Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:21 am

    Elhamdülillâh! Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir
    yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle
    hamd ederse, bu hamd ve şükrlerin hepsi, Allahü teâlâya olur. Çünkü, herşeyi
    yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Odur.
    Kuvvet, kudret sahibi yalnız Odur. O, hâtırlatmazsa kimse, iyilik ve kötülük
    yapmağı irâde, arzu edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet
    ve fırsat vermedikçe, hiçbir kimse, hiçbir kimseye, zerre kadar iyilik ve
    kötülük yapamaz. Kulun istediği herşey, O da irâde ederse, dilerse meydana
    gelir. Yalnız Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük yapmağı, çeşidli sebeplerle
    hâtırlatmaktadır. Merhamet ettiği kulları, kötülük yapmak irâde edince, O irâde
    etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde ettikleri zaman, O da irâde eder ve
    yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydana gelir. Gazab ettiği düşmanlarının
    kötü irâdelerinin yaratılmasını, O da irâde eder. Bu kötü kullar, iyilik yapmak
    irâde etmedikleri için, bunlardan hep fenalık hâsıl olur. Demek oluyor ki,
    insanlar bir âlet, bir vâsıtadır. Kâtibin elindeki kalem gibidir. Şu kadar var
    ki, kendilerine ihsân edilmiş olan (İrâde-i cüz'iyye)lerini kullanarak,
    iyilik yaratılmasını isteyen sevap kazanır. Kötülük yaratılmasını isteyen,
    günah kazanır. Bunun için, hep iyilik yapmayı düşünmeli, hep iyilik yapmayı
    istemeliyiz! İyi şeyleri öğrenmeliyiz. İyiliklerin kaynağı olan (Ehl-i
    sünnet)
    âlimlerinin kitaplarını okuyup, iyiyi, kötüyü anlamalıyız. Ehl-i
    sünnet âlimleri, vehhâbîliğin ingilizler tarafından kurulduğunu ve hatâlı bir
    yol olduğunu vesikalarla isbât ediyor. Kitabımızın birinci kısmında, bu
    vesikalardan otuzbeş dânesini sıra ile bildireceğiz.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:45 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:22 am

    1- Tesavvufcuların kitâbları şirk dolu imiş. Buna İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâb vermektedir

    1 - Vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) kitabı,
    yetmişbeşinci sayfasında, (Abdülvehhâb-i Şa'rânînin kitapları ve Abdülazîz-i
    Debbağın
    (İbriz) kitabı ve Ahmed Ticânînin kitapları, Ebû Cehlin
    ve benzerlerinin hâtırlarına gelmiyen şirk ile doludur)
    diyor.
    [Abdülvehhâb-i Şa'rânî 973 [m. 1565] de vefât etti.]


    Ahmet Ticânî, 1150 [m. 1737] de Cezâyirde tevellüd, 1230 [m.
    1815] de Fasta vefât etmiştir. Halvetînin bir kolu olan Ticânîlik yolunun
    rehberidir. Bu yolda yazılmış olan (Cevâhir-ül-meânî-fî feyz-i şeyh Ticânî) kitabı
    meşhûrdur.


    İnsanların üstünlerinin, yâni Peygamberlerin, meleklerin
    üstünlerinden daha yüksek olduklarını, bu vehhâbî kitabı da yazmakta,
    meleklerin tasarruf ve te'sîrlerine inanmakta, fakat Allahü teâlânın Evliyâsına
    kerâmet olarak, te'sîr ve tasarruf verdiğine ise inanmamakta, buna inananlara
    müşrik demektedir. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîlerin ortaya çıkacaklarını,
    kerâmet olarak, bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır.
    Bunların başında Muhyiddîn-i Arabî ve Sadreddîn-i Konevî ve Celâleddîn-i Rûmî
    ve Seyyid Ahmed Bedevî gibi Velîler bulunmaktadır. Vehhâbîler, işte bunun için,
    bu Velîleri beğenmiyorlar. [Celâleddîn-i Rûmî 672 [m. 1273] senesinde,
    Sadreddîn 671 de Konyada vefât ettiler.]


    İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (Mektûbât)ının
    ikinci cilt, ellinci mektûbunda buyuruyor ki:


    İslâm dîninin bir sûreti, bir de hakîkati, özü vardır.
    Sûreti, önce îman etmek, sonra, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına
    uymaktır. İslâm dîninin sûretine kavuşanların nefs-i emmâreleri inkârda ve
    ısyân etmektedir. Bunların îmanı, îmanın sûretidir. Kıldıkları namaz, namazın
    sûretidir. Oruç ve başka ibâdetleri de böyledir. Çünkü, nefs-i emmâre, insan
    varlığının temelidir. Herkes (Ben) deyince, nefsini göstermektedir.
    İşte, bunların nefsleri îman etmemiş, inanmamıştır. Böyle kimselerin îmanları
    ve ibâdetleri hakîkî, doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu
    için, yalnız sûrete kavuşmağı kabûl buyurmuştur. Bunları, râzı olduğu Cennetine
    sokacağını müjdelemiştir. Yalnız kalbin inanmasını kabûl buyurması, nefsin
    inanmasını da şart koşmaması, Onun büyük ihsânıdır. Evet, Cennet nîmetlerinin
    de, hem sûretleri, hem hakîkatleri vardır. İslâm dîninin sûretine kavuşanlar,
    Cennetin sûretinden pay alacaklardır. Dünyada, islâm dîninin hakîkatine
    kavuşanlar, Cennetin hakîkatine kavuşacaklardır. Sûrete kavuşmuş olanlarla
    hakîkate kavuşmuş olanlar, Cennetin aynı bir meyvesini yiyecek. Fakat, herbiri
    başka tat alacaktır. Resûlullah efendimizin mübârek zevceleri Cennette,
    Resûlullahın yanında olacak, fakat duydukları lezzet başka olacaktır. Eğer,
    başka olmasaydı, bu mübârek zevcelerin, bütün insanlardan daha üstün olmaları
    lâzım gelirdi. Her üstün olan kimsenin zevcesinin de, bunun gibi üstün olması
    gerekirdi. Çünkü zevceler, Cennette zevclerinin yanında olacaktır. İslâm
    dîninin sûretine kavuşanlar, buna uydukları zaman, âhırette
    kurtulabileceklerdir. Buna uyanlar, umûmî evliyâlığa yâni Allahü teâlânın
    rızasına, sevgisine ermiş demektir. Bununla şereflenen, tasavvuf yoluna
    girebilecek, (Vilâyet-i hâssa) denilen özel evliyâlığa kavuşabilecek
    kimse demektir. Bunlar, nefs-i emmârelerini itmînâna ulaştırabilirler. Şunu iyi
    bilmelidir ki, bu vilâyette, yâni İslâm dîninin hakîkatinde ilerliyebilmek
    için, islâm dîninin sûretini elden bırakmamak lâzımdır.


    Tasavvuf yolunda ilerlemek, Allahü teâlânın ismini çok
    zikretmekle olur. Bu zikir de, islâm dîninin emrettiği bir ibâdettir.
    Zikretmek, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde övülmüş ve emredilmiştir.
    Tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için, islâm dîninin yasakladığı şeylerden
    sakınmak şarttır.Farzları yapmak, insanı bu yolda ilerletir. Tasavvuf yolunu
    bilen ve yolculara önderlik edebilen bir (Rehber) aramak da, islâm
    dîninin emrettiği birşeydir. Mâide sûresinin otuzsekizinci âyetinde, (Ona
    kavuşmak için vesîle arayınız)
    buyuruldu. (Vesîlenin, insan-ı kâmil olduğu,
    onsekizinci maddede uzun bildirilmiştir). Allahü teâlânın rızasına kavuşmak
    için, islâm dîninin sûreti de, hakîkati de lâzımdır. Çünkü, evliyâlık
    üstünlüklerinin hepsi, islâm dîninin sûretine uymakla ele geçer. Peygamberlik
    üstünlükleri de, islâm dîninin hakîkatinin meyveleridir.


    Evliyâlığa kavuşturan yol tasavvuftur. Tasavvuf yolunda
    ilerliyebilmek için, Allahdan başka herşeyin sevgisini kalbden çıkarmak
    lâzımdır. Allahü teâlânın ihsânı ile, kalb hiçbirşeyi görmez olursa, (Fena) denilen
    şey hâsıl olur. (Seyr-i ilallah) tamam olur. Bundan sonra, (Seyr-i
    fillah)
    denilen yolculuk başlar. Böylece, (Bekâ) denilen şey hâsıl
    olur ki, aranılan da budur. İslâm dîninin hakîkati buradadır. Buna kavuşan zata
    (Velî) denir ki, Allahü teâlânın râzı olduğu, sevdiği kimse demektir.
    Burada (Nefs-i emmâre) mutmainne olur. Nefis, küfürden kurtulup, Allahü
    teâlânın kaza ve kaderinden râzı olur. Allahü teâlâ da, ondan râzı olur.
    Kendini anlar. Büyüklük, kendini beğenmek hastalığından kurtulur. Tasavvuf
    büyüklerinden çoğu nefis itmînâna kavuşunca da, Allahü teâlâya âsî olmaktan kurtulamaz
    demişlerdir. Resûlullah bir gazâsından dönüşte, (Küçük cihâddan döndük.
    Büyük cihâda başlıyoruz)
    buyurdu. Bu büyük cihâd, nefs-i emmâre ile
    cihâddır demişlerdir. Bu fakir [yâni imam-ı Rabbânî] böyle anlamıyorum. Nefis
    itmînâna kavuşunca, hiç ısyânı, kötülüğü kalmaz diyorum. Nefis de, herşeyi
    unutmuş olan kalb gibi, Allahdan başka hiçbirşey görmez. Mevkı', rütbe, mal,
    hattâ bunların vereceği tat ve acılıklardan kurtulmuştur. Nefis ezilmiş, yok
    gibi olmuştur. Allah için, kendini feda etmiştir. Hadis-i şerifte, (Cihâd-ı
    ekber)
    buyurulması, bedeni meydana getiren maddelerin fizik ve kimyâ ve
    biyolojik isteklerine karşı olan cihâd olsa gerektir. Şehvet, yâni istek
    kuvvetleri, gadap, yâni ürkmek, çekinmek istekleri, hep maddî isteklerdir.
    Hayvanlarda nefis yoktur. Fakat bu kötü istekler, onlarda da vardır. Her
    hayvanda bulunan şehvet, gadap, birşeye çok düşkün olmak, hep maddelerin
    hâssalarından ileri gelmektedir. [Bu isteklere (Sevk-ı tabî'î) içgüdü
    denir.] İnsanların bunlarla cihâd etmesi lâzımdır. Nefsin itmînâna kavuşması,
    insanı bu kötülüklerden kurtarmaz. Bunlarla cihâdın çok faydası vardır. Bedeni
    de temizlemeye yarar.


    Nefis itmînâna kavuşunca, (İslâm-ı hakîkî) nasip
    olur. Hakîkî îman hâsıl olur. Yapılan her ibâdet hakîkî olur. Namaz, oruç ve
    hac, hakîkî yapılmış olur.


    Görülüyor ki, tasavvuf ve hakîkat denilen şeyler, islâm
    dîninin sûreti ile hakîkati arasındadır. (Vilâyet-i hâssa)ya kavuşamıyan
    kimse, mecâzî müslümanlıktan kurtulamaz. Hakîkî islâma kavuşamaz.


    İslâm dîninin hakîkatine kavuşan ve islâm-ı hakîkî ile
    şereflenen kimse, Peygamberlik üstünlüklerinden pay almaya başlar. (Âlimler,
    Peygamberlerin vârisleridir)
    hadis-i şerifinde bildirilen müjdeye kavuşur.
    Evliyâlık üstünlükleri, islâm dîninin sûretinin meyveleri olduğu gibi,
    Peygamberlik üstünlükleri de, islâm dîninin hakîkatinin meyveleridir. Vilâyetin
    üstünlükleri, nübüvvetin üstünlüklerinin sûretleridir.


