
    dır.
    ikinci kısm: Âlet ilmi olan ve olmayan ilmlerden ibâretdir. Başka bir
    şeyin elde edilmesine âlet olmayıp, kendisi maksad olan ilmlere, (alet olmayan)
    ilmler denir. Başka bir şeyin elde edilmesine âlet olan ve kendisi
    maksad olmayan ilmlere, (alet ilmleri) denir.
    Kendisi başka şeyin elde edilmesine âlet olan ilmin, işin keyfiyyeti
    ile alâkalı olması ve işin keyfiyyeti ile alâkalı olan ilmin de bizzat başka
    şeyin elde edilmesine âlet olması lâzımdır. Âlet olmak demek, bir
    işin yapılmasına yardımcı olmak ma’nâsınadır. Yine bizzat başka şeyin
    elde edilmesine âlet, ya’nî yardımcı olmayan ilm, amelin keyfiyyeti ile alâkalı
    değildir. Bizzat amelin keyfiyyetine âid olmayan ilm, başka şeyin elde
    edilmesine âlet olamaz. Buna göre, nazarî ve âlet olmamak ifâdeleri
    aynı ma’nâdadır.
    Nazarî ve amelî kelimeleri üç ma’nâda kullanılır.
    Birincisi, ilmlerin mutlak taksîminde zikr olunan şeklden, ma’nâdan
    ibâretdir. Mantık, hikmet-i ameliyye ve tıbb-ı amelî ve ilm-i hıyâta [terzilik
    ilmi] temâmen işin keyfiyyeti ile alâkalı uygulamaya bağlı, olduğundan,
    ilmlerin amelî kısmına dâhildir. ilmin amelî kısmı, yâ zihne âid yâhud da
    – 37 –
    zihnin dışına âid olur. Meselâ, ilm-i mantık zihnîdir ve ilm-i tıb ise, zihnin
    dışında uygulamaya bağlı bir ilmdir.
    ikinci kısm, hikmetin taksîminde kullanılan ma’nâdan ibâretdir.
    Hükemâ, ilm-i hikmeti, cismlerin hâllerini olduğu gibi, beşer tâkâti nisbetinde
    bilmekdir, diye ta’rîf etmişlerdir. Sonra bu cismlerin, iş ve amel cinsinden
    olup, zikr olunan ef’al ve amelin [iş ve amelin] beşer kudreti ve ihtiyârı
    yla meydâna geldiğini veyâ gelmediğini beyân etmişler. Birincisine,
    hikmet-i ameliye, ikincisine, hikmet-i nazariye demişlerdir. Hikmet-i
    ameliye denmesi dünyâ ve âhiretin nizâmına ve salâhına sebeb olmasından
    dolayıdır.
    Üçüncü kısm, san’atın taksîminde kullanılan ma’nâdır. Ya’nî amel
    ile alâkalı olan ilm, yâ amelî veyâ nazarîdir. Amelî olan ilm, iş yapmaya ve
    çalışmaya bağlıdır. Nazarî ilm ise böyle değildir. Buna göre fıkh, nahv,
    mantık, hikmet-i ameliyye ve tıbb-ı amelî ilmleri, ilmlerin ameli kısmından
    değildir. Çünki, bunların meydâna gelmesi, iş yapmaya bağlı değildir. ilmi
    hıyâta [terzilik], ilm-i hıyâke [dokumacılık] ve ilm-i hacamât ise, iş yapmaya
    bağlı olduğundan, ilmin amelî kısmındandır.
    3– (Fevaid-i hakaniyye)de beyân edildiği üzere, ilm, hükmî ve
    gayr-i hükmî olarak iki kısma ayrılır.
    Gayr-i hükmî olan ilmler, dînî ilmler ve dînî olmayan diye iki kısma
    ayrılır. Dînî ilmler de mahmûd, mezmûm ve mübâh kısmlarına ayrılır.
    ilmin bu şeklde taksîm edilmesinin sebebine gelince, ilm, zemânları
    n ve mekânların değişmesi veyâ devletlerin ve milletlerin değişmesi ile
    değişmez. Yâhud zikr olunan değişikliklerle değişir.
    Bahs edilen değişikliklerden etkilenmeyen ilmlere ulûm-i hikemiyye
    denildiği gibi, zemânın geçmesiyle aynen devâm etmeleri bakımından
    da ulûm-i hakîkıyye denir.
    Zemânların ve mekânların, devletlerin ve milletlerin değişmesi ile de-
    ğişen ilmler, yâ tecribeye ve işiterek öğrenmeye ve bunlardan başkası-
    na bağlı olmaksızın, vahy-i ilâhîye âid ve Peygamberlerden “aleyhimüsselâm”
    öğrenilir ki, böyle ilmlere, ulûm-i dîniyye denildiği gibi, ulûm-i şer’iyye
    de denilir. Yâhud ilmler, tecribe ve işiterek öğrenmeye ve bunlardan
    başkasına bağlıdır. Böyle ilmler, ilm-i tıb ve hesâb gibi ulûm-i gayr-i dîniyyeden
    sayılır.
    ilm-i tıb, bedenlerin sıhhati için ve ilm-i hesâb da mu’âmeleler,
    vasiyyetlerin yerine getirilmesi ve mîrâsların taksîmi için zarûrî olduğundan
    mahmûddur [övülmüşdür]. Eğer ilm netîcesi medh edilmeyen bir ilm
    olursa, mezmûm [zemmedilen] ilm olur. Sihr, tılsımât, şa’beze [hokkabazlı
    k] ilmleri gibi ilmler, böyledir. Ulûm-i gayr-i dîniyyeden mübâh olan ilmler
    ise, yalan bulunmayan ilmlerdir. Bunlar şi’r ve peygamberler târîhi ve
    benzeri ilmlerdir.
    – 38 –
    ilmlerde bahs edilen bu farklılıklar, ilmlerin gâyeleri bakımındandır.
    Yoksa ilm, aslında ilm olması bakımından zem ve inkâr edilmez. Çünki bir
    şeyi bilmek, o şeyi bilmemekden evlâdır.
    4– (fiifa-i muteellim) sâhibinin zikr ve beyân etdiğine göre, her bir
    ilm yâ doğrudan maksaddır veyâhud doğrudan maksad değildir.
    Bizzat [doğrudan] maksad olan ilm, ulûm-i hikemiyyedir. Bu da yâ
    i’tikâd yâ da amel ile alâkalıdır. i’tikâd ile alâkalı olan ilm, hikmet-i nazariyyedir.
    Amel ile alâkalı olan ilm ise, hikmet-i ameliyyedir.
    (Hikmet-i nazariyye), a’lâ ve ednâ ve evsat olmak üzere üç kısma
    ayrılır.
    Birinci kısm, ilm-i ilâhî, ikinci kısm, ilm-i tabî’î, üçüncü kısm, ilm-i
    rıyâdîdir. Nazar [düşünme, inceleme], yâ maddesiz olan şeylerle veyâ zihnde
    ve hâricde maddî olan şeylerle alâkalıdır. Buna ilm-i tabî’î denir. Yâhud
    nazar, sâdece zihnde maddelerden ayrılabilen şeylerle alâkalıdır. Buna
    da ilm-i riyâdî denir. ilm-i riyâdî dört kısma ayrılır. Çünki, nazar-ı riyâdîde
    ortak noktada birleşen bir takım parçaların takdîri, yâ mümkin olur
    yâ mümkin olmaz. Bunlardan herbirisi de, yâ o şeyde yerleşmiş olur yâhud
    da olmaz.
    ilm-i riyâdînin bahs edilen dört kısmından birincisi, hendese, ikincisi,
    hey’et, üçüncüsü, aded, dördüncüsü mûsîkî ilmleridir.
    (Hikmet-i ameliyye) iki kısmdır. Birisi ilm-i siyâsî, diğeri ilm-i ahlâkdı
    r. Çünki nazar, yâ insanın hâline mahsûs olur, yâ da olmaz. insanın
    hâline mahsûs olmayan nazar, ilm-i siyâsîdir. Bu ilm yâ dünyâ ve âhıret
    işlerinde herkesin ıslâhı ile alâkalıdır. Bu da ilm-i şerî’at ile alâkalıdır. Yâ
    da insanların işlerinin yürütülmesi ve herkesin sözbirliğidir ki, bu da ahkâm-ı
    siyâsiyyeden ve diğer bir ta’birle, ahkâm-ı sultâniyyeden ibâretdir.
    Nazar, belli bir topluluğa mahsûs olur ise, buna (tedbir-i menzil)
    denir.
    Kendisi maksad olmayan ilm, diğer ilmlerde hatâdan korunmaya ve
    doğruya ulaşmaya bir âletdir. Bu âlet ile yâ ma’nâlarda hatâdan korunmak
    istenir, yâhud da lafz (söz) veyâ yazı bakımından ma’nânın idrâki elde
    edilir. Birincisi, ilm-i mantıkdır. ikincisi, ilm-i edeb ile kendisinde delâlet-
    i lisâniyye ile delâlet-i beyâniyyeden bahs olunan ilmdir. Delâlet-i lisâniyye
    yâ delâlet-i ifrâdiyye ile delâlet-i terkîbiyyeye mahsûs olur. Veyâhud
    ifrâd (kelime) ve terkîb (cümle) arasında müşterek olur. Delâlet-i ifrâdiyye
    yâ kelimelerden bahs eder ise, ilm-i lügatdır. Yâhud da kelimelerin
    sıgalarından bahs eder, bu da ilm-i sarfdır.
    Delâlât-i terkîbiyye, yâ veznli söze mahsûsdur yâ da veznli söze
    mahsûs değildir. Veznli söze âid olan ilm, eğer beytlerin sonlarına
    mahsûs olursa, ilm-i kâfiye, eğer beytlerin sonlarına mahsûs olmazsa,
    – 39 –
    ilm-i arûz adı verilir.
    Veznli [ölçülü] söze mahsûs olmayan ilm, ma’nânın aslını ifâde etme
    husûsunda, yâ hatâdan korunmayı îcâb etdirir ki, bu (ilm-i nahv)dir.
    Yâhud da asl ma’nânın ifâdesinde hatâdan korunmaya te’sîri olmaz ki,
    bu da (ilm-i belagat)dır. Zikri geçen ifrâd (kelime) ve terkîb (cümle) arası
    nda müşterek olan ilme, (ilm-i fesahat) denir. Sözün, hâlin îcâb etdirdiğ
    i duruma tatbîkinde hatâdan korunmaya vâsıta olan ilme (ilm-i me’ani)
    denir. Delâletin çeşidleriyle sözün açık ve kapalı olduğundan bahs eden
    ilme (ilm-i beyan) denir. Fekat ilm-i fesâhat, kelimeler bir araya getirilirken,
    güzellik bakımından hatâdan korunma maksadını da taşırsa, o zemân
    buna (ilm-i bedi’) denir.
    5– (Miftah-us-se’ade) sâhibinin zikr ve beyân etdiği taksîmdir:
    fiöyle ki, eşyâ için dört mertebede ya’nî “kitâbet (yazmak)”, “ibâre (söz,
    ifâde)”, “ezhân (zihnler)”, “a’yân (gözle görülen maddeler)”de mevcûd
    olup, bu dört mertebeden hepsi birbirine vesîle olur. Çünki hat (yazı) lafzlara,
    lafzlar, zihnlerdeki ma’nâya, zihndeki ma’nâlar da eşyâya delâlet eder.
    Vücûd aynî ise [Varlık gözle görülür ise], aslî ve hakîkîdir. Zihndeki varlığı
    n hakîkî veyâ mecâzî olduğunda ihtilâf olunmuş ise de, vücûd-i lafzî
    ve vücûd-i zihnî kat’î olarak mecâzîdir. O hâlde kitâbet, elfâz ve ezhâna
    [yazı, söz ve zihne] âid olan ilmler, âlet ilmleridir. Eşyâ [zihnin dışındaki
    şeyler] ile alâkalı olan ilm, yâ amelî ve yâhud nazarîdir. Amelî olan ilm, kendisinin
    elde edilmesi maksad olmayan başka bir ilmin elde edilmesi
    maksad edilen ilmdir. Nazarî olan ilm ise, kendisinin elde edilmesi maksad
    olunan ilmdir. ilmin amelî ve nazarî kısmlarından herbiri yâ şerî’atden
    alınmışdır. Buna ilm-i şer’î denir. Veyâhud sâdece aklın muktezâsı bakı-
    mındandır ki, buna da ilm-i hikemî denir.
    Bu ta’rîşere göre, ilmler için asllar ve her aslın çeşidleri ve bu çeşidlerin
    kolları vardır. Bütün ilmler, ister usûl, ister fürû’ olsun, mevzû’ları
    ve ismleri bakımından pekçok nev’lere ayrılır. (Miftah-us-se’ade)
    sâhibi, ilmleri geniş bir şeklde kısmlara ayırdıkdan sonra, ilmlerin usûl ve
    fürû’unu, [asllarını ve kollarını] aşağıdaki şeklde sıralamışdır.
    I– Ulum-i hattıyye [Hat ilmleri]:
    1– ilm-i edevât-i hat,
    2– ilm-i kavânîn-i kitâbet,
    3– ilm-i tahsîn-i hurûf,
    4– ilm-i keyfiyet-i tevellüd-i hutût an usûlihâ,
    5– ilm-i tertîb-i hurûf-i teheccî,
    6– ilm-i terkîb-i eşkâl-i besâit-i hurûf,
    7– ilm-i imlâyı hatt-ı arabî,
    – 40 –
    8– ilm-i hatt-ı mushaf,
    9– ilm-i hatt-i arûz.
    II– Lafzlar ile alakalı ilmler:
    10– ilm-i mehâric-i hurûf,
    11– ilm-i lügat,
    12– ilm-i vad’,
    13– ilm-i iştikâk,
    14– ilm-i tasrîf,
    15– ilm-i nahv,
    16– ilm-i me’ânî,
    17– ilm-i beyân,
    18– ilm-i bedi’,
    19– ilm-i arûz,
    20– ilm-i kavâfî,
    21– ilm-i karz-i şi’r,
    22– ilm-i mebâdi-i şi’r,
    23– ilm-i inşâ,
    24– ilm-i mebâdi-i inşâ ve edevâtihî,
    25– ilm-i muhâdara,
    26– ilm-i devâvîn,
    27– ilm-i tevârîh,
    (Ulum-i arabiyyenin kollarından sayılan ilmler)
    28– ilm-i emsâl,
    29– ilm-i vakâyı-i ümem ve rusûmihim,
    30– ilm-i isti’malat-i elfâz,
    31– ilm-i teressül,
    32– ilm-i şurût ve sicillât,
    33– ilm-i ehâcî ve uğlûtât,
    34– ilm-i elgâz,