    İslâm dîninin sûreti ile hakîkati arasındaki fark, nefsten
    ileri gelmiş oldu. Vilâyet üstünlükleri ile, nübüvvet üstünlükleri farkı da,
    bedendeki maddelerden ileri gelmektedir. Vilâyetin kemâlâtında, maddeler,
    fizik, kimyâ ve biyoloji özelliklerine uyar. Fazla enerji, taşkınlık yaptırır.
    Maddeler, gıda ister. Bu isteğe kavuşmak için, uygunsuz işler yapılır. Nübüvvet
    kemâllerinde, böyle uygunsuz işler de kalmaz olur. (Şeytanım müslüman oldu) hadis-i
    şerifi, bu hâli bildirmiş olabilir. Çünkü, insanın dışında şeytan olduğu gibi,
    içinde de vardır. Fazla enerji insanı azdırır. Kendini beğendirir. Bu ise, fena
    huyların en kötüsüdür. Bunun müslüman olması, bu kötülüklerden kurtulmasıdır.
    Peygamberlik kemâlâtında, hem kalbin, hem nefsin îmanı, hem de bedendeki
    maddelerin düzeni ve dengesi vardır. Nefsin tâm itmînâna gelmesi, bedendeki
    madde ve enerjinin dengeye gelmesinden sonradır. Bu itmînândan sonra, artık
    kötülüğe dönemez. Bütün bu üstünlükler, hep islâm dîninin üstüne kurulmaktadır.
    Ağaç ne kadar dallanır, meyvelenirse, yine köksüz olamaz. Her üstünlükte Allahü
    teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymak lâzımdır. Ellinci mektûbdan tercüme
    burada tamam oldu.

    Görülüyor ki, vehhâbî kitabının yazarı, tasavvuftan haberi olmadığı için, Evliyâ-i kirâma
    dil uzatıyor. Onları islâm dîninin dışında sanıyor.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:45 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:24 am

    3- Ölmüşten ve uzaktakinden yardım istemek şirk imiş

    3 - Kitabın doksansekizinci ve yüzdördüncü sayfalarında, Allahü teâlâdan başka şeylere
    tapınanların, onları vesîle yapanların müşrik olduklarını bildiren âyet-i
    kerimeleri yazarak: (Peygamberlerden ve sâlih kullardan ölmüş veya uzakta
    olanlardan herhangi bir sözle yardım istiyenler, bu âyetlere göre müşrik olur)
    diyor.

    Biz müslümanlar, Evliyânın kendiliklerinden birşey yapacaklarına inanmayız. Allahü
    teâlâ, onları çok sevdiği için, onların duâ ve hâtırı ile yaratacağına
    inanırız. Kullara tapınmak demek, onların sözlerine uyarak, islâmiyetin dışına
    çıkmak, onların sözlerini, kitap ve sünnetten üstün tutmak demektir. İslâmiyeti
    emredenlere uymak, böyle değildir. Buna uymak, islâmiyete uymak demektir. Hayber
    gazâsında, Hz. Alînin gözü ağrıyordu. Resûlullah, mübârek tükrüğünü onun
    gözlerine sürdü ve duâ eyledi. Gözleri iyi oldu. Peygamberin hâtırı için,
    Allahü teâlâ şifâ ihsân eyledi. Vehhâbî kitabı da, doksanbirinci sayfasında
    bunu yazıyor ve Buhârî ile Müslimin haber verdiklerini bildiriyor. Onsekizinci
    maddeyi okuyunuz.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:46 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:25 am

    4- Tesavvufcular, kâfir imiş. Mürîd şeyhine tapınıyormuş. Buna (Üsûl-Ül-Erbe'a) kitabından
    terceme ederek cevâb verildi.


    4 - Yüzsekizinci sayfasında: (Tasavvufcular, şirk ve
    küfür üzeredir. Mürîd şeyhine tapınıyor. Şa'rânînin kitapları, bu küfürlerle
    doludur. Hüseynin babasının ve çocuklarının ve Şâfi'înin, Ebû Hanîfenin ve
    Abdülkâdir-i Geylânînin mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar)
    diyor.
    [Abdülkâdir Geylânî 561 [m. 1166] de Bağdâdda vefât etti.]


    (Üsûl-ül-erbe'a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitabının
    üçüncü kısmında, fârisî olarak diyor ki:


    Böyle inanan kimse, gâib olan, yâni yanında bulunmıyan bir
    kimseye, ismini söyliyerek seslenmek büyük şirk olur diyor. Böylece,
    Resûlullahın mübârek ruhunun bile hazır olacağını düşünerek seslenen kimse
    müşrik olur diyor. Yemenli Şevkânî de, (Dürr-ün-nadîd) kitabında, (Mezarları
    büyük bilmek, kabirlere seslenerek, ihtiyaçlarını istemek küfür olur)
    dedi.
    Yine o, (Tathîr-ül-îtikat)kitabında da, (Melek, Peygamber
    veya Velî de olsa, ölüye yâhut gâib olan diriye böyle seslenen müşrik olur)diyor.
    Mezhepsizlerden bir kısmı burada iki fikir ortaya atmaktadır. Bunlara göre,
    eğer işiteceğini düşünmiyerek, sevdiği için, (yâ Resûlallah!) derse, müşrik
    olmaz. Eğer işiteceğine inanarak söylerse, kâfir olur. Selef-i sâlihînin
    yaptığı şeylere şirk diyen ve müslümanlara müşrik damgasını basan bu kimseye
    sorarız: (Gâib olan) sözü ile ne demek istiyorsun? (Görmediğimiz herşey
    gâibdir) diyorsan, (yâ Allah) dememiz de şirk olmaktadır. Çünkü bu, Allahü
    teâlânın Cennette görüleceğine de inanmamaktadır. Eğer, (gâib, yok demektir)
    diyorsan, Peygamberlerin ve Evliyânın ruhlarına nasıl yok diyebilirsin.
    Ruhların var olduklarını kitabımızın, ikinci kısmında isbât etmiştik. Yok eğer,
    (ruhların var olduklarına ve idrâk ve şu'ûr sahibi olduklarına, yâni
    anladıklarına, duyduklarına inanırız. Fakat, tasarruf yaptıklarına inanmayız)
    derse, bu sözü Allahü teâlâ red etmekte, (En-nazi'ât) sûresinin beşinci
    âyetinde, (Güç işleri yapanlara yemin ederim) buyurmaktadır. Tefsîr
    âlimlerinin çoğu meselâ (Beydâvî tefsîri) [ve bunun Şeyhzâde şerhi ve
    tefsîr-i Azîzî ve Ruh-ul beyan tefsîri, tefsîr-i Hüseynî], bu âyet-i kerime,
    meleklerin ve Evliyâ ruhlarının iş yaptıklarını bildirmektedir dediler.
    [Abdüllah Beydâvî 685 [m. 1286] da Tebrîzde vefât etti. Şeyhzâde Muhammed 951
    [m. 1544] de vefât etti.] Ruh, madde değildir. Bunun için, melekler gibi,
    Allahü teâlânın emri ve izni ile, dünyada iş yaparlar. Meleklerin, Allahü
    teâlânın izni ile, bu dünyada, iş yaptıkları, yok ettikleri, diriltmek,
    öldürmek gibi işlerin yapılmasına vâsıta oldukları, Kur'an-ı kerimin çeşidli
    yerlerinde bildirilmiştir. Cin ve şeytanlar da, güç şeyleri kolayca yapıyorlar.
    Süleymân aleyhisselâma, cinnin hizmetlerini Kur'an-ı kerim haber veriyor.
    Meselâ Sebe' sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen, (Cin, Onun her istediğini,
    kal'a, resim, büyük kazanlar ve yerinden kaldırılamıyan çanaklar yaparlardı)
    buyuruyor.
    Cin, melekler ve ruhlar kadar olgun ve kuvvetli olmadığı hâlde, büyük işler
    yapıyor. Bu dünyada, göremediğimiz çok şey var ki, insan gücünün yetişemediği
    işleri yapmaktadırlar. Meselâ, çok hafîf olan ve göremediğimiz hava, fırtına,
    kasırga şeklinde eserek, ağaçları devirmekte, binâları yıkmaktadır. [Elektrik
    ve laser ışınları ve elektro-mağnetik dalgaları, atomlar, gözle, hattâ
    ultra-mikroskopla görülemedikleri hâlde, akılları şaşırtan büyük işler
    yapmaktadır.] Nazar değmesi, sihir yâni büyü ve benzerleri kuvvetleri
    göremiyoruz. Hâlbuki, korkunç te'sîrlerini işitmiyen yoktur. Bütün bunların
    yaptıklarının yapıcısı, hiç şüphesiz, Allahü teâlâdır. Bunlar, Allahü teâlânın
    yapmasına, yaratmasına sebep oldukları için, bunlar yaptı sanıyoruz ve bunlar
    yaptı diyoruz. Bunların yaptığını söylemek, küfür, şirk olmıyor da, Evliyânın
    ruhları yapıyor demek niçin şirk olsun? Onlar, Allahü teâlânın izin vermesi ile
    ve yaratması ile yaptıkları gibi, Evliyânın ruhları da, Allahü teâlânın izin
    vermesi ile ve yaratması ile yapmaktadır. Onların yaptıklarını söylemek de,
    şirk olur denirse, Kur'an-ı kerime karşı gelinmiş olur.

    Bu kimse, (Cinnin, şeytanların ve havanın ve sihrin te'sîr ettiklerini, Kur'an-ı
    kerim haber veriyor. Bunun için, onlar yapıyor demek câiz olur. Evliyânın
    ruhlarının birşey yaptıklarını Kur'an-ı kerim bildirmediği için, ruhlardan
    birşey istemek şirk olur) derse, yukarıda bildirdiğimiz, (En-nâzi'ât) sûresinin
    beşinci âyet-i kerimesini unuttun mu deriz. Gözlerinin açılmasını isteyen âmâya
    bildirilen hadis-i şerifteki duâ ve çölde yalnız kalanın okumasını emreden duâ
    ve (kabir ziyâret ederken, ölüye selâm veriniz!) emri ve Osman bin
    Huneyfin haber verdiği hâdise, bundan evvelki kısmda bildirilmişti. Bunların
    hepsi ve benzerleri daha nice vesikalar, gâib olandan yardım istemenin câiz
    olduğunu göstermektedirler. Fakat bu kimse, meşhûr ve sahih olan bu hadis-i
    şeriflere daîf veya mevdû' damgasını basıyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin ve
    tasavvuf büyüklerinin sözlerine de kıymet vermiyor. Çünkü, dört mezhepten
    birini taklîd etmek şirk, küfür olur diyor. Meselâ, Gulâm Ali Kusurî, (Tahkîk-ul-kelâm)
    kitabında (dört mezhepten birini taklîd eden ve Kâdiriyye, Çeştiyye ve
    Sühreverdiyye gibi tarîkatlerde bulunan, kâfir ve müşrik ve bid'at ehlidir)
    diyor. (Üsûl-ül-erbe'a)dan tercüme tamam oldu. Bu kitap 1346 [m. 1928]
    de Hindistânda fârisî dili ile yazılmış, Pâkistânda basılmış, 1395 [m. 1975] de
    İstanbulda ikinci baskısı yapılmıştır. Yazarı, İmâm-ı Rabbânînin soyundan,
    Hakîm-ül-ümmet hâce Muhammed Hasen Cân sahiptir. [Muhammed Hasen Cân Müceddidî
    1349 [m. 1930] da vefât etti.] Bunun (Tarîk-un-necât) kitabı da (bid'at)
    fırkalarına cevap vermektedir. Arabî olup, Urdu tercümesi ile birlikte 1350
    de Pâkistânda basılmış, 1396 [m. 1976] da, İstanbulda (Hakîkat Kitabevi) tarafından
    ofset baskısı yapılmıştır.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:46 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:27 am

    6- Eshâb ve din büyükleri Peygamberimizden (s.a.v) başka kimse ile bereketlenmezmiş.

    6 - Kitabının yüzkırkikinci sayfasında: (Eshâb ve
    onlardan sonra gelenler, Peygamberden başka, kimse ile bereketlenmedi.
    Peygambere mahsûs olan şeylerde, kimse ona ortak olamaz)
    diyor.