    35– ilm-i mu’ammâ,
    36– ilm-i tashîf,
    37– ilm-i maklûb,
    38– ilm-i cinâs,
    39– ilm-i müsâmerât-i mülûk,
    – 41 –
    40– ilm-i hikâyât-i sâlihîn,
    41– ilm-i ahbâr-i enbiyâ aleyhimüsselâm,
    42– ilm-i megâzî ve siyer,
    43– ilm-i târih-i hülefâ,
    44– ilm-i tabakât-i kurrâ,
    45– ilm-i tabakât-i müfessirîn,
    46– ilm-i tabakât-i muhaddisîn,
    47– ilm-i siyer-i sahâbeti,
    48– ilm-i tabakât-i şâfi’iyye,
    49– ilm-i tabakât-i hanefiyye,
    50– ilm-i tabakât-i mâlikiyye,
    51– ilm-i tabakât-i hanâbile,
    52– ilm-i tabakât-i nuhât,
    53– ilm-i tabakât-i etıbbâ.
    III– Zihnde ma’kulatı saniyeden bahs eden ilmler:
    54– ilm-i mantık,
    55– ilm-i âdâb-i ders,
    56– ilm-i nazar,
    57– ilm-i cedel,
    58– ilm-i hilâf.
    IV– Maddeye aid ilmler:
    59– ilm-i ilâhî,
    60– ilm-i tabî’î,
    61– Ulûm-i riyâdiyye,
    Aksam-ı ulum-ı riyadıyye [Ulum-i riyadiyyenin kısmları]:
    62– ilm-i aded,
    63– ilm-i hendese,
    64– ilm-i hey’et,
    65– ilm-i mûsikî,
    Furu’-i ilm-i ilahi [ilm-i ilahinin kolları]:
    66– ilm-i ma’rifet-i nefs-i insâniyye,
    67– ilm-i ma’rifet-i nefs-i melekiyye,
    68– ilm-i ma’rifet-i me’âd,
    – 42 –
    69– ilm-i emârât-i nübüvvet,
    70– ilm-i makâlât-i firak,
    Furu’-i ilm-i tabi’i [ilm-i tabi’in kolları]:
    71– ilm-i tıb,
    72– ilm-i baytara,
    73– ilm-i beyzera,
    74– ilm-i nebât,
    75– ilm-i hayevân,
    76– ilm-i fellâha,
    77– ilm-i me’âdin,
    78– ilm-i cevâhir,
    79– ilm-i kevni ve fesâd,
    80– ilm-i kavs-i kuzah,
    81– ilm-i firâset,
    82– ilm-i ta’bîr-i rü’yâ,
    83– ilm-i ahkâm-ı nücûm,
    84– ilm-i sihr,
    85– ilm-i tılsımât,
    86– ilm-i simyâ,
    87– ilm-i kimyâ,
    Furu’-i ilm-i tıb [Tıb ilminin kolları]:
    88– ilm-i teşrîh,
    89– ilm-i kehhâle,
    90– ilm-i etıme,
    91– ilm-i saydele,
    92– ilm-i tabh-i eşribe ve me’âcîn,
    93– ilm-i kal-i âsâr min-es-siyâb,
    94– ilm-i terkîb-i envâ-i midâd,
    95– ilm-i cerrâha,
    96– ilm-i fasd,
    97– ilm-i hacâmat,
    98– ilm-i mekâdîr ve evzân,
    – 43 –
    Furu’-i ilm-i firaset [ilm-i firasetin kolları]:
    99– ilm-i şâmât ve hıylân,
    100– ilm-i esârîr,
    101– ilm-i ektâf,
    102– ilm-i ıyâfet-i eser,
    103– ilm-i kıyâfet-i beşer,
    104– ilm-i ihtidâ bil-berârî ve akfâr,
    105– ilm-i riyâfe,
    106– ilm-i istinbât,
    107– ilm-i nüzûl-i gays,
    108– ilm-i ırâfe,
    109– ilm-i ihtilâc,
    Furu’-i ilm-i ahkam-ı nucum [Ahkam-ı nucum ilminin kolları]:
    110– ilm-i ihtiyârât,
    111– ilm-i reml,
    112– ilm-i fâl,
    113– ilm-i kur’a,
    114– ilm-i tayere,
    Furu’-i ilm-i sihr [Sihr ilminin kolları]:
    115– ilm-i kehânet,
    116– ilm-i neyrencât,
    117– ilm-i havâs,
    118– ilm-i rukâ,
    119– ilm-i azâim,
    120– ilm-i istihdâr,
    121– ilm-i da’vet-i kevâkib,
    122– ilm-i kalfetîrât,
    123– ilm-i hafâ,
    124– ilm-i hıyel-i sâsâniyye,
    125– ilm-i keşf-i dek,
    126– ilm-i şa’beze,
    127– ilm-i taalluk-i kalb,
    128– ilm-i istiâne bihâvâss-i edviye,
    – 44 –
    Furu’-i ilm-i hendese [ilm-i hendesenin kolları]:
    129– ilm-i ukûd-i ebniye,
    130– ilm-i münâzara,
    131– ilm-i merâyâ’l-muhrika,
    132– ilm-i merâkiz-i eskâl,
    133– ilm-i cerr-i eskâl,
    134– ilm-i mesâha,
    135– ilm-i istinbât-i miyâh,
    136– ilm-i âlât-i harbiyye,
    137– ilm-i remy,
    138– ilm-i ta’dîl,
    139– ilm-i benkemât,
    140– ilm-i milâha,
    141– ilm-i sebâha,
    142– ilm-i evzân ve mevâzîn,
    143– ilm-i alât-i mebniyye âla zarûreti adem-i halâ,
    Furu’-i ilm-i hey’et [ilm-i hey’etin kolları]:
    144– ilm-i zîcât ve takvîm,
    145– ilm-i hisâb-i nücûm,
    146– ilm-i kitâbet-i takâvîm,
    147– ilm-i keyfiyet-i irsâd,
    148– ilm-i âlât-i rasadiyye,
    149– ilm-i mevâkît,
    150– ilm-i alât-i zıllıyye,
    151– ilm-i ekr,
    152– ilm-i ekr-i müteharrike,
    153– ilm-i tasdîh-i küre,
    154– ilm-i suver-i kevâkib,
    155– ilm-i mekâdir-i uluviyât,
    156– ilm-i menâzil-i kamer,
    157– ilm-i coğrafyâ,
    158– ilm-i mesâlik-i büldân,
    159– ilm-i bürüd ve mesâfâtihâ,
    – 45 –
    160– ilm-i havâss-i ekâlîm,
    161– ilm-i edvâr ve ekvâr,
    162– ilm-i kurânât,
    163– ilm-i melâhim,
    164– ilm-i mevâsim,
    165– ilm-i mevâkît-i salât,
    166– ilm-i vad-i usturlâb,
    167– ilm-i amel-i usturlâb,
    168– ilm-i vad-ür-rub-i muceyyeb ve mukantarât,
    169– ilm-i amelü rub-i dâire,
    170– ilm-i âlât-i sâat,
    Furu’-i ilm-i aded [ilm-i adedin kolları]:
    171– ilm-i hisâb-i taht ve meyl,
    172– ilm-i cebr ve mukâbele,
    173– ilm-i hisâb-i hattâeyn,
    174– ilm-i hisâb-i devr ve vesâyâ,
    175– ilm-i hisâb-i derâhîm ve denânîr,
    176– ilm-i hisâb-i ferâiz,
    177– ilm-i hisâb-i hevâ,
    178– ilm-i hisâb-i ukûd bil-esâbi’,
    179– ilm-i a’dâd el-vefk,
    180– ilm-i havâss-i a’dâd,
    181– ilm-i teâbiyy-i adediyye,
    Furu’-i ilm-i musiki [ilm-i musikinin kolları]:
    182– ilm-i âlât-i acîbe,
    183– ilm-i raks,
    184– ilm-i gabh.
    V– ilm-i hikemiyye-i ameliyye:
    185– ilm-i ahlâk,
    186– ilm-i tedbîr-i menzîl,
    187– ilm-i siyâset,
    Furu’-i hikmet-i ameliyye [ilm-i hikmet-i ameliyyenin kolları]:
    188– ilm-i âdâb-i mülûk,
    – 46 –
    189– ilm-i âdâb-i vezâre,
    190– ilm-i ihtisâb,
    191– ilm-i kavd-i asâkîr ve cüyûş,
    (ilm-i şer’iyye):
    192– ilm-i kırâet,
    193– ilm-i tefsîr-i Kur’ân,
    194– ilm-i rivâyet-i hadîs,
    195– ilm-i dirâyet-i hadîs,
    196– ilm-i usûl-i din el müsemâbil-kelâm,
    197– ilm-i usûl-i fıkh,
    198– ilm-i fıkh,
    Furu’-i ilm-i kıra’et [ilm-i kıraetin kolları]:
    199– ilm-i şevâz,
    200– ilm-i mehâric-i hurûf,
    201– ilm-i mehâric-i elfâz,
    202– ilm-i vukûf,
    203– ilm-i ılel-i Kur’ân,
    204– ilm-i resm-i kitâbet-i Kur’ân,
    205– ilm-i âdâb-i kitâbet-i mushaf,
    Furu’-i ilm-i hadis [ilm-i hadisin kolları]:
    206– ilm-i şerh-i hadîs,
    207– ilm-i esbâb-ı vurûd-i hadîs ve ezminetihî,
    208– ilm-i nâsih-i hadîs ve mensûhıhî,
    209– ilm-i te’vîlü akvâl-i nebî aleyhissalâtü vesselâm,
    210– ilm-i rumuz-i hadîs ve işârâtihî,
    211– ilm-i garâib-i lügat-i hadîs,
    212– ilm-i def-i ta’n an-i hadîs,
    213– ilm-i telfîk-i ehâdîs,
    214– ilm-i ahvâl-i ruvât-i ehâdîs,
    215– ilm-i tıbb-ı nebî aleyhissalâtü vesselâm,
    Furu’-i ilm-i tefsir-i şerif [ilm-i tefsir-i-şerifin kolları]:
    216– ilm-i mekkî ve medenî,
    217– ilm-i hadarî ve seferî,
    – 47 –
    218– ilm-i nehârî ve leylî,
    219– ilm-i sayfî ve şitâî,
    220– ilm-i firâşî ve nevmî,
    221– ilm-i aradî ve semâî,
    222– ilm-i evvel-i mâ neze ve âhirî mâ nezel,
    223– ilm-i sebeb-i nüzûl,
    224– ilm-i mâ nezel alâ lisânî ba’d-ı sahâbe radıyallahü anhüm,
    225– ilm-i mâ tekerrere nüzûlühû,
    226– ilm-i mâ teahhara hukmühû an nuzûlihî ve mâteahhara nüzûlühû
    an hukmihî,
    227– ilm-i mâ nezel müferrekan ve mâ nezel cem’an,
    228– ilm-i mâ nezel müşîan ve mâ nezel müfreden,
    229– ilm-i mâ ünzele minhû alâ ba’d-ı enbiyâ ve mâ lem yünzel,
    230– ilm-i keyfiyeti inzâl-i Kur’ân,
    231– ilm-i esmâ-i Kur’ân ve esmâi suverihî,
    232– ilm-i cemihî ve tertîbihî,
    233– ilm-i aded-i suverihî ve âyâtihî ve kelimâtihî ve hurûfihî,
    234– ilm-i huffâzıhî ve ruvâtihî,
    235– ilm-i âlî ve nâzil min esânîdihî,
    236– ilm-i mütevâtir ve meşhûr,
    237– ilm-i beyân-i mevsûl lafzân ve mevsûl ma’nen,
    238– ilm-i imâle ve feth,
    239– ilm-i idgâm ve izhâr ve ihfâ ve iklâb,
    240– ilm-i med ve kasr,
    241– ilm-i tahfîf-i hemze,
    242– ilm-i keyfiyet-i tahmîl-i Kur’ân,
    243– ilm-i âdâb-ı tilâvetihi ve tâlîhi,
    244– ilm-i cevâz-i iktibâs,
    245– ilm-i mâ vakaa fîhi bi gayr-i lügat-i hicâz,
    246– ilm-i mâ vakaa fîhi min gayr-i lügat-i arab,
    247– ilm-i garîb-i Kur’ân,
    248– ilm-i vücûh ve nazâir,
    249– ilm-i meânî-i edevâtilletî yahtâcü ileyh-el-müfessîr,
    – 48 –
    250– ilm-i muhkem ve müteşâbih,
    251– ilm-i mukaddem-i Kur’ân ve muahhirihî,
    252– ilm-i âmm-i Kur’ân ve hâssıhî,
    253– ilm-i nâsih-i Kur’ân ve mensûhıhî,
    254– ilm-i müşkül-i Kur’ân,
    255– ilm-i mutlak-i Kur’ân ve mukayyedihî,
    256– ilm-i mantûk-ı Kur’ân ve mefhûmihî,
    257– ilm-i vücûh-i muhâtabâtihî,
    258– ilm-i hakîkat-i elfâz-i Kur’ân ve mecâzihâ,
    259– ilm-i teşbîh-i Kur’ân ve istiârâtihî,
    260– ilm-i kinayât-i Kur’ân ve ta’rîdâtihî,
    261– ilm-i hasr ve ihtisâs,
    262– ilm-i îcâz ve ıtnâb,
    263– ilm-i haber ve inşâ,
    264– ilm-i bedâi-i Kur’ân,
    265– ilm-i fevâsil-i ây,
    266– ilm-i havâtim-i suver,
    267– ilm-i münâsebet-i âyât ves suver,
    268– ilm-i âyât-i müteşâbihât,
    269– ilm-i i’câz-i Kur’ân,
    270– ilm-i ulûm-i müstenbata min-el-Kur’ân,
    271– ilm-i aksâm-i Kur’ân,
    272– ilm-i cedel-i Kur’ân,
    273– ilm-i mâ vakaa fi’l-Kur’ân min-el-esmâ ve künâ ve elkâb,
    274– ilm-i mübhemât-i Kur’ân,
    275– ilm-i fadâil-i Kur’ân,
    276– ilm-i efdâl-i Kur’ân ve fâdılihi,
    277– ilm-i müfredât-i Kur’ân,
    278– ilm-i havâss-i Kur’ân,
    279– ilm-i mersûm-i hattı ve âdâb-ı kitâbetihî,
    280– ilm-i tefsîrihî ve te’vîlihî ve beyâni şerefihî,
    281– ilm-i şurût-i müfessir ve âdâbihî,
    282– ilm-i garâib-i tefsîr,
    – 49 –
    283– ilm-i tabakât-i müfessirîn,
    284– ilm-i havâss-i hurûf,
    285– ilm-i havâss-i rûhâniyyeti minel-evfâk,
    286– ilm-i tasrîf bi’l-hurûf ve esmâ,
    287– ilm-i hurûf-i nûrâniyye ve zulmâniyye,
    288– ilm-i tasrîf bil-ism-i a’zam,
    289– ilm-i kesr ve bast,
    290– ilm-i zâyirce,
    291– ilm-i cefr ve câmia,
    292– ilm-i def-i matâ in-i Kur’ân,
    Furu’-i ilm-i hadis [ilm-i hadisin kolları]:
    293– ilm-i mevâiz,
    294– ilm-i ediyye,
    295– ilm-i âsâr,
    296– ilm-i zühd ve vera’,
    297– ilm-i salât-i hâcât,
    298– ilm-i megâzî,
    Furu’-i ilm-i usulu fıkh [Usul-u fıkh ilminin kolları]:
    299– ilm-i nazar,
    300– ilm-i münâzara,
    301– ilm-i cedel,
    Furu’-i ilm-i fıkh [Fıkh ilminin kolları]:
    302– ilm-i ferâiz,
    303– ilm-i şurût ve sicillât,
    304– ilm-i kazâ,
    305– ilm-i hükm-i teşrî’,
    306– ilm-i fetâvâ.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:08 pm