    Bu da, yazarın yalanlarından biridir. Hz. Ömer, yağmur duâsına çıkarken, Hz. Abbâs ile
    bereketlendi. Bunu yirmidördüncü maddede uzun bildirdik. Lütfen oradan
    okuyunuz! İslâm âlimleri, Resûlullaha mahsûs olan şeyleri uzun yazmışlardır.
    Meselâ, (Mevâhib-i ledünniyye) tercümesinde vardır. Bu kitapların
    hiçbiri, Resûlullahla bereketlenmek, yalnız ona mahsûstur. Başkaları ile
    bereketlenmek câiz olmaz dememişlerdir. Başkaları ile de bereketlenildiğini
    bildirmişlerdir. Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerini ziyâret ederek,
    onlardan bereketlenmeği, Lât ve Uzzâ putlarına tapınmaya benzetmek, Kur'an-ı
    kerime ve hadis-i şeriflere iftirâ etmektir. Hadis-i şerifte, (Kur'an-ı
    kerime yanlış mâna veren kâfir olur)
    buyuruldu. Kitabın müellifi, mânaları
    şüpheli olan âyet-i kerimelere yanlış mâna vererek, Ehl-i islâma müşrik diyor.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:47 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:28 am

    7- Tesavvuf Hind yehûdîlerinden alınmış. Buna Muhammed Ma'sûm hazretlerinden cevâb verilmiştir.

    7 - Yüzyirmialtıncı sayfasında: (Görülüyor ki,
    tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan
    alınmıştır. Böylece, islâmiyeti fırkalara ayırdılar, parçaladılar)
    diyor.


    Pâkistânlı Mevdûdî adındaki mezhepsiz birisi de, (İslâmda
    İhyâ Hareketleri)
    kitabında, yukarıdaki yazıları yaymaktadır. [Mevdûdî 1399
    [m. 1979] da öldü.] Sapık kimseler, isteklerine kavuşmak, çıkarlarını sağlamak
    için, insanlar arasında değer taşıyan kılıklara giriyorlar. Aklı ve bilgisi
    olan, böyle bozuk kimseleri hemen anlar. Bunları iyilerden ayırır. Fakat
    câhiller, bunları doğru sanır. Tasavvufcu kılığına girmiş bozuk kimseleri de
    tasavvufcu sanarak, tasavvuf büyüklerini de bunlar gibi sanır. Bu yüzden, tasavvuf
    büyüklerini de kötülemeye kalkışır. Müslümanlar doğruyu iğriden ayırabilmeli,
    tasavvuf büyüklerine dil uzatmamalıdır.


    Tasavvuf bilgilerinin mütehassısı, zamanının büyük âlimi,
    Evliyânın önderi, imam-ı Muhammed Mâsum Fârûkî [Muhammed Mâsum 1079 [m. 1668]
    de Serhendde vefât etti.] (Mektûbât) kitabının ikinci cildi
    ellidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki:


    Sûrî ve mânevi kemâlâtın hepsi, Muhammed Resûlullahdan
    alınmıştır. Sûrî olan emirler, yasaklar, mezhep imamlarımızın kitapları ile
    bizlere gelmiştir. Kalbin, ruhun gizli bilgileri de, tasavvuf büyükleri[nin
    kalbleri] yolu ile gelmiştir. Ebû Hüreyrenin (Resûlullahdan iki kap doldurdum.
    Birisini sizlere açıkladım. İkincisini açıklamış olsam, beni öldürürsünüz)
    buyurduğu, Buhârîde yazılıdır. Yine Buhârî bildiriyor ki, Ömer vefât edince,
    oğlu Abdüllah, ilmin onda dokuzu öldü, dedi. Yanında bulunanların, bu söze
    şaştıklarını görünce, Allahı tanımak ilmini söyledim. Fıkh bilgilerini söylemek
    istemedim dedi. Tasavvuf yollarının hepsi, Resûlullahdan gelmektedir. Tasavvuf
    büyükleri, her asırda bulunmuş olan rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın
    mübârek kalbinden saçılan marifetlere kavuşmuşlardır. Tasavvuf ne yahudilerin,
    ne de tasavvufcuların uydurması değildir. Evet, tasavvuf yolunda hâsıl olan
    şeyleri bildiren, (fena, bekâ, cezbe, sülûk, seyr-i ilallah) gibi
    ismler, tasavvuf büyükleri tarafından konulmuştur. (Nefahât) kitabında
    diyor ki, (fena) ve (bekâ) kelimelerini ilk söyliyen Ebû
    Sa'îd-il-harrâz [Ebû Sa'îd Ahmed Harrâz 277 [m. 890] da Bağdâdda vefât etti.] olmuştur.
    Tasavvuf marifetleri Resûlullahdan gelmektedir. Bunların ismleri sonradan
    konulmuştur. Resûlullahın Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile
    zikretmekte olduğunu, kitaplar yazmaktadır. Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve
    isbât ve murâkaba, Resûlullahın zamanında da vardı. Eshâb-ı kirâm zamanında da
    vardı. Resûlullahdan böyle ismler işitilmedi ise de, çok zaman konuşmaması, bu
    hâllerinin bulunduğunu göstermektedir. (Biraz tefekkür bin sene ibâdetten
    daha hayrlıdır)
    buyurmuştur. Tefekkür, bâtıl düşünceleri bırakıp, hakkı
    düşünmek demektir. Tasavvufcuların, (Kelime-i tevhîd) ile zikretmelerini, Hızır
    Abdülhâlık-ı Goncdüvânîye öğretti. [Abdülhâlık 575 [m. 1180] de Buhârâda vefât
    etti.]


    Suâl: Tasavvuf marifetlerinin hepsi Resûlullahdan
    geldiğine göre, aralarında ayrılık olmamalı idi. Hâlbuki, tasavvuf yolları
    çeşidlidir. Hepsinin hâlleri ve marifetleri başkadır?


    Cevap: Bu ayrılığa sebep, insanların isti'dâdlarının
    ve bulundukları şartların başka olmasıdır. Meselâ, bir hastalığın ilâcı
    bellidir. Fakat, hastalara göre, hastalığın seyri ve tedâvîsi değişmektedir.
    Bir insanın çeşidli fotoğrafcıda çektirdiği resmlerinin başka başka olmaları
    gibidir. Her kemâl, Resûlullahdan alınmıştır. Alış kuvvetine ve şekline göre
    ufak ayrılıklar olmuştur. Resûlullah de, marifetleri, gizli bilgileri, Eshâbına
    başka başka sunardı. Nitekim hadis-i şerifinde, (Herkese, anlıyabileceği
    kadar söyleyiniz!)
    buyurmuştur. Resûlullah, Hz. Ebû Bekr ile ince bilgiler
    konuşuyordu. Hz. Ömer yanlarına gelince, sözü değiştirdi. Sonra, Hz. Osman
    gelince, yine değiştirdi. Hz. Ali gelince daha başka konuştu. Herbirinin
    isti'dâdına, yaratılışına göre, başka başka konuştu.


    Bütün tasavvuf yolları, imam-ı Câfer Sâdık hazretlerinde
    birleşmektedir. [Câfer Sâdık 148 [m. 765] de Medînede vefât etti.] İmâm-ı Câfer
    Sâdık da, iki yoldan, Resûlullaha bağlıdır. Birisi, babalarının yolu olup, Hz.
    Ali vâsıtası ile Resûlullaha bağlıdır. İkincisi, anasının babalarının yolu
    olup, Hz. Ebû Bekr vâsıtası ile Resûlullaha bağlanmaktadır. İmâm-ı Câfer Sâdık
    hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan olduğu için, hem de, onun
    vâsıtası ile Resûlullahdan feyz almış olduğu için, (Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki
    hayata kavuşturmuştur) buyurdu. İmâm-ı Câfer Sâdıkta bulunan bu iki feyz ve
    marifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden Ahrâriyye
    büyüklerine, Hz. Ebû Bekr yolu ile, öteki silsilelere ise, Hz. Ali yolu ile
    feyz gelmektedir.


    [Kitabın, yüzyirmiikinci sayfasında: (Resûlullah, Tebük
    gazvesinden dönerken, münâfıkların ismlerini Huzeyfe-tebnil-Yemâna bildirdi.
    Huzeyfe, fitne çıkmasın diye bunların ismlerini kimseye söylemedi. Yoksa,
    tasavvufcu sapıklarının dedikleri gibi, Huzeyfede gizli din bilgileri yoktu.
    Çünkü, islâm açıktır. Gizli bilgiler yoktur)
    diyor. Tasavvuf
    bilgilerinin, yahudi düzmesi, uydurma şeyler olduğunu anlatmak istiyor.
    Otuzuncu sayfasında ise: (Resûlullahın Mu'âz bin Cebele söylediği din
    bilgisini, Eshâbın çoğu bilmiyordu. Çünkü Resûlullah, Mu'âza bunları kimseye
    söyleme demişti. Bir maslahat, bir fayda için, ilmi saklamak câiz olduğu
    buradan anlaşılmaktadır)
    diyor.


    Görülüyor ki, kitabın yazıları birbirini tutmamaktadır.
    Beşyüz sayfalık kitabın heryeri böyle uygunsuz yazılarla doludur. Yüzlerce
    âyet-i kerime, binlerce hadis-i şerif yazarak, herbirine kendine göre mânalar
    verip, okuyanları, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır].


    Muhammed Mâsum, ikinci cildin altmışbirinci mektûbunda
    buyuruyor ki: Bu dünyada en kıymetli ve en faydalı şey, Allahü teâlânın
    marifetine kavuşmaktır. Yâni Onu tanımaktır. Allahü teâlâyı tanımak iki türlü
    olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri gibi
    tanımaktır. İkincisi, tasavvuf büyüklerinin tanımalarıdır. Birinci tanımak,
    inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşf ve şühûdü ile olur.
    Birincisinde ilim vardır. İlm ise, akıl ve zekâdan doğar. İkincisinde hâl
    vardır. Hâl ise, asldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır.
    İkincisinde, ârifin varlığı aradan kalkar. Çünkü, birşeye ârif olmak, o şeyde
    yok olmak demektir. Nazm:


    Yakın olmak, inip çıkmak değildir,


    Hakka yaklaşmak, yok olmak demektir!


    Birincisi (İlm-i husûlî) iledir. İkincisi (ilm-i
    hudûrî)
    iledir. Birincisinde, nefis, azgınlığından vazgeçmemiştir.
    İkincisinde, nefis yok olmuş, hep Hak iledir. Birincisinde îman, îmanın
    sûretidir. İbâdetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünkü nefis, îmana gelmemiştir.
    Hadis-i kudsîde, (Nefsine düşmanlık et! O, bana düşmanlık etmektedir) buyuruldu.
    Buradaki kalbin îmanına, (Mecâzî îman) denilir. Bu îman, gidebilir.
    İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için ve nefis de îmana geldiği için, bu
    îman, yok olmaktan korunmuştur. Buna (Hakîkî îman) denir. Burada yapılan
    ibâdetler de, hakîkî olur. Mecâz yok olabilir. Hakîkat yok olmaz. Hadis-i
    şerifte, (Yâ Rabbî! Senden, sonu küfür olmıyan îman istiyorum) buyurulması
    ve Nisâ sûresi, yüzotuzaltıncı âyetinde meâlen, (Ey îman sahipleri! Allaha
    ve Resûlüne îman ediniz!)
    emrolunması, bu hakîkî îmanı göstermektedir.
    İmâm-ı Ahmed bin Hanbel bu marifete kavuşabilmek için, ilim ve ictihâdda pek
    yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hafînin hizmetine koşmuştur. Bişr-i
    Hafînin yanından niçin ayrılmıyorsun dediklerinde, (Allahı benden daha iyi
    tanımaktadır) demiştir.


    [Kitabın, yüzondokuzuncu sayfasında diyor ki, imam-ı Ahmed
    bin Muhammed bin Hanbelin soyu, Nizâr bin Me'adda, Resûlullah ile
    birleşmektedir. Fıkh ve hadiste zamanın en üstün âlimi idi. Verâ ve sünnete
    uymakta pek ileri idi. Yüzaltmışdört [164] senesinde Bağdâdda tevellüd,
    ikiyüzkırkbir 241 [m. 855] de orada vefât etti. Bişr-i Hafî hazretleri
    yüzellide [150] tevellüd, ikiyüzyirmiyedide [227] vefât etti. Ferîdüddîn-i
    Attâr fârisî (Tezkire-tül-Evliyâ)da diyor ki, Ahmed bin Hanbel, çok
    meşâyıhın sohbetinde bulundu. Zünnûn-i Mısrî ve Bişr-i Hafî bunlardandır. Bir
    hanım, kötürüm olmuştu. Çocuğunu imam-ı Ahmede gönderip duâ etmesini diledi.
    İmâm abdest alıp namaz kıldı. Duâ eyledi. Çocuk evine gelince, annesi kapıya
    gelip oğlunu karşıladı. İmâm-ı Ahmedin duâsı bereketi ile iyi oldu].


    İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ömrünün son yıllarında, ictihâdı
    bıraktı. İki sene Câfer Sâdık hazretlerinin sohbetinde bulundu. Sebebini
    sorduklarında, (Bu iki sene olmasaydı, Nu'mân helâk olurdu) buyurdu. Her iki
    imam, ilimde ve ibâdette son derece ileri oldukları hâlde, tasavvuf
    büyüklerinin yanına giderek, marifet ve bunun meyvesi olan (hakîkî îman) edindiler.
    İctihâddan daha kıymetli ibâdet olur mu? Ders vermekten, islâmiyeti yaymaktan
    daha üstün amel olur mu? Bunları bırakıp, tasavvuf büyüklerinin hizmetlerine
    sarıldılar. Böylece marifete kavuştular.


    Amellerin, ibâdetlerin kıymeti, îmanın derecesi ile ölçülür.
    İbâdetlerin parlaklığı, ihlâsın miktârına bağlıdır. Îman ne kadar kâmil ise,
    ihlâs o kadar çok olur. Ameller de, o kadar çok nûrlu olur ve kabûl edilir.
    Îmanın kâmil olması ve ihlâsın tamam olması, marifete bağlıdır. Marifet ve
    hakîkî îman, fena hâsıl olmasına ve ölmeden önce olan ölmeye bağlı olduğu için,
    fenası çok olanın îmanı daha kâmil olur. Bunun içindir ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın
    îmanının, bütün ümmetin îmanlarından üstün olduğu hadis-i şerifte
    bildirilmiştir. (Ebû Bekrin îmanı, bütün ümmetimin îmanı ile tartılsa, Ebû
    Bekrin îmanı daha üstün olur)
    buyurulmuştur. Çünkü o, fenada bütün ümmetten
    daha ileridedir. (Yer yüzünde, yürüyen ölü görmek istiyen, Ebû Kuhâfenin
    oğluna baksın!)
    hadis-i şerifi, bunu göstermektedir. Eshâb-ı kirâmın hepsi
    fena makamına kavuşmuştu. Bu hadis-i şerifte, yalnız Ebû Bekr-i Sıddîkın
    fenasının seçilmesi, bunun fena derecesinin çok yüksek olduğunu göstermektedir.
    Altmışbirinci mektûbdan tercüme burada tamam oldu.


    İmâm-ı Muhammed Mâsum ikinci cildin, yüzaltıncı mektûbunda
    buyuruyor ki: (Lâ ilâhe illallah) güzel sözünü çok söyleyiniz! Bu zikri,
    kalb ile birlikte yapınız. Bu mübârek söz, kalbin temizlenmesinde pek
    faydalıdır. Bu güzel sözün yarısı söylenince, Allahdan başka herşey yok edilmiş
    olur. Geri kalan yarısı söylenince de, hak olan mâbudun varlığı bildirilmiş
    olur. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bu ikisine kavuşmak içindir. Hadis-i
    şerifte, (Sözlerin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demektir) buyuruldu.
    Çok kimse ile görüşmeyiniz. Çok ibâdet yapınız. Resûlullahın sünnetlerine sıkı
    sarılınız! Bid'atlerden ve bid'at sahiplerinden ve günah işlemekten çok
    sakınınız! İyi işleri, iyiler de, kötüler de yapabilir. Fakat kötülüklerden
    yalnız sıddîklar sakınır.


    Helâldan olan çok kıymetli elbiseler giymek, tasavvuf
    yolcularına zarar verir mi diyorsunuz. Fena derecesine kavuşup, kalbinin,
    Allahdan başka, hiçbirşeye bağlılığı kalmıyan kimsenin elinde, üstünde olan
    şeyler, onun kalbinin, zikretmesine mani olmaz. Onun kalbinin, dış organları
    ile ilgisi kalmamıştır. Uyku bile, kalbinin zikretmesine mani değildir. Fena
    makamına varamamış olan böyle değildir. Bunun zâhir organları, kalbi ile
    ilgilidir. Fakat bunun da yeni, kıymetli elbisesi, kalbinin çalışmasına mani
    olur denilemez. Din büyükleri, Ehl-i beyt imamları, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe ve
    Abdülkâdir-i Geylânî, çok kıymetli elbise giymişlerdir. (Hazâne-türrivâye) ve
    (Metâlib-ül-müminin) ve (Zahîre) kitapları, Resûlullahın bin
    dirhem gümüş kıymetinde cübbe giydiğini bildiriyorlar. Dört bin dirhem gümüş
    değerinde cübbe ile namaz kıldığı görülmüştür. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe
    talebesine yeni ve kıymetli elbise giymelerini söylerdi. Ebû Sa'îd-i Hudriye
    soruldu ki, yimekte, içmekte ve giyinmekte olan bu değişikliklere ve
    yeniliklere ne dersiniz? Helâl para ile olur ve gösteriş ve riyâ için olmazsa,
    hepsi Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetleri göstermektir, buyurdu. [Ebû
    Sa'îd-i Hudrî 64 [m. 683] de İstanbulda vefât etti.]


    Allahdan başka birşeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi, bir
    mahlûku kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir.
    Câhillerin sevmeleri böyledir. Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevmekten
    kurtarmak içindir. Böylece, kalbde yalnız Allah sevgisi kalır. İnsan, şirk-i
    hafîden kurtulur. Görülüyor ki tasavvuf, insanı şirk-i hafîden kurtarmak
    içindir. (Ey îman sahipleri! Îman ediniz!) meâlindeki âyet-i kerimede
    emrolunan îmana kavuşmak içindir. En'am sûresinin yüzyirminci âyet-i
    kerimesindeki, (Organlarla açıkça işlenen ve kalb ile yapılan günahları terk
    edin!)
    meâlindeki emr, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıklardan
    kurtarmak lâzım olduğunu göstermektedir. Allahdan başkasına tutulmuş olan bir
    gönülden ne iyilik gelir? Allahü teâlâdan başkasını özliyen bir ruhun Allah
    yanında hiç kıymeti ve önemi yoktur.


    Sevginin ikincisi, yalnız organların sevmesi, istemesidir.
    Kalb ve ruh, Allahü teâlâya bağlanmıştır. Ondan başka hiçbirşey bilmezler.
    Böyle olan sevgiye (Meyl-i tabî'î), iç güdü denir. Bu sevgi, yalnız
    bedenin sevmesidir. Kalbe, ruha bulaşmamıştır. Bu sevgi, bedendeki maddelerin
    ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyaçlarından ileri gelmektedir. Fenaya ve
    bekâya kavuşanlarda ve yüksek derecelerdeki Evliyâda mahlûklara karşı bu sevgi
    bulunabilir. Hattâ hepsinde vardır. Resûlullah serin ve tatlı içmeyi severdi. (Dünyanızdan
    üç şey bana sevdirildi)
    hadis-i şerifini herkes işitmiştir. (Şemâil) kitapları
    diyor ki, Resûlullah (Bürd-i yemânî) denilen pamuk ve ketenden yapılmış
    elbiseyi severdi.


    Nefis, fena ile şereflenince ve itmînâna kavuşunca, kalb,
    ruh, sır ve hafî ve ahfâ denilen beş latîfe gibi olur. Nefis böyle olunca,
    yalnız bedendeki maddelerin ve ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine
    karşı cihâd edilir. (His organları ile duyulan duygular, temiz kalblere ve
    temizlenmiş nefslere de te'sîr eder)
    buyuruldu. Başkalarına te'sîrini, bu
    hadis-i şeriften anlamalı.


    Bid'at sahibi olanın ve rüşvet yiyenin ve başkasının hakkını
    alanın ve günah işliyenin evine gitmek, onun verdiğini yimek câiz olur mu
    diyorsunuz? Gitmemek ve yimemek iyi olur. Hattâ, tasavvuf yolunda olanlar için,
    bundan sakınmak lâzımdır. Zarûret olunca, câiz olur. Haram olduğu bilinen şeyi
    yimek haramdır. Helâl olduğu bilineni yimek helâldir. Bilinmiyorsa, şüpheli
    ise, yimemek iyi olur.


    Suâl: Tasavvuf bid'at mıdır? Yahudilerin uydurması
    mıdır?


    Cevap: Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için,
    tasavvuf yolunu bilen ve gösteren bir Rehber aramak ve ona uymak, islâmiyetin
    emirlerindendir. Allahü teâlâ, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurdu.
    Talebenin Mürşidden feyz ve marifet alması, Resûlullahın zamanından bu zamana
    kadar yapılagelen ve her müslümanın bildiği birşeydir. Tasavvuf büyüklerinin
    sonradan ortaya çıkardığı birşey değildir. Her Mürşid kendisini yetiştiren
    kâmile bağlanmıştır. Bu bağlanışları, Resûlullaha kadar uzanmaktadır. Ahrâriyye
    büyüklerinin bağlantı dizisi, Resûlullaha, Hz. Ebû Bekr ile ulaşmaktadır. [Ubeydullah-ı
    Ahrâr 895 [m. 1490] da Semerkandda vefât etti.] Başka yolların dizisi ise, Hz.
    Ali ile ulaşmaktadır. Buna bid'at denilebilir mi? Evet, mürşid, mürîd gibi
    ismler, sonradan çıktı. Fakat kelimelerin, ismlerin değeri yoktur. Bu ismler
    olmasa da, mânaları ve kalblerin bağlılığı yine vardır. (Vehhâbî kitabı da,
    kelimelere bakılmaz. Mânalara bakılır demektedir). Tasavvuf yollarının ortak
    olan temel işi, zikir yapmasını öğretmektir. Bu ise, dinimizin emrettiği
    birşeydir. Sessiz zikretmek, sesle yapmaktan daha kıymetlidir. Hadis-i şerifte,
    (Hafaza meleklerinin işitmediği zikir, hafazanın işittiği zikirden yetmiş
    kat daha kıymetlidir)
    buyuruldu. Hadis-i şerifte övülen zikir, kalb ile ve
    öteki latîfelerle yapılan zikirdir. Resûlullahın, Peygamber olduğu kendisine
    bildirilmeden önce, kalb ile zikir yaptığı, kıymetli kitaplarda yazılıdır.
    Tasavvuf bilgilerine bid'at demek ve yahudi uydurması demek, (Buhârî) hadis
    kitabını ve (Hidâye) fıkh kitabını okumak bid'attır demeye benzer.
    Yüzaltıncı mektûbdan tercüme burada tamam oldu.


    Muhammed Mâsum Fârûkî, (Mektûbât) kitabında, ikinci
    cildin otuzaltıncı mektûbunda diyor ki, (Hâcegân) denilen Tasavvuf
    yolunun reîsi, Abdülhâlık-ı Goncdüvânîdir. Bu yoldaki Kayyûmiyyet cezbesi,
    kendisine Hz. Ebû Bekr-i Sıddîktan gelmiştir. Kendisi de, bu cezbeyi elde etmek
    yolunu bildirdi. Bu yola (Vükûf-ı adedi) denir ki, (Zikr-i hafî)den
    ibârettir. Bu da, Hz. Ebû Bekrden gelmektedir. (Cezbe-i mâıyyet) denilen
    ikinci yol ise, Behâüddîn-i Buhârîden başlamaktadır. Zamanının kutbu olan
    Alâüddîn-i Attâr, bu cezbenin hâsıl olması şartlarını koydu. [Alâüddîn-i Attâr
    Muhammed 802 [m. 1400] de Buharâda vefât etti.] Bu şartlara (Tarîka-i
    Alâiyye)
    denildi. En yakın olan [az zamanda kavuşturan] yolun, Alâiyye
    olduğu bildirilmiştir.


    [Alâüddîn-i Attârın talebesinden olan Ubeydüllah-i Ahrâr,
    hocasının yolunu yaydığı için (Ahrâriyye) de denildi.]