    Dokuzuncu Bolum
    iLMiN FAZILETi VE ŞEREFi


    ilmin fazîleti ve şerefi, Kur’ân-ı kerîmde âyet-i kerîmeler ile ve Peygamberimizin
    “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîşeri ile meşhûr olmuşdur.
    Büyük müctehîdlerden imâm-ı fiâfi’î hazretleri, “ilmin öyle bir şerefi
    vardır ki, her kimde o şerefden az bir şey bile bulunsa, o kimse mesrûr
    ve memnûn olur. Eğer o nisbet bulunmasa, kederli ve mahzûn olur,”
    buyurmuşdur.
    ilmlerin şerefi, mevzû’, gâye, ihtiyâc, delîllerinin sağlamlığı ve güvenilirliğ
    i bakımından farklıdır. Meselâ tıb ilminin mevzû’u insan bedenidir.
    Tefsîr ilminin mevzû’u Allahü teâlânın kelâmıdır. Bu iki ilmin sâhib olduğ
    u şeref gâyet açıkdır.
    ilm-i ahlâkın gâyesi, insana âid fazîletleri bilmek olması bakımından,
    bu ilmin şerefi de meydândadır.
    ihtiyâc bakımından şereşi olan ilm, fıkh ilmidir. Bu ilmin öğrenilmesine
    ihtiyâc olduğu âşikârdır.
    Delîlinin sağlamlığı ve güvenilirliği bakımından şerefi olan ilm, ulûmi
    riyâziyyedir.
    ilm-i ilâhînin mevzû’u ve gâyesi, şereşi olup, öğrenilmesi lâzımdır.
    Ba’zan netîcesi veyâ delîllerinin sağlamlığı ve güvenilirliği veyâ gâyesi bakı
    mından iki ilmden biri diğerinden dahâ şereşi olur.
    Netîcenin şerefi, delîllerin kuvvetli oluşundan dahâ üstündür.
    ilmlerin en şereşisi, Allahü teâlâ, melâike-i kirâm ve Peygamberlerle
    “aleyhimüsselâm” alâkalı olan ilmdir. Çünki bu ilmin netîcesi, semeresi,
    se’âdet-i ebediyyeden ibâretdir.
    ilm, herşeyden dahâ lezzetli ve dahâ fâidelidir.
    Bilindiği gibi, bir şeyin şerefi yâ zâtı sebebiyle veyâ zâtından başka
    bir şey sebebiyledir. ilm, bu iki şerefe de sâhibdir. Çünki ilm, kendisi
    lezzetli olduğu için, lezzetli olduğu öğrenildiği gibi, başka bir şey için de
    lezzetli olduğundan, o başka şey için de öğrenilir.
    ilmin kendisinin lezzetli olmasına gelince, ilm ehlinin ma’lûmu oldu-
    ğu üzere, ilmin üstünde başka bir lezzet yokdur. Çünki, ilmin lezzeti, lezzet-
    i rûhânî ve hâlis, husûsî bir lezzetdir. Cismânî lezzet hakîkatde, elemin
    giderilmesinden ibâretdir. Nitekim, yime lezzeti, açlık eleminin giderilmesidir.
    Bu lezzet, rûhânî lezzetin zıddı olup, rûhânî lezzet, cismânî lez-
    – 51 –
    zetlerden dahâ lezzetli ve dahâ rağbetlidir. Bunun için, ikinci imâm Muhammed
    bin Hasen fieybânî hazretleri, ilmî müşkillerin çözülmesini müteakiben
    hâsıl olan rûhânî lezzet ile mütelezzîz olduklarında [bu lezzeti taddı
    klarında], “Sultânların oğulları nerede! işte lezzet budur. Bilhâssa bu lezzet,
    melekûta âid hakîkatler ve ilâhî sırlara dâir tefekkür olunca!” buyurarak,
    neş’esini ve sevinçlerini izhâr ederdi.
    imâm-ı Muhammed hazretlerinin, sevinç ifâde eden bu sözleri, rûhânî
    lezzetin cismânî lezzetlerden dahâ tatlı ve dahâ zevkli olduğunu bildirmekdedir.
    ilmin, başkası tarafından elden alınması ve verilmesi ve devâmına
    hiç kimsenin müdâhalesi bulunmaması gibi bir şeref, meziyet ve lezzeti
    dahâ vardır.
    Câhillerin çoğu, ülemânın mazhar olduğu [kavuşduğu] şerefe nâil
    olmak azminde bulunur ise de, bedenî arzû ve istekleri ile alâkalı mâni’ler,
    onların bu maksada kavuşmalarına mâni’ olur.
    ilmin, kendisinden başka şeylere âid lezzetlere gelince, bu lezzetler
    yâ âhıretle yâhud dünyâ ile alâkalı olur. Uhrevî olan lezzet, ilmin âhı-
    retle alâkalı lezzetlerinin büyüğü ve se’âdet-i ebediyyenin elde edilmesine
    vesîle olmasından ibâretdir.
    Se’âdet iki kısma ayrılır: Birincisi, bir fâidenin elde edilmesidir.
    ikincisi, zararın giderilmesidir.
    Menfe’at te’mîni ve zararın giderilmesi, yâ dînî ve yâhud dünyevî olur.
    Bu durumda dört kısm ortaya çıkar ki, bunlar ilm vâsıtasıyla elde edilir.
    ilm öğrenmek ve öğretmenin dînî fâideleri olduğu gibi, dünyevî fâideleri
    de vardır. Bunlar, insanın sıkıntılı zemânlarında dostu, gurbetde arkadaşı,
    yalnızlıkda sohbet etdiği, her işte müşâviri, her hayra rehberi, düşmanları
    na karşı silâhı olması ve diğer mühim fâidelerdir.
    insanı yüksek derecelere ve üstün mevkı’lere ve herkesin kabûlüne
    kavuşduran ilm ve kemâldir.
    ilm, dînî zararları da giderir. Dînî zarar iki kısmdır: Birincisi, yasakları
    işlemekdir. ikincisi, emrleri terk etmekdir. Yasakları işlemek, nefsin
    zararlı arzû ve isteklerine dalmakdır. Emrleri terk etmek ise, emrleri yapmakda
    tenbellik ve kusûr etmekdir.
    Aynı şeklde ilm, dünyevî zararı da giderir. Dünyevî zarar iki çeşiddir:
    Birincisi, maksadları elden kaçırmak ve kötülüklere düşmekdir. ikincisi,
    kanûn-ı şer’î şerîfe [islâmiyyetin emrlerine] uygun hareket etmemekden
    meydâna gelen kötülüklerin zararıdır.
    ilm, yukarıda bahs edildiği gibi, dünyevî ve uhrevî zararlardan insanı
    korur.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:08 pm

    Onuncu Bolum
    iLMiN MERTEBELERi


    ilm öğretilirken, ilmlerin mertebelerine [sırasına] riâyet edilir. ilmde
    ve her şeyde emr-i ehem, emr-i mühim üzerine takdîm olunur [ya’nî çok
    mühim olan şey, mühim olan şeyden öne alınır]. ilmde ehem [en mühim]
    olan şey, maksada götüren şeydir. Buna göre lafzla alâkalı bahsler,
    ma’nâ ile alâkalı bahslerden öne alınır. Çünki lafzlar ma’nânın mukaddimesi
    olarak, ma’nânın fehm ve idrâkına [anlaşılmasına] vesîledir. Bu durumda
    ilm-i edeb, ilm-i mantıkdan önce gelir. Sonra her ikisi de, usûl-i fıkhdan,
    usûl-i fıkh da ilm-i hilâfdan önce öğretilir.
    ilm öğretilirken, bir ilmin diğer ilmden önce öğretilmesi üç sebebden
    dolayıdır.
    Birinci sebeb: Önce öğretilen ilmin, sonraki ilmden dahâ mühim olması
    ndan ibâretdir. Farz-ı aynın farz-ı kifâyeden önce öğretilmesi, buna
    misâldir ki, farz-ı ayn, farz-ı kifâyeden dahâ ehemmiyyetlidir.
    ikinci sebeb: Önce öğretilen ilmin, sonraki ilme vesîle olmasıdır.
    Nahv ilminin mantık ilminden önce öğretilmesi, buna misâldir.
    Üçüncü sebeb: Önce öğretilen ilmin mevzû’unun, sonra öğretilen
    ilmin mevzû’unun cüz’ü, parçası olmasıdır. Çünki cüz’, bütünden önce
    gelir. Bu bakımdan sarf ilmi, nahv ilminden önce öğretilir.
    Ekseriyâ aralarında öncelik sebeblerinden birşey bulunmadığı hâlde,
    bir ilmin diğer ilmden önce öğretilmesi, aklî şeylerin anlaşılması için
    alıştırma yapma maksadıyladır. Nitekim, önceki âlimlerden bir kısmı,
    hesâb ilmini diğer ilmlerden önce öğretmişlerdir. Ekserîyâ, öğrenilmesi
    çok ihtiyâç olan bir ilmin, diğer ilmlerden önce öğretildiği çok vâkidir. Ekserî
    musannîf-i kirâm hazerâtı [kitâb yazan büyüklerin ekserîsi] nahv ilmine
    sarf ilminden dahâ çok ihtiyâç olduğunu düşündüklerinden, eserlerinde
    nahv ilmini sarf ilminden öne almışlardır.
    Farz-ı kifâyelerin öğretilmesi asrların ve şehrlerin âlimlerine göre farklı
    olmuşdur. Meselâ bir beldede, mîrâsı taksîm etmeyi [ferâiz ilmini] bilen
    bir veyâ iki âlim bulunup da, yirmi kadar fakîh mevcûd ise, o beldede hesâb
    ilminin öğretilmesi usûl-i fıkh ilminin öğretilmesinden dahâ mühimdir.
    Öğrenilmesi lâzım olan ilm, farz-ı ayndır. (Farz-ı ayn) ise, islâmiyyetin,
    herkesin ayrı ayrı öğrenmesini bildirdiği şeylerdir. islâmiyyetin cemâ’at
    tarafından yapılmasını emretdiği şeylere gelince, cemâ’at arasında o
    şeyi bilen bir şahs bulunup, onu yapınca, o farzlar o cemâ’atin diğer fertlerinden
    sâkıt olur [düşer]. Böyle şeylere (farz-ı kifaye) denir. Farz-ı ki-
    – 53 –
    fâye olan ilmler, dünyâ işlerinin muntazam olması için, lâzım olan ilmlerdir.
    Bunlar da, Kur’ân-ı kerîmi ve sünnet-i nebeviyyeyi anlayarak, onları
    tahrîfâtdan korumak, i’tikâd bilgilerini delîlleriyle öğrenip, bunlar hakkındaki
    şübheleri giderebilmek, vaktlere, farzlara, fer’î hükmlere [fıkh ilmine],
    sıhhatin ve ahlâkın korunmasına ve idârî işlere vâkıf olmak, yukarı-
    da sayılan ilmlerden herbirinin tahsîline vâsıta olan lügat, sarf, nahv,
    meânî, beyân, mantık, ensâb ve hesâb ilmleriyle, bunlardan başka maksadı
    n hâsıl olması için önemli vâsıtalar olan diğer ilmleri elde edip, onlara
    vâkıf olmak ve bunlarda mahâret kazanmakdır.
    Bu ilmlerin birbirine göre önem derecesi, ihtiyâca göre değişir.
    işte öğrenilmesi farz-ı kifâye olan bu ilmleri bilen ve onlarla amel
    eden bir âlimin bir cemâ’at içinde bulunmasıyla bu farz o cemâ’atin di-
    ğer ferdlerinden düşer.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:09 pm