    Muhammed Mâsum, ikinci cildin yüzellisekizinci mektûbunda
    buyuruyor ki, saadetin başı, iki şeye kavuşmaktır. Birincisi, Bâtının (yâni
    kalbin) mahlûklara düşkün olmaktan kurtulmasıdır. İkincisi, Zâhirin (yâni
    bedenin) (Ahkâm-ı islâmiyye)ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki nîmete
    kavuşmak, tasavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasip olur. Başka yoldan kavuşmak
    güçtür. İslâmiyete tam yapışabilmek ve ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak
    olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fânî olması, (teslim olması) lâzımdır.
    Nefis, azgın olarak ve âsî olarak ve kendini beğenici olarak yaratılmıştır. Bu
    kötülüklerden kurtulmadıkça, islâmiyetin hakîkati hâsıl olamaz. Teslimden,
    itmînândan önce, islâmiyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itmînânından
    sonra, islâmiyetin hakîkati hâsıl olur. Sûret ile hakîkat arasındaki fark,
    yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, islâmiyetin sûretine, hakîkat
    ehli de, islâmiyetin hakîkatine kavuşur. Avâmın (yâni câhillerin) îmanına (Îman-ı
    mecâzî)
    denir. Bu îman, bozulabilir ve yok olabilir. Havâsın (yâni hakîkat
    ehlinin) îmanları zevâlden ve halelden mahfûzdur. Nisâ sûresinin yüzotuzbeşinci
    âyetinde, (Ey îman edenler! Allaha ve Onun Peygamberine îman ediniz!) meâlindeki
    emr, bu hakîkî îmanı göstermektedir.


    Muhammed Mâsum, üçüncü cildin onaltıncı mektûbunda buyuruyor
    ki, (Herşey odur. Allah kelimesi, herşeyin adıdır. Zeyd isminin bir insanı
    göstermesi gibidir. Hâlbuki, her uzvunun ayrı ismleri vardır. O hâlde Zeyd,
    nerdedir? Hiçbir yerde değildir. Allahü teâlâ da, her varlıkta görünmektedir.
    Bunun için, herşeye Allah demek câizdir. Bu varlıklar bir görünüştür.
    Bunlardaki yok olmak da, bir görünüştür. Hakîkatte yok olan birşey yoktur) gibi
    sözler, bir varlığa inanmağı değil, çok varlığı göstermekte olup, tasavvuf
    büyüklerinin bildirdiklerine uygun değildir. Bu söz, Allahü teâlâyı, madde
    âleminde göstermektedir. Ayrı bir varlık değildir demektir. Allahü teâlânın
    varlığında ve sıfatlarının varlıklarında, mahlûklarına muhtaç olduğunu
    göstermektedir. Bileşik cismin varlığının, elementlerinin varlıklarına muhtaç
    olması gibidir. Bu ise, Allahü teâlânın varlığına inanmamak olup, küfürdür.
    Allahü teâlânın varlığının, madde ve mâna âlemlerinin varlıklarından ayrı olduğuna
    inanmak lâzımdır. Yâni, vâcib ile mümkinler, ayrı bir varlıktırlar. İkilik olan
    herşeyde ayrılık vardır. (Âlem, [yâni Allahdan başka herşey], hakîkatte var
    olsaydı, o zaman ikilik olurdu. Âlemin varlığı görünüştedir) denirse, buna
    cevap olarak, (Hakîkî mevcut, mevhûm olan görünüşle birleşmez) deriz. Yâni
    herşey Odur denilemez. Bu söz ile, (Hiçbirşey yoktur. Yalnız O vardır) demek
    istenirse, o zaman doğru olur. Fakat, hakîkat olarak değil, mecâz olarak
    söylenmiş olur. Zeydin aynadaki [ve televizyondaki] hayâlini görenin, Zeydi
    gördüm demesine benzer. Teşbîh olarak söylemeyip, hakîkat olarak söylemek,
    arslana eşek demeye benzer. [Radyodan, hoparlörden çıkan sese, bunu söyliyen
    insanın sesidir demek de böyle yanlıştır.] Arslan başkadır. Eşek başkadır. Lâf
    ile, ikisi bir yazılamaz. Tasavvuf büyüklerinden, (Vahdet-i vücûd) söyliyenler,
    (Hakîkî varlık, mahlûklarda bulunuyor. Ayrıca mevcut değildir) demedi.
    (Mahlûktur, Onun zuhûrlarıdır, görünüşleridir) dediler. Muhyiddîn-i Arabî ve
    ona tâbi olanlar, bu mâna ile (Heme-ûst) yâni (herşey Odur) dediler.
    [Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etti.]


    (Âlem, böyle gelmiş, böyle gider) sözü, âlemin kadîm
    olduğunu gösteriyor. Böyle inanmak küfürdür. Âlemin yok olacağını inkâr
    etmektir. Kur'an-ı kerim, herşeyin yok olacağını açıkça bildiriyor. İnsanların
    yok olacağına ve tekrar var olacaklarına inanıyoruz diyenler arasında, bazı
    kimseler (İnsan, toprak maddesinden meydana gelmiştir. Ölünce çürüyüp, yine
    toprak [su ve gazlar] hâline dönecektir. Bu maddelerden bitkiler ve bitkilerden
    hayvanlar hâsıl olmakta, bunları insanlar yiyerek, et, kemik ve menî hâline
    dönmekte ve böylece başka insanlar meydana gelmektedir. Kıyâmet olması,
    insanların tekrar yaratılması, işte böyle olur) diyorlar. [Bu sözdeki madde
    değişmeleri elbette doğrudur. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir.
    Fakat] insanların tekrar yaratılması böyle olur demek, Haşrı, Neşri ve Kıyâmeti
    inkâr etmektir. Kıyâmet gününün gelmesi ve ölülerin mezarlarından kalkacakları,
    bütün canlıların bir meydanda toplanacakları, kitapların ortaya çıkarılacağı,
    hesap verileceği, terâzînin kurulacağı, müminlerin Sırât köprüsünden
    geçecekleri, kâfirlerin Cehenneme düşecekleri ve sonsuz azâbda kalacakları,
    Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.


    (Bu bilinen namaz, câhil halk için emrolunmuştur. Sâf,
    temiz, yükselmiş insanların ibâdetleri [namazları], zikir ve tefekkürdür.
    İnsanın bütün zerreleri ve bütün eşya, her an zikir, ibâdet yapmaktadır. İnsan
    bunu anlamasa da, böyledir. İslâmiyet, aklı az olanlar için gönderilmiştir.
    Böylece, fesat çıkarmaları önlenmiştir) gibi lâflar, câhillerin ve aklı az
    olanların sözleridir. Peygamberimiz, namazın dînin direği olduğunu bildirdi. (Namaz
    kılan, din binâsını yapmıştır. Namaz kılmıyan, dînini yıkmıştır. Namaz, müminin
    mîracıdır)
    buyurdu. Rahatını, huzurunu namazda bildi. Namazdaki yakınlık,
    başka şeylerde bulunmaz. Hadis-i şerifte, (Allah ile kul arasındaki
    perdeler, ancak namazda kaldırılır)
    buyuruldu. Her kemâl, (Şeriate) yâni
    (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymakla hâsıl olur. Bu ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan
    ayrılan, yoldan sapar. Saadete kavuşamaz. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler,
    bu ahkâma uymağı emrediyorlar. Doğru yol, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i
    şeriflerin gösterdiği yoldur. Başka yollar, şeytanların yollarıdır. Abdüllah
    ibni Mes'ûd diyor ki, Resûlullah, bir doğru çizdi. (Bu, insanı Allahın
    rızasına kavuşturan tek doğru yoldur)
    dedi. Sonra bunun sağına, soluna
    [balık kılçığı gibi] çizgiler çizip, (Bunlar da, şeytanların yollarıdır.
    Herbirinde bulunan şeytan, kendine çağırır)
    buyurdu ve (Bu, doğru olan
    yolumdur. Buna geliniz!)
    âyet-i kerimesini okudu.


    Peygamberlerin sözbirliği ile bildirdikleri ve islâm
    âlimlerinin bizlere ulaştırdıkları bilgiler, şunun bunun düşünceleri ile,
    hayâlleri ile yok edilemez.


    Ondördüncü asrın müceddidi, zâhir ve bâtın ilimlerinin
    hazînesi, seyyid Abdülhakîm Efendinin (Er-riyâdut-tasavvufiyye) kitabı,
    tasavvufun, tarifini, tarihini, mevzû'unu ve ıstılâhlarını gayet vecîz olarak
    yazmaktadır. [Abdülhakîm Arvâsî 1362 [m. 1943] de Ankarada vefât etti.] Kitap,
    türkçe olup, 1341 [m. 1923] senesinde, İstanbulda, Harbiyye mektebi matbaasında
    basılmıştır. Önsözünde diyor ki:


    Peygamberimizin sohbetinde bulunmaktan daha şerefli, daha
    kıymetli bir üstünlük olmadığı için, bu şerefe kavuşanlara (Sahâbe) denildi.
    Onlardan sonra gelenlere, onlara tâbi oldukları için (Tâbiîn), bunlardan
    sonra gelenlere de, (Etbâ'ı tâbiîn) denildi. Daha sonra, din işlerinde
    yükselmiş olanlara, (Zühhâd) ve (Ubbâd) denildi. Bunlardan sonra,
    bid'atler çoğalıp, her fırka, kendi önderlerine Zâhid ve Âbid dedi. Ehl-i
    sünnet denilen, Eshâb-ı kirâm yolundaki fırkadan olup, kalblerini gafletten
    koruyan ve nefslerini Allaha itaate kavuşturanların bu hâllerine, (Tasavvuf)
    ve kendilerine (Sôfî) ismi verildi. Bu ismler, hicretin ikinci asrı
    sonunda işitildi. Kendisine evvelâ Sôfî denilen Ebû Hâşim Sôfîdir. Kûfe
    şehrinden olup, Şâmda irşâd ederdi. Süfyân-ı Sevrînin üstâdı idi. [Süfyân-ı
    Sevrî 161 [m. 778] de Basrada, Ebû Hâşim Sôfî 115 de vefât etmişlerdir. Süfyân
    demiştir ki, (Ebû Hâşim Sôfî olmasaydı, Rabbânî hakîkatleri bilmezdim. Onu
    görmeden önce tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum). Tekke en önce, Ebû Hâşim
    için, Remleh şehrinde yapılmıştır. (Dağları iğne ile oyarak toz etmek,
    kalblerden kibri çıkarmaktan kolaydır) sözü onundur. (Faydasız ilimden Allaha
    sığınırım) sözünü çok söylerdi.]


    Tasavvuf ehli, başka din adamlarında bulunmayan bir ilim ile
    şereflenmişlerdir. Haris bin Esed Muhâsibî 241 [m. 855] de Basrada vefât etti. (Kitap-ür-riâye)de,
    verâ ve takvâ üzerinde geniş bilgi verdi. İmâm-ı Abdülkerîm Kuşeyrî, 376 [m.
    987] da Nişâpûrda vefât etti. Meşhûr risâlesinde ve Şihâbüddîn-i Ömer
    Sühreverdî, 632 [m. 1234] de vefât etti. (Avârif-ül-me'ârif)de, tarîkat
    edeblerini ve vecdlerini ve hâllerini bildirmişlerdir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî, (İhyâ)
    kitabında, bu iki kısm bilgileri, birlikte uzun açıklamıştır.


    Görülüyor ki, tasavvufun başlangıcı, nübüvvetin ve risâletin
    başlangıcıdır. Tasavvuf bilgileri, semavî dinlerin hakîkatlerini anlamak ile
    hâsıl olmuşlardır. Tasavvufun bir parçası olan (Vahdet-ül-vücûd)
    marifetlerini, budistlerin, yahudilerin akıl ve riyâzet ile anladıkları (Vahdet)
    ile karıştırmamalıdır. Birincisi, zevk ile anlaşılan marifetler, ikincisi akıl
    ile hâsıl olan hayâllerdir. Bu zevki tatmıyan gâfiller, ikisini aynı sanırlar.


    [Allahü teâlâ, Ezzâriyât sûresinde meâlen, (Cinni ve
    insanları ibâdet etmeleri için yarattım)
    buyuruyor. İbâdet etmek de, kurb
    ve marifet hâsıl eder. Demek ki, insanların Evliyâ olmaları emrolunmaktadır. Bu
    da, farzları, nâfileleri birlikte yapmakla ve bid'at sahiplerinden uzaklaşmakla
    hâsıl olur. Tasavvuf yolunda yapılan vazîfeler, nâfile ibâdetlerdir. Farzların
    kabûl olmaları için bulunması şart olan ihlâs, bu vazîfelerle elde edilir.
    Tasavvuf, yahudilerden ve eski yunanlılardan alınmıştır sözünün çok çirkin, yalan
    ve iftirâ olduğu, yukardaki bilgilerden pek iyi anlaşılmaktadır.

    Allahü Teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, farzları, sünnetleri ve nâfile
    ibâdetleri yapmak lâzımdır. Bunlar, şartlarını, müfsidlerini bilerek ve ihlâs
    ile yapılır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet îtikatına uygun inanmak,
    ikincisi haramlardan ve haram nafakadan sakınmaktır. İhlâs, kalbi mâ-sivâdan
    temizlemek yâni herşeyi yalnız Allah için yapmaktır. Bu da mürşid-i kâmil
    sohbetinde bulunmakla, az zamanda hâsıl olur. Mürşid bulunmazsa, bir mürşide
    râbıta yaparak veya çok zikir yaparak da hâsıl olur. Mürşid-i kâmil bir ayna,
    bir gözlük gibidir. Bir kimse, gönül gözüyle, bir mürşidin kalbine bakarsa,
    orada Resûlullahın mübârek kalbini görür. O, Resûlullahın vârisidir. Ona râbıta
    yapılınca, Resûlullaha yapılmış olur. Onun mübârek kalbine mürşidleri vâsıtası
    ile Resûlullahdan gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akar. Kalb temizlenerek
    ihlâs hâsıl olur.]


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:44 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:33 am

    9- Resûlullahı övmek, ondan yardım istemek şirk imiş. Buna (Mir'ât-i Medîne) kitâbından cevâb verildi.

    9- Kitabının yüzyetmişdokuzuncu ve yüzdoksanbirinci sayfasında: (Yâ
    Fâtıma, benden dilediğin malı iste! Fakat, seni Allahü teâlânın azâbından
    kurtaramam! hadis-i şerifini yazıp, insandan, onun dünyada yapabileceği şeyi
    istemek câizdir. Günahların affedilmesini, Cennete gidilmesini, Cehennemden,
    azâbdan kurtulmasını ve bunlar gibi, ancak Allahın yapacağı şeyleri, yalnız
    Allahdan istemek câizdir. İstigâse, yâni sıkıntıdan kurtarması için, ancak
    Allahü teâlâya yalvarılır. Uzakta olanlardan ve ölülerden istigâse edilmez.
    Onlar işitmez. Cevap veremez. Birşey yapamaz. Hz. Hüseyn ve babası,
    kabirlerinde nîmetler içindedir. Ahmed Ticânî müşriki ve ibni Arabî ve ibni
    Fârıd gibi mâbut tanınanlar da, azâb içindedir. Birşey işitmezler. Peygamberden
    de istigâse edilemez. Busayrî ve Ber'î kasîdelerinde Resûlullahı övmekte
    taşkınlık yaparak, küfre, şirke sürüklenmişlerdir) diyor.


    Kitabının birçok yerinde, meselâ üçyüzyirmiüçüncü
    sayfasında, (Ölünün veya uzakta olanın duâsının fayda vereceğine ve
    zararları gidereceğine inanmak, yâhut ona duâ edenlere şefaat edeceğine inanmak
    şirktir. Allahü teâlâ Peygamberini bu şirki yok etmek için ve böyle müşriklerle
    harp etmek için gönderdi)diyor.


    Kitap, kendi kendini yalanlamaktadır. İkiyüzbirinci
    sayfasında, (Allahü teâlâ, göklerde his ve marifet yaratır. Allahdan
    korkarlar. Her zerre Allahı zikretmekte, Ondan korkmaktadırlar) diyor. Buna
    karşılık Peygamberler ve Evliyâ, mezarlarında his etmezler, işitmezler
    demektedir.


    (Mir'ât-ı Medîne) kitabını yazan Eyyüb Sabri Pâşa,
    1308 [m. 1890] de vefât etmiştir. Diyor ki:


    İslâm âlimleri, her zaman Resûlullahı vesîle ederek, Allahü
    teâlâdan lutf ve merhamet dilemişlerdir. İnsanların babası yer yüzüne
    indirildiği vakit, (Yâ Rabbî! Beni, Muhammed aleyhisselâm hurmetine affeyle!)
    demişti. Allahü teâlâ, bu duâyı kabûl buyurmuştu ve (Sen, sevgili Peygamberim
    olan Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun? Ben Onu daha yaratmadım!)
    buyurunca, (Beni yarattığın zaman, başımı kaldırır kaldırmaz, Arş-ı ilâhînin
    kenârlarında (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılı olduğunu
    görüp, Muhammed aleyhisselâmın yaratılmışların en üstünü olduğunu anladım.
    Muhammed aleyhisselâmı herkesten çok sevmemiş olsaydın, Onun ismini, kendi
    adının yanına yazmazdın) dedi. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem! Doğru söyledin.
    Muhammed aleyhisselâmı çok severim. Ondan daha sevgili, hiç kimse yaratmadım.
    Onu yaratmak istemeseydim, seni yaratmazdım. Onun hurmeti için af dileyince,
    duânı kabûl edip, seni affettim) cevabını verdi.


    İki gözü kör bir kimse, gözlerinin açılması için
    Resûlullahdan duâ istedi. Resûlullah de (İstersen duâ ederim. Fakat, sabr
    edip katlanırsan, senin için daha iyi olur) buyurdu. (Sabr etmeye gücüm
    kalmadı. Duâ etmeniz için yalvarırım) dedi. (Öyle ise, abdest alıp şu duâyı
    oku!) buyurdu. Bu duâ, arabî (Ed-dürer-üsseniyye) ve (El-Fecr-üs-sâdık)
    kitapları ile (Merâkıl-felâh) ve bunun (Tahtâvî) şerhinde ve
    bu ikisinin türkçe tercümesi olan (Ni'met-i islâm) kitabında, (hâcet
    namazı) sonunda yazılıdır. O kimse, bu duâyı okuyunca, Allahü teâlâ kabûl
    buyurarak gözlerinin açıldığını, hadis âlimlerinden imam-ı Nesâî bildiriyor.
    [Ahmed Nesâî 303 [m. 915] de Remlehde vefât etti.] Bunu imam-ı Hasen de tasdik
    etmiştir. Vehhâbîlerin inanmamaları için hiçbir sebep yoktur. Bunu haber veren
    Osman bin Hanîf, ayrıca diyor ki, Osman bin Affân halîfe iken, büyük sıkıntısı
    olan bir kimse, Halîfenin karşısına çıkmaya utandığı için, bana dert yanmıştı.
    Ben de, hemen abdest al! Mescid-i saadete git! Şu duâyı oku diyerek, yukarıda
    yazılı kimsenin okuyarak gözlerinin açıldığı duâyı okumasını söyledim.
    Adamcağız, duâyı okuduktan sonra, Halîfenin bulunduğu yere gider. Halîfeye
    çıkarılır. Halîfe, bunu seccâdesi üstüne oturtup, derdini dinler ve kabûl eder.
    Adamcağız, işinin birdenbire yapıldığını görünce sevinerek, Osman bin Hanîfi
    bulup, (Allahü teâlâ senden râzı olsun! Halîfeye sen söylemeseydin, sıkıntıdan
    kurtulamıyacaktım) der. Osman bin Hanîf ise, (Ben Halîfeyi görmedim, işinin
    çabuk yapılması, sana öğrettiğim duâdandır. Resûlullah, o duâyı bir âmâya
    öğretirken işitmiştim. Vallahi âmânın, Resûlullahdan ayrılmadan önce, gözleri
    açılmıştı) dedi.


    Hz. Ömer halîfe iken, kıtlık oldu. Eshâb-ı kirâmdan Bilâl
    bin Hars, Resûlullahın türbesine gidip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin açlıktan ölmek
    üzeredir. Yağmur yağması için vesîle olmanı yalvarırım) dedi. Resûlullah o gece
    rü'yâsında görünüp, (Halîfeye git! Benden selâm söyle! Yağmur duâsına
    çıksın!) buyurdu. Hz. Ömer, yağmur duâsına çıkıp, yağmur yağmaya başladı.


    Allahü teâlâ, sevdiklerinin hâtırı için diyerek yapılan
    duâları kabûl buyurmaktadır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiğini
    bildirmiştir. Bunun için, bir kimse, (Allahümme innî es'elüke bi-câh-i
    Nebiyyikel-Mustafâ) diyerek bir duâ etse, duâsı red olunmaz. Bununla
    berâber, ufak tefek dünya işleri için, Resûlullahı vesîle etmek, edebe uygun
    olmaz.


    Burhâneddîn İbrâhîm Mâlikî 799 [m. 1397] de vefât etmiştir.
    Buyuruyor ki, çok aç olan fakir bir kimse, hucre-i saadete gidip, (Yâ
    Resûlallah! Karnım açtır) dedi. Az sonra, birisi gelip, fakiri evine götürdü,
    karnını doyurdu. Fakir, yaptığı duânın kabûl olduğunu söyleyince, (Kardeşim!
    Çoluk çocuğundan ayrılıp, uzak yollardan sıkıntılar çekerek Resûlullahı ziyâret
    için geldin. Bir lokma ekmek için Resûlullahın huzuruna çıkmak yakışır mı? O
    yüksek huzurda, Cenneti ve sonsuz nîmetleri istemeli idin! Burada istenilen
    şeyleri Allahü teâlâ red etmez) dedi. Resûlullahı ziyâret etmek şerefine
    kavuşanlar, kıyâmet gününde şefaat etmesi için, duâ etmelidir.


    İmâm-ı Ebû Bekr-i Makkarî bir gün, imam-ı Taberânî ve Ebû
    Şeyh ile mescid-i saadette oturuyorlardı. [Ebuşşeyh bin Hayyân Abdüllah
    İsfehânî 369 [m. 979] da vefât etti.] Birkaç günden beri acıkmışlardı. Yatsı
    namazından sonra, imam-ı Ebû Bekr artık dayanamıyarak, (Açım yâ Resûlallah!)
    dedikten sonra, bir köşeye çekildi. İki arkadaşı kitap okuyorlardı.
    Seyyidlerden bir zat, iki hizmetçisi ile gelerek, (Kardeşlerim! Dedem
    Resûlullahdan açlıktan yardım istemişsiniz. Biraz uyumuştum. Sizi doyurmamı
    emir buyurdu) dedi. Getirdiklerini birlikte yidiler. Artanını bunlara bırakıp
    gitti. [Ebül-Kâsım Süleymân Taberânî, hadis imamıdır. 260 da Taberiyyede
    tevellüd, 360 [m. 971] de İsfehânda vefât etti.]


    Ebül Abbâs bin Nefîs âmâ idi. Üç gün aç kaldı. Hucre-i
    saadete gelip, (Yâ Resûlallah! Açım) deyip, bir tarafa çekildi. Az zaman sonra,
    biri gelip, bunu evine götürdü. Karnını doyurdu ve (Ey Ebül Abbâs! Resûlullah
    efendimizi rü'yâda gördüm. Seni doyurmamı emretti. Aç kaldığın zamanlar, bize
    gel!) dedi.


    İslâm âlimlerinden imam-ı Muhammed Mûsâ bin Nu'mân Merâkîşî
    Mâlikî 683 [m. 1284] de vefât etti. (Misbâh-uz-zulâm Fil-müstegîsin
    bi-hayr-il-enâm) adındaki kitabında, Resûlullahı vesîle ederek murâdlarına
    kavuşanları yazmaktadır. Bunlardan biri, Muhammed bin Münkedirdir. Muhammed
    diyor ki, bir adam, babama seksen altın bırakıp cihâda gitmişti. Bunları sakla!
    Çok muhtaç olana da yardım edebilirsin demişti. Medînede kıtlık oldu. Babam,
    altınların hepsini açlıktan bunalanlara dağıttı. Altınların sahibi gelip istedi.
    Babam, bir gece sonra gel dedi. Hucre-i saadete gidip, sabaha kadar Resûlullaha
    yalvardı. Gece yarısı, bir adam gelip, (Uzat elini!) demiş, bir kese altın
    verip, sonra hiç görünmemiştir. Babam evde altınları sayıp, seksen aded
    olduğunu görünce, sevinerek hemen sahibine vermişti.