    Onbirinci Bolum
    iSLAMiYYETiN iLK ZAMANLARI


    Arab kavmi, islâmiyyetin zuhûrundan evvel, dağınık bir takım ehâlîden
    ibâretdi. Ba’zısı at ve kısrak üzerinde dolaşarak yaşar, ba’zıları da
    ellerindeki deve, koyun, keçi sütleriyle râhat bir hâlde geçinirlerdi.
    Arab kavmi, harşeri birleşdirip yazmayı bilmedikleri hâlde, lisanları
    ndaki genişlik, hayâl kuvvetlerindeki sağlamlık sebebiyle, aralarında meşhûr
    şâirler vardı. Aynı şeklde, medenî esâsları ve insânî hâlleri hiçbir
    kavmden öğrenmemiş oldukları hâlde, şecâ’at ve cömertlik ile aralarında
    ünlü kimseler bulunurdu. Misâfirperverliğe, garîblere yardım etmeye
    son derece riâyet ederlerdi. Yol kesicilikle geçinenler bile, çadırlarına gelen
    garîblere çok iltifât ederlerdi. Hülâsa, insânî fazîletler onlarda âdet hâline
    gelmiş olup, bu hâl üzere yaşarlarken, Mekkeden doğan islâm güneşi,
    mukaddes Hicâz bölgesini ve kısa zemânda pek çok belde ve şehrleri
    aydınlatıp, milletler arasında islâmın esâsları yayılıp, yerleşdi.
    islâmiyyetin ilk zemânlarında, âlimler, ihtiyâç sebebiyle ilm-i ahkâm-
    ı şerî’ate, ilm-i lügat ve ilm-i tıbba ehemmiyyet verdiler.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:10 pm

    Onikinci Bolum
    iLK iSLAM MUSANNiFLERi


    Tedvîn-i ilm ve tasnîf-i kitâb [ilmi toplayan ve kitâb tasnîf] eden zâtları
    n ilki kimin olduğunda, âlimler arasında ihtilâf vardır. Bir rivâyete göre
    musannîf-i kirâmın evveli [kitâb yazanların ilki], hicretin yüzellibeşinci
    senesinde vefât eden, imâm-ı Abdülmelik bin Abdül’azîz bin Cüreyc el-
    Basrî hazretleri olduğu gibi, hicretin yüzelli altıncı senesinde vefât eden
    Ebü’n-Nasr Sa’îd bin Ebî Arûbe hazretlerinin ilk müellif olduğu da rivâyet
    edilmişdir. Bu iki rivâyeti, Hatîb-i Bağdâdî hazretleri bildirmişdir.
    Yine musannîf-i kirâmın evveli [ilk müellif], hicretin yüzaltmışıncı senesinde
    hayâta vedâ etmiş olan [vefât eden] Rebi’ bin Sabîh hazretleri olduğ
    u Ebû Muhammed Râmhürmüzî hazretleri tarafından rivâyet edilmişdir.
    Rebi’ bin Sabîh hazretlerinden sonra, Süfyân ibni Üyeyne ve Mâlik bin
    Enes Medîne-i münevverede, Abdüllah bin Vehb Mısrda, Muammer ile Abdürrezzâk
    Yemende, Süfyân-ı Sevrî ile Muhammed bin Fudayl bin Gazevân
    Kûfede, Hammâd bin Seleme ile Ravh bin Ubâde Basrada, Huşeym
    Vâsıtda, Abdüllah bin Mubârek Horâsânda, mühim bir iş olan ilmleri
    toplamak ve kitâblar yazmak husûsunda büyük gayret göstermişlerdir.
    “Rahimehümullahü teâlâ.”
    Kitâb te’lîf eden büyük zâtlar, gayret ve himmetlerini, Kur’ân-ı kerîm
    ve hadîs-i şerîşerdeki kapalı yerleri ve ma’nâlarını tesbît etmek cihetine
    sarf etmişlerdi. Allahü teâlânın yardımıyla bu yüksek maksadlar güzel
    bir şeklde hâsıl oldu.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:11 pm

    Onucuncu Bolum
    iSLAMI iLMLERiN ONCEKi iLMLER iLE KARIŞMASI


    Emevî devleti zemânında, önceki ilmler nazara alınmamış ve onlara
    i’tibâr edilmemişdir. Abbâsî devletinin kurulmasından sonra, Abbâsî halîfelerinden
    ikinci halîfe Ebû Ca’fer Mansûr zemânında, önceki ilmlere rağ-
    bet gösterildi. Çünki, ikinci Abbâsî halîfesi fıkh ilminde mâhir ve kâmil olduğ
    u gibi, felsefe ilmine ve bilhâssa ilm-i nücûma rağbeti vardı. Bu ilmlerin
    erbâbını seviyordu.
    Abbâsî halîfelerinden yedinci halîfe Abdüllah Me’mûn bin Reşîd dedelerinin
    yolunu tutup, önceki ilmlere pek ziyâde rağbet gösterdi. Büyük
    dedesinin açdığı yolu tahsîl ve tevsi’ ve itmâm ile, temâmladı. Îcâb eden
    mahallerden Eşâtun, Aristo, Calinus, Oklides, Batlamyus ve diğer meşhûr
    hükemânın [filozofların] felsefe kitâblarını getirtip, mahâretli mütercimlere
    arabcaya terceme etdirdi. Sonra bunların ders olarak okutulması
    nı ve öğretilmesini sağlamışdır. Müslimânlar da bunları öğrenmeye
    rağbet etmişdir. Çünkü, ilk zemânlarda müslimânların islâmiyyetden önceki
    bilgileri öğrenmekden men’ olunmalarının sebebi, islâmiyyet akâidinin
    ve diğer kâidelerinin yerleşmesi için idi. [islâmî akâid ve kâideleri yerleşmeden,
    felsefî mes’eleler ile meşgûl olmak, insanların bozuk i’tikâdlı
    olmasına sebeb olur. Nitekim, sonraları bilhâssa Endülüsde, ibni Rüşd,
    ibni Hazm müslimânların birçoğunun doğru i’tikâdının bozulmasına sebeb
    olmuşlardır.] Bu maksad o zemânlarda hâsıl olmuşdu. Bununla berâber
    felsefe ilmlerinin mes’elelerinin çoğu da, diyânâta müteallık olmadığı
    ndan, ikinci Abbâsî halîfesi zemânında rağbet görmeye başladı. Yedinci
    Abbâsî halîfesi zemânında ise felsefe ilmlerinin tahsîl edilmesini gerekdiren
    sebebler temâmlanıp, müslimânlardan pek çok hakîm yetişmiş
    ve böylece islâmî ilmlerin yanında diğer ilmler de şöhret kazanmışdır.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:12 pm

    Ondorduncu Bolum
    TEDVIN VE MUDEVVENATIN KISMLARI


    Fazîlet ve kemâl erbâbının ma’lûmu olduğu üzere, kitâb yazma
    husûsunda musannifîn-i kirâm hazretlerinin [müellişerin] görüşlerinin ve
    gâyelerinin farklı olması, ilmî kitâbların çoğalmasına sebeb olmuşdur. Fekat
    ma’nâ bakımından kitâblar ikiye ayrılır: Birinci kısm, ahbâr-ı mürseleyi
    [naklen gelen haberleri], ikinci kısm, ilmî kâideleri ihtivâ eden kitâblardı
    r.
    Naklen gelen haberleri ihtivâ eden kitâblar, târih kitâblarıdır. Bunlar
    nazm hâlinde olduklarından, şâirlerin dîvânlarında toplanmışdır.
    ilmî kâideleri ihtivâ eden kitâblar, mikdâr bakımından üç kısma
    ayrılır:
    Birinci kısm, muhtasar kitâblardır. Bu cins kitâblar, tahsîlini temâmlamı
    ş olanlar ile, keskin zekâya sâhib olan ve ilme yeni başlayan zekî
    talebelere fâideli olur.
    ikinci kısm, geniş ve büyük kitâblardır. Bunlar mütâle’a için fâidelidir.
    Üçüncü kısm, vasat kitâblardır. Bunlar ne kısa ne de genişdir. Orta
    hâlde olan kitâblardır. Böyle kitâbların herkese fâidesi çokdur.
    Te’lifat [yazılan eserler] yedi kısma ayrılır:
    Birinci kısm, dahâ önce te’lîf edilmemiş olan mes’elelerin ilk olarak
    toplanması ve yazılmasıdır.
    ikinci kısm, eksik olan bir kitâbın temâmlanmasıdır.
    Üçüncü kısm, ifâdeleri ve mes’eleleri kapalı olan bir kitâb için şerh
    yazılmasıdır.
    Dördüncü kısm, bir büyük kitâbın ma’nâsı bozulmaksızın kısaltılması
    dır.
    Beşinci kısm, çeşidli mes’elelerin toplanıp, dikkatli bir şeklde muhâfaza
    edilmesidir.
    Altıncı kısm, çeşidli mes’eleleri fazlalıklarını atarak tertîb etmekdir.
    Yedinci kısm, sehv ve hatâsı görülen bir kitâbın düzeltilmesidir.
    işte te’lîf işi, yukarıda beyân edilen kısmlar çerçevesi içerisinde yapı
    lır.
    – 58 –
    Her bir müellifin te’lîf edeceği kitâbın, beş fâideden hâlî [uzak], olmaması
    lâzımdır.
    Bu faideler şunlardır: Birincisi, müşkil mes’elelerin istinbâtıdır. ikincisi,
    çeşidli mes’elelerin toplanmasıdır. Üçüncüsü, anlaşılması güç ve kapalı
    mes’elelerin şerhi, açıklanmasıdır. Dördüncüsü, nazmın ve te’lîfin şeklini
    güzelleşdirmekdir. Beşincisi, fazlalık ve uzunluğun giderilmesidir.
    Bir kitâbı te’lîfden, yazmakdan maksad ne ise, fazlalık yapmadan
    ve noksan bırakmadan yazılması, garîb lafzlar ve çeşidli mecâzlar kullanmakdan
    sakınılması, bir ilmin diğer ilmle karışdırılmaması, delîl göstermekden
    uzak kalınmaması, tertîbinin güzel olması, ifâdelerinin kısa, delîllerinin
    açık ve zemânın insanlarının ihtiyâcına münâsib, kısa yazılması
    îcâb eden yerde kısa, uzun yazılması îcâb eden yerde uzun olması, îzâhı
    îcâb eden yerlerde îzâhların ve ta’rîşerin lâyık olduğu üzere icrâsı ve
    bunlara benzer durumlara dikkat ve i’tinâ edilmesi kitâb te’lîf etme işinin
    şartlarındandır.
    Her kitâbın baş tarafında, o kitâbı yazmakdan maksadın ne oldu-
    ğunu, neden bahs etdiğinin güzelce ifâdesi, kitâbda bahs edilen ilmin çeşidini
    ve mertebesini, müellifin ismini, öğrenme ve öğretme usûlünü
    açıklamak, müellişerin güzel âdetlerindendir.
    Garaz, netîce ma’nâsınadır. Tasavvurda önce, fi’lden sonra olur.
    Fâide ve menfeat, tabî’atı teşvîk eder.
    Kitâbın baş tarafına yazılan mukaddime, kitâbın tafsilâtını kısaca ifâde
    eder. Bu mukaddime ba’zan besmele ile ba’zan da o ilme âid lafz ve
    ifâdelerle olur.
    Mukaddimede, kitâbda yer alan ilmin nev’ini beyân etmek kitâbın
    güzelliklerindendir ki, bu mevzû’ demekdir. Bundan bahs etmek, kitâbın
    mertebesinin bilinmesi maksadındandır.
    Kitâbın müellifinin isminin yazılması, müellifinin kadrini bildirmek
    maksadındandır.
    Kitâb, ba’zan ilmin bir çeşidini, ba’zan da ilmin bölümlerinden bir
    bölümü içine alır.
    Mukaddimede, ilmin mertebesinden, tertîb ediliş şeklinden ve öğ-
    renilmesi usûlü gibi şeylerden bahs etmek de, birçok fâideden hâlî de-
    ğildir.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:13 pm

    Onbeşinci Bolum
    KiTABLARIN ŞERHi


    Ma’lûm olduğu üzere herbir müellif, yazdığı kitâbını açıklamaya
    ihtiyâç bırakmadan, ma’nâlarının ve mes’elelerinin anlaşılması maksadıyla
    te’lîf etmiş olacağı tabi’î ve ma’lûm ise de, aşağıda açıklanacak olan
    üç sebebden dolayı, kitâblara şerh yazılmağa lüzûm ve ihtiyâç olduğu görülmüşdür.
    Birincisi, müellifin ilmde sâhib olduğu mertebeye göre, te’lîf etdi-
    ği kitâb, latîf ve kısa ibârelerle arzû edilen ma’nâlara temâmen delâlet eder.
    Ancak, müellifin bulunduğu yüksek derecede bulunmayan kimselere o kitâbı
    anlamak ve öğrenmek zor gelir. işte bu zorluğun ortadan kaldırılması
    için, gerek kitâbın kendi mü’ellifi tarafından, gerek diğer âlimler tarafı
    ndan şerhler yazılmışdır.
    ikincisi, kitâblarda kıyâsların ba’zı mukaddimeleri açık olması sebebiyle
    zikr edilmemişdir. Yâhud ba’zı kıyâsların tertîbi terk edilmiş ve ba’zı
    hükmlerin illetlerinin beyânı dikkatden kaçmışdır. Bu sebeblerle önemli
    mukaddimelerin zikr ve beyânı ve kitâbın bahs etdiği ilmde ta’rif olunması
    lâzım gelen bahslerin anlatılması, mukaddimelerin ve kıyâsların tertîbi
    ve musannifin göstermediği illetlerin gösterilmesi îcâb etmişdir. Hulâsa
    kitâbın te’lîfinden maksad olan fâidenin güzel bir tarzda hâsıl olması
    için, gerekli bilgilerin beyânı husûslarında görülen lüzûm üzerine, âlimler
    tarafından kitâblara şerhler yazılarak, en açık şeklde kolayca anlaşılmaları
    na önem verilmişdir.
    Üçüncüsü, te’lîf edilen kitâblarda, ba’zı lafzlar te’vîl gerekdiren
    ma’nâlar ihtivâ edebilir. Yâhud mecâzî lafzlar ve delâlet-i iltizâmiye bulunabilir.
    Ba’zı kitâblarda ise, insanlık îcâbı sehv ve galat bulunması,
    ba’zı mühim hükmlerin terk edilmesi yâhud zarûretsiz tekrârların bulunması
    gibi noksanlıkların giderilmesi için şerhler yazılmağa lüzûm görülmüşdür.
    fierhlerin tertîbi ve yazılması üç kısma ayrılır:
    Birinci kısm, ifâdesi tatlı olan arabî lisanı ile te’lîf edilen kitâblar üzerine
    “kâle (dedi)” ve “ekûlü (derim)” kelimeleri ile yazılan şerhlerdir.
    (fierh-i mekasıd), (fierh-i tavali’) ve (fierh-i adud) kitâbları böyle şerhlerdendir.
    Kitâbın metni ba’zı şerhlerde yazılmış ve ba’zılarında yazılmamı
    şdır. Ba’zı şerhlerde kitâbların metninin yazılmamasının sebebi, metnin
    ayrılmadan şerhin içinde yazılmasındandır.
    ikinci kısm, “kavlühû (onun sözü)” ifâdesiyle yazılan şerhlerdir.
    – 60 –
    ibn-i Hacer ve Kirmânî hazretleri ve bu zâtların emsâli olan âlimlerin, (Buhariyi
    şerif) üzerine yazdıkları şerhler böyledir. Böyle şerh yazan âlimler,
    kitâbın metnini almayıp, sâdece açıklanacak yerleri almışdır. Bununla
    berâber bu çeşid kitâbların nüshâlarını çoğaltanlar tarafından kitâbı
    n metni de şerhden ayrı bir bölümde yazılmışdır.
    Üçüncü kısm, metnin ibâresi ile karışmış, içiçe girmiş olan şerhlerdir.
    Böyle şerhlere “fierh-i memzûc” denir. Bu şeklde yazılan şerhlerde
    metnin ibâresi ile şerhin ibâresi birlikde yazılıp, sonra metnin ibâresi
    şerhin ibâresinden metin anlamına gelen “mim” harfi ile ve şerh anlamı-
    na gelen “şın” harfi ile ayrılır. Yâhud da metnin üzerine bir çizgi çekilerek,
    şerhle metin birbirinden ayrılır. Muhakkik âlimlerden ekserî şârîhlerin
    şerh işinde âdetleri bu şekldedir. Fekat bu tarz şerhde metnin ibâresi
    ile şerhin ibâresinin karışdırılmasından ve galat vukû’ bulmasından korunulamadığı
    âlimler tarafından beyân edilmişdir.
    Kitâblara şerh yazmak husûsunda âlimlerin koydukları âdâb ve
    şartlardan birisi, kitâbı şerh eden zâtın, şerh husûsunda bütün gayretini
    sarf ederek, noksansız bir şerh edici olmasıdır. Fekat sahîh ma’nâyı bulmak
    mümkin olmayan bir ibâreye rastlanınca, o şeyi sâdece açıklayıp düzeltmekle
    müellif hakkında hiçbir sûretle riâyetsizlikde bulunmamak lâzı
    mdır. Çünki insan, unutmaya ma’rûz kalabileceğinden, hatâ ve noksandan
    ârî değildir [korunmuş değildir]. insanın hatâsı, sâhib olduğu fazîletlerin
    ve kemâlâtın inkârını gerekdirmez. Bu cihetle selef için uygunsuz sözler
    söylemekden sakınmak, halef olanların edebinin îcâbıdır. Kitâbın
    metninde rastlanan böyle noksanları şerhlerde “Kîle (denildi)”, “zanne (zan
    etdi)”, “veheme (vehmetdi)” ve “i’terada (i’tirâz etdi)” ve “ucîbe (cevâb verildi)”,
    “ba’d-ış-şurrâh ve’l-muhaşşî (şerh ve hâşiye yazanlardan ba’zısı)”,
    “ba’d-uş-şurûh ve’l-havâşî (ba’zı şerhler ve hâşiyeler) gibi, kinâyeli ifâdelerle
    temâmlamak, sonra gelen fazîlet sâhibi âlimlerin güzel âdetlerindendir.
    Sonra gelen âlimler, önce gelen âlimler hakkında i’tirâzı uygun görmeyip,
    son derece ta’zîm ile edeb yolunu gösterdiler. Böyle yanılmaları,
    hattatların, kitâbın nüshâsını çoğaltanların hatâsına atf ederek, büyük
    ve derin âlimleri hatâ isnâd edilmekden muhâfaza etmişlerdir. Ba’zı yanı
    lmaları da önceki âlimlerin bahs ve ifâdeye (konunun iyi anlaşılması için
    hassâsiyet gösterirken), son derece önem vermelerine hamletdiler. Çünki,
    önceki âlimlerin kitâblarında görülen ba’zı yanılmaların, ülemânın hâşâ
    ilmdeki iktidârsızlıklarına bağlanması hiçbir sûretle câiz olmadığından,
    ilm ehline uygunsuz söz söylenmesi, onların kötülenmesi temâmen yersizdir.
    Bu husûsda aslâ insâfdan uzaklaşmamak âlimler arasında ilmin
    âdâblarından sayılmışdır.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:14 pm

    Onaltıncı Bolum
    iSLAM MUELLiFLERiNiN KISMLARI VE HALLERi


    ilm ve kemâl sâhiblerinin ma’lûmu olduğu üzere, mu’teber eserlerin
    erbâbından olan müellişer iki kısmdır:
    Birinci kısm, ilmde tam bir melekeye, kâfi dirâyete, sağlam tecribelere,
    doğru ve isâbetli görüşe ve keskin bir anlayışa sâhib olan müelliflerdir.
    Böyle müellişerin tasnîf etdikleri eserleri, basîret, keskin fikr ve isâbetli
    görüşlerin mahsûlü olması sebebiyle, i’tibâr ve şöhret kazanmışdır.
    Bu kısm âlimler Nasîr, Adud, Seyyid fierîf Cürcânî, Sa’deddîn Teftazânî
    ve Celâl gibi mu’teber zâtlardır. Bu zâtların her birinin eserleri, gerek lafzlar,
    gerek ma’nâlar bakımından, âlimler ve fâdıllar tarafından hüsn-ü kabûle
    mazhâr olmuşdur.
    ikinci kısm, bu müellişer de, önceki asrlarda geçen müelliflerden
    olup, mu’teber kitâblardan istinbâta ve istihrâca [hükm çıkarmaya] muvaffak
    oldukları mes’eleleri, güzel bir tarzda tertîb etmişlerdir. Bu konuda
    sarf etdikleri ilmle alâkalı husûsî himmet ve gayretleri sonra gelenlere
    istifâde için misâl olmuşdur. Bu kısm müellişerden ba’zıları yazdığı ilmî
    eserini başkaları için değil, kendi husûsî istifâdesi için, tertîb etmiş ve
    yazmışdır. Ancak böyle te’lîf edilen eserler, başka ilm erbâbının da istifâdesine
    hizmet etmişdir.
    ilm talebelerine, anlayabildikleri ve idrâk edebildikleri ilmî mes’eleleri
    zemânın ihtiyâcına göre te’lîfine âlimler tarafından izn verilmişdir. Fekat
    bu çeşid te’lîf edilen eserlerin güzel tertîb edilerek, yazılmasına ve
    okunması sırasında noksanlık veyâ fazlalık görüldüğü takdîrde düzeltilmesine
    dikkat ve i’tinâ gösterdikden sonra, neşr edilebileceği şartını
    koymuşlardır.
    Dahâ önceleri ba’zı kimseler, tasnîf ve te’lîfin lüzûmunu kabûl etmemişler
    ise de, bunun hased sebebiyle olduğu anlaşılmışdır. Aşağıda
    yazılan şi’r, tasnifin lüzûmunu kabûl etmeyen bu kimselere cevâb olmuşdur.
    Arabî şi’r tercemesi:
    Muâsır için hiçbir şey görmeyen,
    Öncekileri takdîm eden kimseye de.
    Bu takdîm yeni ortaya çıkdı,
    Böylece devâm edip gidecekdir.
    – 62 –
    Fazîlet ve ilm erbâbının ma’lûmu olduğu üzere, fikrler ve nazarlar için
    belli bir sınır yokdur. Her âlim ve her talebe [ilm öğrenen] bunlardan bir
    paya sâhibdir. Takdîr edilen zemân gelince, herkesin nasîbine kavuşması
    ve istifâde etmesi tabi’îdir. Akllar ve fikrler husûsunda, hiçbir kimse ile
    iddiâya girmek insâfa muvâfık olamaz. Çünki âlem-i ma’nevî, coşan bir
    deryâ gibi geniş olup, ilâhî feyzler için kesilme ve nihâyet yokdur.
    ilmler ve ma’rîfetler, ilâhî mevhîbelerden, ihsânlardandır. Allahü
    teâlânın sonra gelen ülemâdan ba’zısına ihsân buyurduğu kemâlâtı, önceki
    ülemâdan birçok zâta ihsân buyurmamış olduğu inkâr olunamaz. Bu
    sebebden, “Önce gelen sonra gelene birşey bırakmadı” sözüne dayanarak
    aldanmamalıdır. Bilâkis doğru sözün, “Öncekiler sonrakiler için nice
    şeyler bırakdı” sözü olduğu, ba’zı âlimler tarafından beyân buyurulmuşdur.
    Çünki birşey, zâtı i’tibâriyle mu’teberdir. Yoksa önceliği ve sonralı-
    ğı i’tibâriyle değildir. “Önce gelen sonra gelene birşey bırakmadı” sözü,
    ilm ehlinin ilmleri tahsîline olan meylini ve rağbetlerini kırarak, ilmi sâdece
    öncekilerin eserleriyle sınırlamaya işâret etmekdedir. Bu sebeble önceki
    âlimler tarafından bu söz kabûl edilmemişdir.
    Önceki âlimler, ilmin usûllerini tesbît edip, yayma husûsûnda, husûsî
    bir yere sâhib oldukları gibi, sonra gelen âlimler de ilmin usûllerini kollara
    ayırma şerefine kavuşarak, meşhûr olmuşlardır. Ba’zı âlimler, (hikmetleri
    ortaya koyanlar, edebleri yazanlar, sonra gelen âlimlerdir. Onları
    n eserleri lafz bakımından dahâ güzel, lügat bakımından dahâ kolay,
    ta’kîb etdikleri tarz bakımından dahâ sağlam ve dahâ açıkdır,) demişlerdir.
    Büyük islâm âlimlerinden ve müteahhirîn âlimlerin meşhûrlarından
    allâme Seyyid fierîf Cürcânî hazretlerinin kıymetli eserlerini, Osmânlı
    âlimlerinden merhûm Hâce-zâdenin dâimâ medh etdiği ve sitâyiş ile
    yâd etdiği bildirilmekdedir. Seyyid fierîf Cürcânî hazretlerinin te’lîf etdi-
    ği eserler, ülemânın en büyük mürâce’at ve istifâde kaynağı olduğu ittifâkla
    kabûl edilmişdir. [Seyyid fierîf Cürcânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” 740
    [m. 1339]da tevellüd, 816 [m. 1413]da vefât etdi. Hâce-zâde Muslih-uddîn
    Mustafâ bin Yûsüf, 893 [m. 1487]de Bursada vefât etdi. Fâtih Sultân
    Muhammed hânın hocası ve istanbul kâdîsi idi.]
    Âlimlerin büyüklerinden mevlânâ fiemseddîn Fenârî hazretlerinin zemânı
    na kadar, Osmânlı medreselerinde ilm talebesinin istirahâtı ve husûsî
    işlerini görmeleri için ayrılan ta’til günleri, Cum’a ve Salı günleri idi.
    Mevlânâ fiemseddîn Fenârî hazretleri, Pazartesi gününü de ta’til etmişdir.
    Pazartesi gününü, müteahhirîn âlimlerin büyüklerinden olan Sa’deddîn
    Teftazânî hazretlerinin eserlerini, ilm talebelerinin yazmak ve okumak
    sûretiyle öğrenmelerine ayırmışdır. [Molla Fenârî, Osmânlı şeyh-ül-islâmları
    nın birincisidir. 751 de tevellüd, 834 [m. 1431]de vefât etdi. Bursadadı
    r. Teftâzânî 722 [m. 1322]de tevellüd, 792 [m. 1389]da Semerkândda
    vefât etdi.]
    – 63 –
    Âlimlerin büyüklerinden Ebülleys “rahimehullah” hazretlerinin beyân
    buyurduğu üzere, ilm ehli, Allahü teâlâdan havf ve haşyet üzere olmalı
    dır. Allahü teâlânın yaratdıklarına karşı merhametli ve şefkatli olmalı
    dır. Belâlara tahammül edip, sabrı huy hâline getirmeli, yumuşaklı-
    ğı tabi’at, tevâzû’u âdet edinmelidir. iffet ve istikâmetden ayrılmayıp, ilmleri
    ve kitâbları mütale’a husûsunda devâm üzere olmalıdır. Hakkın ve doğ-
    runun ortaya çıkmasında güzel mu’âmele edip, insanlarla münâzea, mücâdele
    ve husûmete düşmemelidir. Kendi işleri ile meşgûl olup, hasmından
    intikâm almak fikrinde ve kasdında bulunmamak lâzım ve mühimdir.
    Hasmı mağlûb etmek, ilm ve kemâl ile olur. Âlimler için, yimekde, giyinmekde
    ve ev kurmakda ve diğer bütün işlerde selef-i sâlihînin yolunu tutmak
    lâzımdır. Çünki mubâh ile zînetlenmek her ne kadar harâm olan işlerden
    değil ise de, mubâhları kullanarak râhat etmek ve mubâhlara çok
    dalmak âlimler için uygun değildir. islâmiyyetin beyân buyurduğu şeklde
    kesb ve ticâret yapmak, mekân ve yimekde, giyinmekde ve nikâhda
    vasat hâli geçmemek de ilmî âdâblardandır. [Ebülleys “rahimehullah” 373
    [m. 983]de vefât etdi.]
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:16 pm