    İbn-i Celâh Medînede fakir düşmüştü. Hucre-i saadete geçip,
    (Yâ Resûlallah! Bu gün sana misafir geldim. Karnım çok açtır) dedi. Bir kenâra
    çekilip uyudu. Resûlullah rü'yasında görünüp, büyük bir ekmek verdi. Diyor ki,
    çok aç olduğum için, hemen yimeye başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan
    yarısını elimde buldum.


    Ebül-Hayr Akta' Medînede beş gün aç kalmıştı. Hucre-i
    saadetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi. Aç olduğunu bildirdi. Bir yana
    çekilip uyudu. Rü'yâda, Resûlullahın geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr-i
    Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve önünde Aliyy-ül Mürtezâ vardı. Hz. Ali gelip, yâ
    Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor dedi. Hemen kalktı.
    Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Ebül-Hayr diyor ki, çok aç olduğum
    için hemen yimeye başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde
    buldum.


    Ebû Abdüllah Muhammed bin Ber'a diyor ki, babam ile Mekkede
    parasız kaldık. Ebû Abdüllah bin Hafîf de yanımızda idi. Medîneye geldik. Ben
    çocuktum. Acıktım diyerek ağlardım. Babam dayanamadı. Hucre-i saadete gelip,
    (Yâ Resûlallah! Bu gece sana misafiriz) dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini
    kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra çok ağladı. Gözünü açıp,
    Resûlullah elime para verdi dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm. Bunları hem
    kullandık, hem de sadaka verdik. Rahatça Şîrâzda evimize geldik. [Ebû Abdüllah
    Muhammed bin Hafîf 371 [m. 981] de vefât etmiştir.]


    Ahmed bin Muhammed Sôfî diyor ki, Hicâz çöllerinde varlığım
    kalmadı. Medîneye geldim. Hucre-i saadet yanında Resûlullaha selâm verdim. Bir
    yana oturup uyudum. Resûlullah görünüp, (Ahmed geldin mi? Avucunu aç!) buyurdu.
    Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi. [Ebül-Abbâs Ahmed
    bin Muhammed Vâiz Endülüsî 671 [m. 1284] de Mısrda vefât etti.]


    Resûlullahın âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler,
    edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara birşey dememeli, susmalıdır.
    Buradaki edeblerden, saygılardan biri de, susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i
    saadetin yanında, her sabah ezan okur, namaz uykudan daha iyidir derdi.
    Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullahın huzurunda terbiyesizlik
    yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da, (Yâ Resûlallah! Yüksek huzurunuzda adam
    dövmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz mı? dedi. Biraz sonra döven kimsenin felç
    olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. Bunu, hâfız
    Ebül-Kâsım kitabında yazmaktadır. Sâbit bin Ahmed Bağdâdî de, bunu gördü
    demektedir. [Ebül-Kâsım Ali ibni Asâkir 571 [m. 1176] de Şâmda vefât etti.]


    İbnün-Nu'mân [Ebû Nuaym Ahmed İsfehânî şâfi'î 430 [m. 1039]
    da vefât etti.] kitabında diyor ki, İbnüs-Sa'îd ve arkadaşları Medînede parasız
    kalmışlardı. Hucre-i saadeti ziyâretten sonra, (Yâ Resûlallah! Paramız bitti.
    Yiyeceğimiz kalmadı!) deyip çekildi. Mescid kapısından çıkarken, birisi bunu evine
    götürüp, bol bol hurma ve para verdi.


    Şerif Ebû Muhammed Abdüsselâm Fâsî diyor ki, Medînede üç gün
    kaldım. Minber önünde, iki rekât namaz kılıp, (Ey yüce ceddim! Açlığa
    dayanamıyacak hâle geldim!) dedim. Biraz sonra, birisi gelip, bir tepsi yiyecek
    getirdi. Pişmiş et, tereyağı ve ekmek vardı. Bana birisi yetişir dedim ise de,
    hepsini yiyiniz! Bunları Resûlullahın emri ile getirdim. Çocuklarım için
    hazırlamıştım. Rü'yâda Resûlullahı gördüm. (Bir parçasını da, Mesciddeki din
    kardeşine götür yisin!) buyurdu.


    Şerif Mühessir Kâsımî, Hucre-i saadetin Şâm tarafındaki
    teheccüd mihrâbı önünde uyumuştu. Ânsızın kalkıp, Hucre-i saadetin önüne geldi.
    Gülerek geri gitti. Mescid-i Nebî hizmetcilerinin müdîri olan Şemseddîn Savâb,
    mihrâb yanında idi. Niçin güldüğünü sordu. (Birkaç günden beri evimde yiyecek
    yoktu. Hz. Fâtımanın makamında, yâ Resûlallah ! Aç kaldım demiş, buraya gelip
    uyumuştum. Rü'yâda, yüce Ceddim, bir kâse süt verdi. İçtim. Uyandım. Kâse
    elimde idi. Teşekkür için, Hucre-i tâhire önüne geldim. Oradaki zevkten,
    lezzetten güldüm. İşte kâse!) dedi. (Misbâh-uz-zulâm) kitabı bunu uzun
    yazmaktadır.


    Ali bin İbrâhîm Busrî diyor ki, Abdüsselâm bin Ebî Kâsım
    Sahâbî, Hucre-i saadet önünde durup, (yâ Resûlallah! Mısrdan geldim. Beş aydır
    sana misafirim. Kaç gündür aç kaldım. Allahü teâlâdan yiyecek isterim) dedi.
    Bir yana çekilip oturdu. Bir kimse gelip, Hucre-i saadete selâm verdikten
    sonra, Abdüsselâmın elinden tutup, çadırına götürdü. Yemek ikrâm eyledi. Biraz
    yidi. Medînede bulunduğu zaman, bu adam onu çadırına götürür doyururdu.


    İmâm-ı Semhûdî kapısının anahtarını düşürdü. Bulamadı.
    Hucre-i saadet önüne gelip, yâ Resûlallah! Anahtarımı düşürdüm. Evime
    gidemiyorum dedi. Bir çocuk elinde anahtarı getirdi. Bunu buldum. Acaba sizin
    mi dediğini, (Medîne tarihi) adındaki kendi kitabında yazmaktadır.
    [Nûreddîn Ali bin Ahmed Semhûdî, 911 [m. 1505] de vefât etti. (El-vefâ) ve
    (Hülâsat-ül-vefâ) kitaplarında Medîne-i münevvereyi anlatmaktadır.]


    Şeyh Sâlih Abdülkâdir buyuruyor ki, Medîne-i münevverede
    birkaç gün aç kaldım. Hucre-i saadeti ziyâretten sonra, Resûlullahdan ekmek,
    et, hurma istiyecek kadar ileri gittim. Sonra, (Ravda-i mutahhera)da iki
    rekât namaz kılıp, bir yanda oturdum. Biraz sonra, kibar bir kimse gelip, evine
    götürdü. Et kızartması, ekmek ve hurma yidirdi. Dedi ki, (Öğle vakti (Kaylûle)
    sünnetini yapmak için uyumuştum. Rü'yâda, Resûlullah efendimiz göründü. Bu
    yemekleri size vermemi söyledi.)


    Seyyid Ahmed Medenî, (Delâil-ül-hayrât) kitabının
    sahibi olan Süleymân Cezûlînin soyundandır. [Süleymân Cezûlî Muhammed şâzilî
    mâlikî 870 [m. 1465] de şehit oldu.] (Mir'ât-ı Medîne) kitabının
    yazıldığı 1301 [m. 1883] senesinde sağ idi. Babası fakir imiş. Çocuk, elma,
    armut, hurma gibi şeyler isteyince, satın alamazmış. Oyalamak için, git
    Resûlullahdan iste dermiş. Hucre-i saadet kapısına gidip, dilediğini istermiş.
    Şebeke-i saadetin iç tarafından bunlar uzatılır, alır yirmiş.


    Kilisli Mustafâ Işkî efendi (Mevârid-i Mecîdiyye) tarih
    kitabında diyor ki, Mekkede yirmi sene kaldım. 1247 [m. 1831] senesinde altmış
    altın biriktirip, çoluk çocuk ile Medîneye geldik. Paralar yolda bitti. Bir
    tanıdığıma misafir olup, Hucre-i saadete geldim. Resûlullahdan yardım istedim.
    Üç gün sonra, bulunduğum eve bir bey gelerek, benim için bir ev kiraladığını
    söyledi. Eşyalarımı oraya taşıttı. Bir senelik kira bedelini ödedi. Birkaç ay
    sonra, bir ay hasta yattım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Zevcemin
    yardımı ile dama çıkıp, Resûlullahın türbesine karşı, sıkıntımı anlatıp yardım
    dilemek istedim. Ellerimi kaldırınca, dünyalık istemekten utandım. Birşey
    söyleyemedim. Odama indim. Ertesi gün, bir kimse gelip, filan efendi bu
    altınları sana hediye gönderdi, dedi. Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise de,
    hastalıktan kurtulamadım. Yardımla Hucre-i saadet önüne gelip, Resûlullahdan
    şifâ istedim. Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve
    girerken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa birkaç gün
    bastona dayanarak çıktım. Fakat, para bitmişti. Çoluk çocuğu karanlıkta
    bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı namazından sonra, sıkıntımı
    Resûlullaha söyledim. Yolda tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime bir kese
    verdi. İçinde, beheri dokuz kuruşluk kırkdokuz altın vardı. Mum ve lüzûmlu
    şeyleri aldım, eve geldim.


    Mustafâ Işkî efendi diyor ki, oğlum Muhammed Sâlih kundakta
    iken, anası hastalandı. Sütü kesildi. Çok sıkıldık. Çocuğu Hucre-i saadete
    götürdüm. Perde eteğine bıraktım. (Allahümme innî es'elüke ve eteveccehü ileyke
    bi-Nebiyyinâ ve seyyidinâ Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ seyyidinâ, yâ Muhammed !
    İnnî eteveccehü ilâ Rabbike ersil mürdiate li-hâzel-mâsum) diyerek duâ ettim.
    Sabah erken, Şerif isminde bir subay gelip, (Efendim! Üç aylık kızım vefât
    etti. Vâlidesinin sütünü kesemiyoruz. Acaba, süt anası arıyan var mı?) dedi.


    Çocuğu gösterdim. Çocuğu bize verirseniz, Allahü teâlânın
    rızası için ona süt veririz. İyi terbiye ederiz. Zevcem de, buna sevinir dedi.
    Çocuğu götürdü.


    Yine diyor ki, (1257) senesinde çok sıkıntı çektim.
    İstanbula gitmeyi düşündüm. (Regâib) gecesinde, Ravda-i mutahheranın bir
    köşesinde oturdum. Resûlullahdan izin istemek için, gönlümü Hucre-i saadete
    bağladım. Uyumuşum. Rü'yâda bir ses, üç kere (İstanbula git. Mustafâ pâşaya
    misafir ol!) dedi. Eve gittim. Çoluk çocuğa vedâ edip yola çıktım. İskenderiye
    şehrine kadar yürüdüm. Vapur param yoktu. Çok sıkıldım. (İşlerinizi şaşırıp,
    sıkıldığınız zaman, kabirdekilerden yardım isteyiniz!) hadis-i şerifini
    hâtırladım. (Kasîde-i bürde) yazarı olan imam-ı Busayrînin türbesine
    gittim. Ziyâret ettim. Allahü teâlânın sevgili kullarından olan bu zatın
    mübârek ruhunu vesîle ederek, Cenâb-ı Haktan yardım diledim. [İmâm-ı Muhammed
    Busayrî, 695 [m. 1295] de vefât etmiştir.] Dışarı çıkınca, Serezli Ahmed Bey
    adında birisi ile karşılaştım. Beni arıyormuş. (Efendim, Osmanlı devlet
    adamlarından Sa'îd Muhîb efendi yola çıktığınızı işitip, sizi görmekle
    şereflenmek istiyor. Zahmet buyurup, gelirseniz, çok sevinecektir) dedi. Konağa
    gittik. Muhîb efendi, büyük bir nezâket ile ve saygı ile karşıladı. (Kabûl
    buyurursanız, vapurla İstanbula birlikte gidelim) dedi. Ertesi gün, Mısr vâlisi
    Muhammed Ali pâşadan üç kese para geldi. Vapurla İstanbula geldik. Yirmibir
    gün, vapurda karantinada kaldık. Cuma günü, vapurdan çıkınca, doğru Eyyûb
    sultana gittim. Hâlid bin Zeyd hazretlerini ziyâret edip, kendisine garîb bir
    misafir olduğumu kalbimden geçirip, yardım etmesi için yalvardım. [Hâlid bin
    Zeyd Ensârî 50 [m. 670] de İstanbulda vefât etti.] Eyyûb câmiinde, Cuma
    namazını kıldıktan sonra, cemaat ile birlikte türbeye girdik. Bir yanda
    oturdum. Bilmediğim bir zat, (Nereye gideceğiz? Emrediniz efendim!) dedi.
    Arkamdan, birisi, sırtıma yumruk vurup (emrolunan yere) dedi. Yolda giderken:


    - Arkama yumruk vuran kim idi dedim.