    Onyedinci Bolum
    iSLAMİ İLMLER


    Şehirlerde ve beldelerde tedâvülde olan ilmler iki kısmdır: Birinci
    kısm, tabi’î ilmlerdir. ikinci kısm, naklî ilmlerdir.
    Tabi’î olan ilmler, insanın fikr ve nazar [düşünme, inceleme] kuvveti
    ile hâsıl olur. Bu ilmlere, ulûm-i hikemiyye denir.
    Naklî olan ilmler, şer-i şerîfin vad’ından alınmış olan ilmlerdir. Bu ilmlere
    ulûm-i vad’ıyye-i nakliyye denir. Bu ilmlerin hepsi şerî’atin vad’ına,
    bildirmesine dayanır. Bu ilmlerde aklın dahli yokdur. Fekat, bu ilmleri kaynakları
    ndan istinbât ve istihrâç ederken [çıkarırken] fer’î mes’elelerde aklı
    n dahli vardır. Çünki, birbirini ta’kîb eden hâdiseler, sâdece şerî’atin
    vad’ıyla nakl-i küllînin içinde yer almaz. Bu hâdiseler için çeşidli kıyâsları
    n yapılmasına ihtiyâcın lüzûmu açıkdır. Lâkin, bu kıyâs haberden çıkar.
    Ya’nî vad’î olan asl hükme dayanır ve naklden doğduğu için nakle bağ-
    lı olur.
    Arabî ilmler, şer’î ilmlere tâbi’ ve o ilmlere yardımcıdır. Çünki, lisan-
    ı arabî, arab kavminin ana lisanı olup, Kur’ân-ı kerîm, en üstün ve en güzel
    lisan olan bu lisanda nâzil olmuşdur.
    Ulûm-i nakliyyenin pekçok kısmları vardır. Her mükellef olan, ya’nî
    âkıl ve bâlig olan kimsenin, kendisi ile çoluk-çocuğu üzerine farz olan ahkâm-ı
    ilâhiyyeyi bilmesi lâzımdır.
    Ahkâm-ı ilâhiyye, nâs veyâ icmâ’ veyâhud ilhâk ile, kitâb ve sünnetden
    alınır. Bu hâlde kitâbdan ya’nî Kur’ân-ı kerîmden hükmlerin çıkarılması,
    önce Kur’ân-ı kerîmin lafzlarının beyânına bağlıdır. Bunu te’mîn eden
    ilm (ilm-i tefsir-i şerif)dir.
    Kur’ân-ı kerîmin nakl ve rivâyetini Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi
    ve sellem” hazretlerine isnâdından ve kırâetinde kurrânın değişik rivâyetlerinden
    bahs eden ilm ise, (ilm-i kıraet)dir.
    Sünnet-i seniyyenin Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
    hazretlerine isnâdından ve haberlerine i’timâdın hâsıl olması için, sünnet-
    i nebeviyyeyi nakl ve rivâyet eden zâtların hâllerinden bahs eden ilm
    de (ilm-i hadis-i şerif)dir.
    Ahkâmın [hükmlerin] kaynaklarından, istinbât ve istihrâcını [çıkarılması
    nı] gösteren ilm, (ilm-i usul-i fıkh)dır.
    Ahkâm-ı ilâhiyyeye vâkıf olmanın netîcesi olmak üzere, ef’âl-i mü-
    – 65 –
    kellefîne âid, furûat-ı şer’iyyeden bahs eden ilm, (ilm-i fıkh-ı şerif)dir.
    fier’î emrler, hâricî işlerle alâkalı olduğu gibi, kalbe âid işlerle de alâkalı
    dır.
    Kalbin fi’llerine âid olan teklîf [emr], îmân ve i’tikâd edilmesi lâzım
    olan şeylere inanmakdır. Bu da Allahü teâlânın zât ve sıfatına, nübüvvete,
    âhırete ve kaderle alâkalı i’tikâd bilgilerine inanmakdan ibâretdir. Bu
    i’tikâd bilgilerinin aklî delîller ile isbâtından bahs eden ilm, (akaid ilmi)
    dir. Bu ilme, (ilm-i kelam) da denir.
    Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîşeri bilmek, arabî ilmlerde tam bir mahâret
    sâhibi olmağa bağlı olduğundan, bu durum arabî ilmlerin öncelikle
    öğrenilmesine sebeb olmuşdur. Arabî ilmler, ilm-i lügat, ilm-i nahv, ilmi
    beyân ve bunların benzerleri olan ilmlerdir.
    fier’î ilmler, müslimânlar arasında son derece ilerlemiş ve bu yolda
    âlimler ve sultânlar tarafından pekçok fedâkarlıklar yapılmışdır.
    Arab kavmi, islâmın başlangıcında ve dahâ evvelki zemânlarda ilme
    ve san’ata âşinâ değillerdi. Asr-ı se’âdetden tâbi’în asrının sonuna kadar,
    ahkâm-ı şer’iyyeyi, nübüvvetin kaynağından [Resûlullahdan “sallallahü
    aleyhi ve sellem”] ve Eshâb-ı kirâmın ağızlarından almışlar ve zapt
    ve muhâfaza etmişlerdir. Böylece, din ve dünyâ işlerini gâyet güzel bir
    şeklde yürüterek, ilm öğretme ve tedvîn işine ihtiyâcları yokdu. Dahâ sonra
    Kur’ân-ı kerîmin tefsîrlerinin ve hadîs-i şerîşerin yazılmasına ve hadîs
    isnâdlarının bilinmesine ve râvîlerinin ta’dîline lüzûm ve ihtiyâc görüldü.
    Bu ihtiyâc, ahkâm-ı şer’iyyenin farklı zemânlar ve hâdiseler arasında
    zâyı’ olmaması maksadına bağlı idi. Dahâ sonra kitâb ve sünnetden ahkâmı
    n istinbât ve istihrâcı hâdiselere bağlı olarak çoğaldı. Lisan ve lügatda
    bozukluk emâreleri ortaya çıkınca, nahv kâidelerinin yazılmasına şiddetle
    lüzûm hâsıl oldu. Ulûm-i şer’iyyenin temâmı, istinbât ve kıyâsda melekelerden
    ibâretdir. Bu melekelerin güzel bir şeklde hâsıl olmasını te’mîn
    eden diğer ilmlerin, ya’nî arabî ilmlerle, istinbât ve kıyâsla alâkalı kâidelerin
    ve ilm-i kelâmın ortaya konmasına lüzûm görüldü. Bunların diğer
    san’atlarla birlikde öğrenilmesine ihtiyâç duyulmuş ise de, bu ilmlerin öğ-
    retilmesi ve öğrenilmesine arabların o zemân bedevî hayâtları müsâid de-
    ğildi. Bundan dolayı bu ilmler, zarûrî olarak göçebe olmayanlara ve şehrde
    oturanlara âid olmuşdur. O zemânlarda şehrde yaşayanlar, fâris ehli
    ve diğer göçebe olmayanlardı. Bu i’tibârla, şehrde yaşayanlar ilm ve fende,
    o devrlerde bedevîlerden dahâ çok ilerlemişdir. Bu sebeble nahv ilmi
    imâmlarının meşhûrlarının ekserîsi ve hadîs-i şerîf âlimleri ve hâfızları,
    usûl-i fıkh ülemâsı, ilm-i kelâmda mütehassıs ve mâhir olan zâtların hepsi
    ve büyük müfessirlerin ekserîsi, diğer ilm ve fen sâhibi meşhûr âlimlerin
    temâmı şehrde yaşayanlardan ve fâris ehlinden idi.
    Arabî ilmler, şer’î ilmlerin anahtârı ve bunların öğrenilme vâsıtası-
    dır. Aynı şeklde, ulûm-i akliyye ve hikemiyyenin de öğrenilmesine vâsı-
    – 66 –
    tadır. Çünki ulûm-i akliyye vaktiyle islâm âlimleri tarafından arabîye mükemmel
    bir şeklde terceme edilmişdi. Böylece islâm beldelerinde ulûmi
    hikemiyyât ve akliyyât da ziyâdesiyle terakkî etmişdir. Bundan dolayı
    ulûm-i hikemiyyenin öğrenilmesi de arabî ilmlerin öğrenilmesine bağlı olmuşdur.
    Arabî lisanının temelleri dörtdür: Birincisi, ilm-i lügat, ikincisi, ilmi
    nahv, üçüncüsü, ilm-i beyân, dördüncüsü, ilm-i edebdir. Bu dört temel
    ilmi bilmek zarûrîdir. Çünki ahkâm-ı şer’iyyenin kaynağı olan kitâblar
    arabî olduğundan, arabî ilmleri öğrenmek lâzımdır.
    Arabî ilmlerin [âlet ilmlerinin] en mühimi ve en başta geleni nahv ilmidir.
    Hadîs-i şerîfde bildirildiği üzere, her mükellefin öğrenmesi farz-ı ayn
    olan ilmin hangisi olduğu husûsunda, âlimler arasında ihtilâf meydâna geldi.
    Müfessirlere ve muhaddislere kavline göre farz-ı ayn olan ilm, ilmi
    kitâb ve ilm-i sünnetdir. Fıkh âlimlerine göre ise, farz-ı ayn olan ilm, harâm
    ve halâl ilmidir.
    Mütekellimîn [Kelâm âlimleri], ya’nî akâid âlimleri tarafından farz-ı
    ayn olan ilm, ilm-i tevhîd ve sıfat diye beyân edilmişdir. Tesavvuf ehli tarafı
    ndan ilm-i kalb, ehl-i hak tarafından ise, ilm-i mükâşefedir, denilmişdir.
    Fekat işin hakîkatına en yakın olan, “islamiyyet beş temel uzerine
    kurulmuşdur” hadîs-i şerîfinde bildirilen farzlardan ibâret olduğu beyân
    edilmişdir. Bu hadîs-i şerîf, tevhîd [îmân], nemâz, zekât, Ramezân-ı şerîf
    orucu ve Hacc-ı beyt farzlarının beyânından ibâretdir. Bunlar bütün
    müslimânlara farzdır. Bütün müslimânlar tarafından öğrenilmesi farz-ı ayn
    olan ilmin, islâmın bu beş şartı olduğu, âlimlerin büyüklerinden fieyh Ebû
    Tâlib-i Mekkî tarafından tercîh olunmuşdur. [Ebû Tâlib-i Mekkî, Sôfiyyei
    aliyyenin meşhûrlarından olup, 386 [m. 996]da Bağdâdda vefât etdi.]
    Ba’zı âlimler tarafından, bahs olunan bu beş farzın, ancak ihtiyâç
    ve lâzım olduğu kadar öğrenilmesinin farz olduğu kaydedilmişdir. Buna
    göre bir kimse, dahve [kuşluk] vakti bülûga erse, o kimsenin, Allahü teâlâyı
    sıfatları ile delîllerini düşünerek bilmek ve kelime-i şehâdeti ma’nâsı
    ile berâber öğrenmesi, öğle vaktine kadar yaşarsa tahâret ve nemâzla
    alâkalı hükmleri, eğer Ramezâna kadar yaşarsa oruca âid hükmleri, mala
    sâhib ise, zengin ise zekât bilgilerini, hac yapmaya gücü yetiyorsa, hac
    bilgilerini öğrenmek farzdır diye beyân etmişler ve bunun (Fetava-ı Tatarhaniyye)
    den nakl olunduğunu söylemişlerdir. [(Tatarhaniyye) fetvâ kitâbı
    nı, hanefî fıkh âlimlerinden Âlim bin Alâ, büyük tâtâr hânı için hâzırlamı
    şdır. Âlim bin Alâ 688 [m. 1289]da vefât etdi.]
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:17 pm

    Onsekizinci Bolum
    iLM MELEKESi


    Ma’lûm olduğu üzere, ilmde derinleşmek, ilmî kâideleri öğrenip, iyice
    kavramakla ve ilmî mes’elelere vâkıf olmak ve kaynaklardan mes’elesinin
    hükmlerini istinbât ve istihrâç [çıkarmak] husûsunda kuvvetli bir melekenin
    hâsıl olması ile mümkin olur.
    Meleke denilen şey, fehmin gayridir [anlamak ve bilmekden başka
    bir şeydir]. Melekelerin hepsi, cisme bağlı şeylerdir. Cismânî şeylerin hepsi
    duyu organlarıyla his edilir. Bu durumda ilmler, öğretilerek elde edildikleri
    için, sınâîdirler ya’nî öğretim usûlleri ile öğrenilir. Bütün ilmler
    san’atla ya’nî usûl ve kâidelerle öğretildiklerinden, bunlarda sened ve delîller
    mu’teberdir.
    ilm ve san’at adı verilen şeylerin hepsi, meleke-i nefsâniyyeden ya’nî
    nefsde iyice yerleşmesinden ibâretdir.
    ilm ve san’at ismi ile ta’bîr edilen şeylerin temâmı meleke-i nefsâniyyeden
    ibâret olur.
    ilm, kalb ve lisana mahsûs olur. San’at da, terzilik gibi el ile iş
    yapmayı gerekdirir.
    Ba’zı âlimlerin beyânına göre, bahs edilen melekeye sâhib olan kimse
    için, hâsıl olan ma’lûmât, yâ araşdırmakla veyâ nazar ve istidlâl ile [delîl
    ile] elde edilir.
    Araşdırma ile elde edilen bilgiler, nahv ve san’atlar, fesâhat ve bedi’
    gibi ilmlerdir. Nazar ve istidlâl ile elde edilen ma’lûmât da, ilm-i kelâmdı
    r.
    Yukarıda geçdiği gibi, iki şeklde elde edilen ma’lûmâtın, birincisine
    “sınâ’at” [san’at], ikincisine “ilm” ismi verilir.
    Allâme Zemâhşerî, Tefsîr-i kebîrinin baş tarafında, bunun aksini söyleyerek,
    meânî ile beyân için “ilm” ta’bîrini kullanmış, ilm-i kelâma da “sı-
    nâ’at” ismini vermişdir. Bu mevzû’da dahâ başka muhtelîf sözler var ise
    de, bahs etmekde fâide görülmediği için burada yazılmadı. [Zemâhşerî,
    (Keşşaf tefsiri)nin müellîfidir. 467 [m. 1074]de tevellüd, 538 [m. 1144]de
    vefât etdi. Tefsîri, Kur’ân-ı kerîmin belâgatini göstermekde şâheserdir.
    Kendisi, mu’tezîli idi.]
    Ma’lûm olduğu üzere, ilmi hıfz ve ezberlemeye gayret edenler,
    ilmde meleke kazanmaya gayret edenlerden çokdur. Hâlbuki, ilmleri
    – 68 –
    öğrenmekden maksad, ilmlerde fâideli ve derin bir meleke kazanmakdı
    r. ilmleri, hıfz ve ezberlemekle tam bir meleke hâsıl olmaz. Ezberlemekle
    ilmî bir meleke hâsıl olsa bile, bu meleke tam bir meleke olma özelli-
    ğini taşımayıp, noksan melekeler kabîlindendir. “Meleke-i ilmiyyeden
    maksad, hıfz ve ezberdir” diye zan edenlerin bu düşüncelerinde isâbet
    etmedikleri kabûl edilmişdir. ilmleri öğrenmekden maksad, ancak meleke-
    i istihrâc ve meleke-i istinbâtdan ve delîllerden medlûle sur’ati intikâlden
    ibâretdir. Meleke-i istihdârdan [hâfızada tutup, hâtırlamak] ibâret olan
    hıfz ve ezber, meleke-i istihrâca ilâve edilince, gâyet makbûl ve mu’teber
    olduğu, sâdece ezber ile ilmde istenen istinbât melekesinin hâsıl olmayacağı
    açıkdır. Hıfz ve ezber, hâfızadakileri hâtırlamakdan ibâret
    olup, hâfızanın kuvvetli ve za’îf olmasıyla alâkalıdır. Hâfıza za’îşiği ve kuvvetliliğ
    i insanların mi’zâclarına âid hâllerdendir.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:20 pm

    Ondokuzuncu Bolum
    iLM TAHSİLiNiN MANi’LERi (Engelleri)


    Her hayırlı iş için bir mâni’ olduğu hâlde, ilm öğrenmek için, bir çok
    mâni’ler, engeller olduğu âşikârdır.
    ilm tahsîline mâni’ olan şeyler, ileride öğrenirim demek ve zekâya
    güvenmek, bir ilmi öğrenmeden diğer ilme geçmek, bir kitâbı bitirmeden
    başka bir kitâbı öğrenmeye ve mütale’aya başlamak veyâ şiddetli zarûret
    ve ihtiyâç içinde olmak [hastalık ve fakîrlik gibi], ilm öğrenecek olan
    kimsenin yanında, kısa ve geniş pekçok kitâbın bulunması gibi benzeri
    sebeblerdir.
    ilmi ileride öğreneceğine güvenmek, akllı kimse için uygun bir düşünce
    değildir. Çünki her günün kendine mahsûs bir meşgâlesi vardır. Bu
    günün meşgâlesini yarına bırakıp, te’hîr etmek doğru değildir.
    Zekâya i’timâd etmek ise, cehâlet alâmetindendir. Çünki zekî olanlardan
    pek çok kimseler, zekâsının kuvvetine güvenmesi sebebiyle ilm tahsîli
    yapamamış ve ilmî kemâlâtı elde edememişlerdir.
    Bir ilmi öğrenip, o ilm hakkında ma’lûmât edinmeden, o ilmi bırakı
    p, başka bir ilmi öğrenmeye başlamak [sırayı gözetmemek], bütün ilmleri
    öğrenmekden mahrûm olmaya sebebdir. Bir kitâbı bırakıp, başka bir
    kitâba başlamak da bunun gibidir.
    fiiddetli geçim sıkıntısı içerisinde olmak, ilm tahsîlinin ve kemâle ermenin
    en büyük mâni’lerindendir. Çünki böyle zarûrî hâlde olanlar, dâimâ
    gamlı ve kalbleri meşgûldür.
    Dünyâ işleriyle fazla meşgûl olmak da, ilm öğretmeye ve öğrenmeye
    mâni’ olan şeylerdendir. Çünki, insanın çok dünyâlığa, mala, mülke kavuşması
    ndan, halkın işlerini üzerine almakdan dolayı hâsıl olan fazla
    meşgûliyyetler, ilm ve kemâl elde etmeye mâni’dir.
    ilmlerde eserlerin, kitâbların çokluğu, ta’lîmde farklı ıstılâhlar,
    ilm öğrenenleri tahsîlden alıkoymakdadır. Çünki insanın ömrü, bir ilme
    âid kitâbları okuyup öğrenmeye bile kâfi değildir. Meselâ, fıkh ilminde,
    gerek metin, gerek şerh olarak yazılmış olan kitâbların mütâle’asını bir
    ilm talebesi arzû etse, bu arzûsuna istediği gibi kavuşamaz. Aynı şeklde
    arabî ilmlere dâir yazılmış olan kitâbların mütâle’asına çalışılsa ömrü
    yetmez. Aynı şeklde o kitâbların temâmen mütâle’ası mümkin olmaz.
    Bu yolda olan mütâle’a sevdâsı, lâzım olanlara yapışmamak kabilinden
    olup, âlimlerin gösterdikleri şeklde öğrenmeye, öğretmeye ve fazîlet-
    – 70 –
    lerin kazanılmasına mâni’dir.
    Muhtasar kitâbların çok olması da öğrenmeye ve öğretmeye mâni’
    olur. Ya’nî ilmî mes’eleleri az ve kısa lafzlarla anlatan kitâblar, ilm tahsîlinin
    engellerinden sayıldı. Bu çeşid kitâbları, ilme yeni başlayanların anlaması
    kolay değil, zordur. “ibni Hâcib” ile “ibni Mâlik” ve sonra gelen âlimlerden
    ekserîsi, muhtasar kitâb yazmayı benimsemiş ve kısa yazmışlardı
    r. Fekat bu şeklde kitâb hâzırlamak ilme yeni başlayanlar için zorluk teşkîl
    etmişdir. Böyle kısa yazılan kitâblardan hâsıl olan meleke, geniş yazı
    lmış kitâblardan kazanılan meleke gibi tam olmayıp, noksandır. Geniş
    yazılmış olan kitâblar, mes’eleleri çokca tekrâr etdiğinden ve ibârelerinin
    dar ve kapalı olmaması gibi fâideleri taşıdığından, bu çeşid geniş kitâblardan
    ilm öğrenen için tam bir meleke hâsıl olacağı âşikârdır. Muhtasar
    kitâblar, ezberlenmelerini kolaylaşdırmak maksadıyla yazılmış ise de,
    bu maksad için, ilmlerden beklenen fâideli melekelerin kazanılmasını
    fedâ etmek, hikmete muvâfık görülmemişdir.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân Empty Geri: MAHZEN-ÜL ULÛM_Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir Serkiz Urpîlyân

    Mesaj tarafından Admin Çarş. Nis. 28, 2010 2:21 pm

    Yirminci Bolum
    iLM TAHSiLiNiN ŞARTLARI


    1– ilm tahsîlinin şartlarının çoğunun, meşhûr filozof “Sokrat”dan nakl
    ve rivâyet edilen bir sözde toplandığı, ba’zı âlimler tarafından beyân
    edilmişdir.
    Sokratın bu sözü şu ma’nâdadır: “ilm öğrenmek isteyen kimsenin,
    genç, kalbi düşüncelerden uzak, ilmi seven, doğrulukdan ayrılmayan, insâşı,
    dînine bağlı, emîn, dînin emrlerini terk etmeyen, harâmlardan sakı-
    nan, zemânın örf ve âdetine vâkıf olan ve bunlara muhâlif olmayan, güzel
    ahlâk sâhibi, şefkatli ve merhametli olması, çok yimemesi ve hayâsız
    olmaması, ölümden ifrâd derecesinde korkmaması ve ihtiyâcından fazla
    mal toplamaması” maddelerinden ibâretdir.
    2– ilm tahsîlinin şartlarından biri de, ilm öğrenen kimsenin, kötü ahlâkdan
    uzak olmasıdır. Bu şart, ilm tahsîlinin ilk ve en başta gelen şartı-
    dır. Ülemâ-i mütekaddimîn [Önce geçen âlimler] ilm öğrenmek isteyenlerin
    ahlâkını araşdırır ve tecrîbe ederlerdi. Eğer ilm öğrenecek olanları kötü
    ahlâklı bulurlarsa, böyle kimselere, halk arasında şerre ve fesada âlet
    olmamaları için, ilm öğretmezlerdi. Eğer tecrîbe netîcesinde ilm öğrenmek
    isteyen kimseleri güzel ahlâklı bulurlar ise, böyle kimselere ilm öğ-
    retirler ve ders verirler, onları tahsîllerini temâmlamadan nâkıs olarak bı-
    rakmazlardı “rahimehümullah”.
    3– ilm tahsîlinin şartlarından birisi de, talebenin muhlis, ihlâslı olması
    dır. Ya’nî ilm öğrenen kimsenin, ilmi öğrendikden sonra, ilmiyle amel etmek
    ve câhil olanlara öğretmek, gaşetde olanları uyarmak, irşâda muhtâç
    olanları irşâd etmek gibi, hayrlı niyyetlerde bulunması lâzımdır. Yine
    ilm öğrendikden sonra, herkes tarafından hürmet görmeyi istemek, tekebbür
    etmek, halkın mallarını herhangi bir yolla almak gibi aklen ve dînen
    kötü niyyet ve düşüncelerde bulunmamalıdır.
    4– ilm öğrenmenin şartlarından biri de, ilme mâni’ olan şeyleri
    azaltmakdır. ilme mâni’ olan şeylerin azaltılmasına ne kadar dikkat edilirse,
    ilmden o nisbet haz ve nasîb hâsıl olur. Çünki, fikr güneşi hâricî meşgûliyyet
    bulutları altında perdelendikce, hakîkatleri anlamak, karanlık
    gecede zerreleri görmek gibi müşkildir, zordur.
    5– ilm tahsîlinin şartlarından biri de tenbelliği terk etmekdir. Tenbelliğ
    in sebeblerinden biri, ölümün hâtırlanması ile hâsıl olan korkudur.
    Hâlbuki tezekkür-i mevt [ölümün hâtırlanması], ilm tahsîlinin sebeblerinden
    biri olmaya lâyıkdır. Çünki âhıret için hâzırlanmak, ilm ve amelden
    – 72 –
    başka birşey ile hâsıl olamaz. Buna göre, ölüme ve âhırete hâzır bir hâlde
    olmak için, ilm öğrenmeye, ilm ile hayrlı işler yapmaya gayretde kusûr
    etmemelidir. Bu durumda, ölümden çok korkarak, bahs edilen hâzırlığı
    n yapılmasına dikkat etmemek, akllı kimsenin yapacağı bir iş değildir.
    Ölümü çok hâtırlamak, fânî, geçici lezzetlerin kesilmesine sebeb olup, ebedî
    lezzetlerin kesilmesine sebeb değildir. [Tenbelliğin ilâcı, çalışkanlar ile
    konuşmak, tenbel, uyuşuk kimselerden kaçınmak, Allahü teâlâdan hayâ
    etmek lâzım geldiğini ve azâbının şiddetli olduğunu düşünmekdir.]
    6– ilm tahsîlinin şartlarından biri de, ömrün sonuna kadar ilm öğ-
    renmeye niyyetli ve karârlı olup, devâm etmekdir. Vakti ilm öğrenmeye
    sarf etmenin çâresi, âlimler tarafından şöyle beyân edilmişdir. Bir ilm ile
    meşgûliyyetden gevşeklik ve yorgunluk hâsıl olunca, başka bir ilmle
    meşgûl olmalıdır. Rivâyet olunmuşdur ki, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü
    anh” hazretleri, talebelere ilm öğretmekle meşgûl olmakdan dolayı,
    kendisinde yorgunluk his etdiği zemân, şâirlerin dîvânlarını isterdi.
    7– ilm tahsîlinin şartlarından biri de, ilm öğrenmek için takvâ ve asâlet
    sâhibi, yaşlı ve nasîhat eden bir hocayı tercîh etmekdir. ilk zemânlarda,
    ilm talebelerinin hoca bulmak için en uzak beldelere gitmeleri bu maksadla
    idi. Çünki talebeye önce hocası sorulur. Talebenin, üstün sıfatlı âlim
    bir zât bulup, ilm öğrenmeye başlaması ve o zât hakkında lâzım ve lâyık
    olan ta’zîm ve hürmetde bulunması, onun emrlerini ve nasîhatlarını güzelce
    kabûl edip, red etmemesi ve hocasının hukûkunu ana ve babası-
    nın ve diğer müslimânların hukûkundan önce geldiğini bilmesi, hocaları
    n evlâdını, akrâbalarını ve komşularını gözetip, hurmetde kusûr etmemesi
    de ilmin edeblerindendir. Bu edeblere riâyet etmemenin ilm ni’metinden
    mahrûm kalmaya sebeb olacağı, âlimler tarafından kesin olarak beyân
    edilmişdir.
    8– Öğrenilen bir ilmin başkasına öğretilmesi ve anlatılması, yâhud
    başka bir şeklde tekrâr edilmesi ve o ilme âid yazılmış olan fâideli kitâbları
    mütâle’a ederek, derin bir meleke kazanmaya ehemmiyyet verilmesi
    de ilm tahsîlinin şartlarındandır. ilm öğrenen kimsenin öğrendiği ilmde
    hâsıl olan melekesinden dahâ fazla meleke elde edemeyeceğini düşünmesi
    de, ilm ni’metinden mahrûm olmanın kuvvetli sebeblerindendir.
    9– ilmlerin gâyelerine bakılıp, bunlardan birinin bütün mes’eleleri veyâ
    ekserîsi kısaca mütâle’a edildikden sonra, eğer tabi’atı diğer bir ilmin
    mütâle’asına meyl ederse, onun da tahsîline başlanması, meyl etmezse
    o yolda sıkıntıya girilmemesi ilm tahsîlinin şartlarındandır. Çünki her insan
    ilm öğrenmeye elverişli değildir. Bir ilmi öğrenmeye elverişli olanları
    n temâmı da, bütün ilmleri öğrenmeye elverişli değildir. Eğer ilm öğrenmek
    isteyen kimse, sebeblerin uygunluğu, zemânın elverişli olması ile, bütün
    ilmlerde derinleşmeyi isterse, bütün ilmler birbirine yardımcı ve biri
    diğeriyle irtibâtlı olduğundan, böyle bir arzûnun hâsıl olacağı meydândadı
    r. Fekat bir ilmde fâideli bir meleke hâsıl olmadan önce, başka bir ilmi
    – 73 –
    öğrenmeye başlamak, bütün ilmlerde derinleşmek arzûsuna mâni’ olan
    sebeblerden ve bütün ilmlerden mahrûmiyyeti îcâb etdiren hâllerdendir.
    Bir ilme meyl edip, diğer ilmlere düşmanlık etmek cehâlet sebebiyledir.
    insana lâzım olan şey, her ilmden ve fenden bir mikdâr ma’lûmâtı elde etmeye
    gayret etmekdir. Aynı şeklde ba’zı ilmleri kötülemek de câiz değildir.
    Ba’zı kimseler her ilmin aslı ve mîzânı ve her zihnin açılma sebebi olan
    ilm-i mantık ile mutlak olarak ulûm-i hikemiyyeyi kötülediler. ilm-i nücûmun
    [astronominin] ba’zı kısmları farz-ı kifâye, ba’zı kısmları da mubâh
    olduğu hâlde, onu da kötülediler. Tesavvuf ehlinin, kalbleri saf ve pâk olan
    kalb ehlinin sözlerini dahî hedef aldılar. Hâlbuki böyle red ve inkârın hiç
    birisi câiz değildir. O şeklde ba’zı ilmleri red ve inkâr edenlerin iddiâsına
    göre, bir ilmin kendisi kötülenmiş olsa bile, öğrenilmesi fâideden hâli de-
    ğildir. Bu fâidelerden biri, kötülenen ilmi öğrenerek o ilmin sâhiblerini red
    ve inkâr edebilmekdir.
    Tenbih: Felsefî ilmlerin mütâle’ası iki şart ile halâl olur. Birinci şart,
    akâid-i islâmiyyeden habersiz olmamak ve şer’î ilmlerde derinleşen âlimlerden
    olmakdır. ikinci şart, felsefe ilmlerinde şer’î kâidelere uygun olmayan
    mes’elelere rastlanınca, geçilmeyip, o mes’elelerin reddine ve atılması
    na önem vermekdir. Çünki şer’î şerîfin esâslarına uymayan ilmlerin
    mütâle’ası ancak red ve tezyîf içindir. Felsefî ilmler, zekâ yardımıyla ve
    zemânla elde edilir. Zekâ ve zemân imkânına sâhib olmayanların, dünyâ
    ve âhırete yarayan, mu’âmelâta, ibâdetlere ve ahlâka âid bilgileri öğ-
    renmekle ve fâideli işleri yapmakla iktifâ etmeleri evlâdır.
    10– Akran ve emsâl ile müzâkere ve münâzara da tahsîlin ve ilm öğ-
    renmenin mu’teber şartlarındandır. Çünki âlimler, “ilm fidanının büyümesine
    sebeb olan âb-ı zülâl [en tatlı su] müzâkere ve münâzaradır” diye buyurmuşlardı
    r. Fekat, müzâkere ve münâzaranın, doğrunun ortaya çıkması
    maksadıyla yapılması şartdır. Selîm tabi’atlı olan kimselerle yapılan az
    bir müzâkerenin, çok fâideler sağladığı, herkes tarafından kabûl edilmişdir.
    ilm öğrenmek isteyen kimse için, ilmin inceliklerini dikkatle düşünüp,
    tefekkür etmesi ve bunu âdet hâline getirmesi lâzımdır. Çünki ilmî fâidelerin
    hâsıl olmasında ve müşkillerin halli husûsunda dikkatle düşünmenin
    ve tefekkürün güzellikleri inkâr olunamaz.
    11– ilmde gayret ve himmet de tahsîlin şartlarındandır. insan, gayret
    ve himmet kanatlarıyla, kemâlâtın zirvesine uçar. ilmi zabt ve kayd etmek
    ve bir günün ilmî meşgûliyyetini ertesi güne bırakmamak, ilmî
    mes’elelerden yazdığı şeyleri ezberlemek, gayret ve himmet olan hâllerdendir.
    12– ilmlerin mertebelerine, sırasına riâyet etmek de tahsîlin şartları
    ndandır. Her ilm için bir sınır ve sıra vardır. ilmlerin sırasını bilmek ve her
    ilmin sınırını geçmemek lâzımdır.
    13– ilm tahsîlinin şartlarından biri de âlet ilmleridir. Ma’lûm olduğu
    – 74 –
    üzere, ilmler iki kısma ayrılır: Birinci kısm, ulûm-i şer’iyye ve hikemiyye
    gibi kendisi maksad olan ilmlerdir. ikinci kısm, ulûm-i arabiyye ve mantı
    k gibi, kendisi maksad olmayan ilmlerdir. Zâtı [kendisi] maksad olmayan
    ilmlere âlet ilmleri denir. Âlet ilmleri şer’î ve hikemî ilmlerin elde edilmesine
    vesîledirler. Kendisi maksad olan ilmlerde sözü genişletmek ve
    mes’eleleri kollara ayırmak ve delîller ortaya koymakla, fâideli meleke elde
    edileceği için, bir çok fâidenin hâsıl olacağı inkâr olunamaz. Arabî ilmler,
    kendisi maksad olan ilmlerden sayılmadığından, arabî ilmlerde sözü
    o kadar uzatmaya ve mes’elelerin teferruâtına girmeye ihtiyâc yokdur. Arabî
    ilmlerde derinleşmeyi istemek ve ömrü nahv ile zâyı’ eylemek doğru de-
    ğildir. ilm öğrenmek isteyen kimse, âlet ilmlerinden maksadın hâsıl olması
    na yetecek kadar ma’lûmât elde etdikden sonra, boş düşüncelerle
    vakti zâyı’ etmemelidir. Asl maksad olan ilmleri öğrenmeye çalışmak lâzı
    mdır. Bu bakımdan arabî ilmler ile çok meşgûl olmak, asl öğrenilmesi
    maksad olan ilmlerin öğrenilmesine engellerden sayılmışdır.
    ilmleri aslları ve kollarıyla tahsîl etmek, her ne kadar zahmetli görünür
    ise de, elde edilmesinde zahmet çekilen şeyin, insan için büyük bir
    şerefe sebeb olacağı açıkdır. Bugün ilmî eserleri istifâde kaynağı olan zâtlar,
    sâhib oldukları büyük şereşeri râhatlık içinde elde etmemişlerdir. Malları
    ile ve bedenen çok fedâkârlıklar yapmışlardır. Yazın ve kışın zahmetlerine
    ve çeşidli müşkillere katlanarak, uzak beldelere gitmişlerdir. Oralarda
    meşhûr âlimlere kavuşmakla şereşenip, ilm ve ma’rifet tahsîlini temâmlamı
    şlardır. Sonra da vaktlerini zâyı’ etmeyip, bir tarafdan ilmi yaymı
    şlar ve bir tarafdan da kendilerinden sonrakilerin istifâde etmeleri için
    kitâblar yazmışlardır. Bu uğurda gayret göstermişler ve mal sarf etmişlerdir.
    işte ilmlerde, meleke ve mahâret kazanmak ve üstün derecelere
    ulaşmanın, sonrakilere ilmî eserler bırakmanın, yukarıda anlatılan şekllerde
    hâsıl olacağı meydândadır.

      Forum Saati C.tesi Eyl. 21, 2024 11:36 am