    - Onun ismi Mahmûddur. Eyyûb ehâlisi, kendisine meczûb
    derler dedi.


    - Beni nereye götürüyorsunuz dedim.


    - Bendeniz, eski ser kâtib-i yârî ve şimdi ser asker
    (Harbiye nâzırı) olan Mustafâ Nûri pâşanın adamıyım. Sizi bulmağı emir buyurdu.


    - Mustafâ pâşa ile tanışmıyoruz. Acaba, niçin böyle emir
    verdiler?


    - Orasını bilemem. Adınızı saygı ile söyliyerek, sizi
    beklediklerini bildirdiler.


    - Beni bilmez idin. Eyyûbde hiç bilen de yoktur. Acaba
    yanlışlık olmasın dedim.


    - Hayır efendim! Pâşa hazretleri beni gönderirken, (Bugün
    Eyyûbde, Cuma namazından sonra, şöyle mübârek bir zat bulacaksın. Saygı ile,
    edeb ile, alıp buraya getir) dedi. Şeklinizi anlattı dedi.


    Bu sözleri işitince, Mustafâ pâşanın mânevi bir işaret
    aldığını düşündüm. Karşısına çıkınca, büyük bir nezâket ile ve edeb ile
    karşıladı. Efendim, benim misafirimsin. İstediğin kadar kalırsın. Dilediğin
    yerleri gezer, dolaşır, yine gelirsin dedi. Bir odaya yerleştirdi. Emrime
    birkaç hizmetçi verdi. Ertesi gün, şeyh Abdülkâdir Mevlevî tekkesinin ziyâret
    günü imiş. Gidip bir yanda oturdum. Biri gelip edeb ile, (Efendi hazretleri!
    Mübârek isminiz nedir? Ne zaman geldiniz? Kimin yanında misafirsiniz?) dedi.
    Cevaplarımı dinleyip gitti. Akşam dönüşte, Mustafâ pâşa hazretlerine bu
    soruları anlattım. (Yüce pâdişâhımız, bugün orasını şereflendirdiler. Kendileri
    Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan müslümanları çok sever ve sayarlar.
    Soran kimsenin pâdişâhımız efendimiz tarafından gönderilmiş olmasını sanırım)
    buyurdu. Pâdişâhımızın mübârek yüzünü görmekle şereflenebilir miyim dedim:
    Evet, Cuma namazı kıldıkları selâmlığa giderseniz, o şerefe kavuşabilirsiniz
    dedi. Beni, Cuma selâmlığına gönderdi. Selâmlık merâsimi, Beylerbeyi Câmiî
    şerifinde idi. Bir yana durup, sultanın mübârek cemâlini görmek için bekledim.
    Pâdişâhımızın hakkı gören mübârek gözleri, bu âşık fakire ilişince, şahlanarak
    giden atını durdurdu. Ser asker pâşayı gönderdi. Ser asker pâşa gelip, (Işkî
    efendi! Pâdişâhımız selâm söylediler! Size üçyüz kuruş maaş irâde buyurdular.
    Çoluk çocuğu düşünerek üzülmesin! İstanbulun her yerini gezsin, görsün
    buyurdular) dedi. Sultan Abdülmecîd hân efendimizin bu şâhâne fermanlarının,
    her zaman işitmiş olduğum keşf ve kerâmetlerinden biri olduğunu anlıyarak,
    çoluk çocuk düşüncesinden kurtuldum. Birkaç ay sonra, Medîne-i münevvereye
    döndüm. Çoluk çocuğumu rahat ve sevinç içinde buldum. Meğe, Pâdişâh Abdülmecîd
    hân hazretleri, benim adım ile, çoluk çocuğuma üçbin kuruş göndermiş. Arkamdan
    da, yedi bin kuruş daha göndererek, hepimizi sevindirdiler. Bütün müslümanlar
    gibi, biz de, her namazda o mübârek pâdişâha duâ eyledik. Abdülmecîd hân
    [Abdülmecîd hân 1277 [m. 1861] de vefât etti.] hazretlerinin ihsânlarını ve
    kerâmetlerini anlatmakla şereflenmek için, şu kıtayı her yerde okur oldum:


    Işkî efendinin gitmiş olduğu Beşiktaş Mevlevî-hâne tekkesi
    idi. Sonradan, Eyyûbde Behâriye caddesindeki tekkeye taşınmıştır. O zaman,
    tekke şeyhi Abdülkâdir dede imiş.


    Işkî efendi, büyük bir zat olmalıdır. Çünkü, Hucre-i saadet
    önünde her ne dilemişse, kabûl olmuştur. Bahriye şûrâsı kâtiblerinden hâcı
    Tevfik bey, Medîne-i münevverede iken, gözleri pek ağrımıştı. Hucre-i saadeti
    ziyâret edip, ağrıdan kurtulması veya İstanbula gitmesi için duâ etmiş, evine
    dönmüştü. Arkasından evine Işkî efendi gelip gözlerine okumuş, üflemiş, ağrı
    hemen kalmamıştır.


    İstanbullu bir kimse yedi sene Medînede kalıp, her gün (Ravda-i
    mütahhera) denilen yerde (Delâil-i hayrât) kitabını okurdu. Fakat
    Delâil-i şerifi, ne zaman okumaya başlasa, üstü temiz, güzel kokulu, sakalı,
    bıyığı sünnete uygun olarak kesilmiş bir ihtiyârı yanında görürmüş. İstanbula
    döneceği zaman, Hucre-i saadetin önünde duâ ederken, (Yâ Resûlallah! Biliyorsun
    ki, bu mübârek yerde, her gün Delâil-i şerif okuyup bitirdim. Kabûl olduğunu
    anlıyamadım. O mübârek kitabı okurken, acaba gerekli saygıyı yapamadım mı?)
    dedi. Bir kenâra oturdu. Uyuyuverdi. Rü'yâda, Resûlullah efendimizin (Muvâcehe-i
    saadet) penceresinden bir kâse süt ihsân buyurduğunu görerek, hemen alıp
    içer, uyandığı zaman, yanında o güzel kokulu ihtiyâr görünerek (âfiyet olsun
    kardeşim) der ve gider.


    Resûlullahı vesîle ederek yapılan duâların kabûl olduğunu
    bildiren ve misâller veren, nice kitaplar yazılmıştır. Ebû Süleymân Dâvüd
    Şâzilînin (Beyan-ı intisâr) kitabında şaşılacak çok şeyler yazılıdır.
    Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilî İskenderî 732 [m. 1332] de vefât etti. Mâlikî idi.


    İbni Muhammed Eşbilî diyor ki, İspanyada Gırnata şehrinde,
    eski bir arkadaşımın evinde misafir idim. Arkadaşım hasta oldu. Yaşamasından
    Ümit kesildi. O zaman vezîr olan İbnül-Hisâl hastayı ziyârete geldi. Hucre-i
    saadete götürüp bırakmak üzere bir mektûb yazdı. Hastanın iyi olması için
    Resûlullahdan yardım diledi. Hasta, birkaç gün sonra iyi oldu.


    (Şakâyık-i Nu'mâniyye) [Şakâyık müellifi
    Taşköprü-zade Ahmed bin Mustafâ 968 [m. 1561] de İstanbulda vefât etti.]
    kitabının tercümesinde ikinci ciltte diyor ki, Osmanlı devletinin ilk
    Şeyh-ul-islâmı ve zamanının müceddidi olan büyük islâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn
    Muhammed bin Hamza Fenarînin gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece,
    Resûlullah efendimiz (Tâhâ sûresini tefsîr eyle!) buyurdukta, (Yüksek
    huzurunuzda, Kur'an-ı kerimi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de
    görmüyor) demiş. Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz, mübârek
    hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan sonra,
    gözleri üzerine koymuştur. Molla Fenarî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde
    bularak kaldırmış, görmeye başlamıştır. Allahü teâlâya hamd ve Şükretmiştir.
    Pamuk-ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasıyet
    etmiştir. 834 [m. 1431] de Bursada vefât edince, vasıyetini yerine getirdiler.


    Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan
    duâlar kabûl olduğundan, müslümanların halîfesi, Hz. Ömer, Medînede kıtlık
    olunca, Abbâs bin Abdül Muttalibi vesîle edinerek yağmur duâsına çıktı ve (Yâ
    Rabbî! Sevgili Peygamberini vesîle yaparak duâ ederiz! Resûlünün muhterem
    amcası hurmetine, senden yağmur isteriz! Duâmızı kabûl buyur!) demiştir.


    Hz. Ömer halîfe iken, bir daha kıtlık olmuştu. Kâ'b-ül-Ahbâr
    hazretleri, (Yâ Emîrel müminin”! İsrâîl oğulları zamanında, kıtlık olunca,
    Peygamberleri vesîle ederek duâ olunurdu) dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer,
    Resûlullahın minberine çıkıp, (Yâ Rabbî! Peygamberinin amcasını vesîle ederek
    sana yalvarırız ve onun hurmeti için senden mağfiret ve ihsân dileriz)
    demiştir. Cemaate dönüp, (Rabbinize duâ ediniz! O, duâları kabûl edicidir)
    demiştir. Halîfenin bu emri üzerine, Hz. Abbâs, uzun bir duâ yaptı. Duâ
    bitmeden önce, yağmurdan Medîne sokakları sudan geçilemez oldu. O gün, Hz.
    Abbâsın adı (Sâkî-i Harameyn) oldu. Resûlullahın şairi olan Hassân bin Sâbit o
    gün, Hz. Abbâsı öven bir şiir okudu.


    Abbâsî halîfelerinin ikincisi Ebû Câfer Mensûr, [Ebû Câfer
    158 [m. 773] de Mekkede vefât etti.] Mescid-i Nebevî içinde imam-ı Mâlik ile
    konuşuyorlardı. Ey Mensûr! Burası Mescid-i saadettir! Hafîf sesle söyle! Hak
    teâlâ, Hucurât sûresinde meâlen, (Sesinizi Resûlullahın sesinden daha yüksek
    yapmayınız!) buyurarak bir cemaati azarlamıştır. (Resûlullahın yanında
    hafîf sesle konuşanlar) âyet-i kerimesi ile de, hafîf konuşanları övmüştür.
    Resûlullaha, öldükten sonra saygı göstermek, sağ iken saygı göstermek gibidir
    dedi. Mensûr, boynunu bükerek, yâ Ebâ Abdüllah! Kıbleye karşı mı durmalı, yoksa
    Kabr-i saadete karşı mı durmalı dedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri, Resûlullahdan
    yüzünü çevirme! Kıyâmet gününün şefaatçısı olan o yüce Peygamber, Kıyâmet günü,
    senin ve baban Âdem aleyhisselâmın kurtulması için vesîle olacaktır. Kabr-i
    saadete dönerek ve Resûlullahın mübârek ruhuna sarılarak şefaat dilemelisin!
    Nisâ sûresinde altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Nefslerine zulmedenler, sana
    gelip, Allahü teâlâdan af dilerse ve Resûlüm de, onlar için af dilerse, Allahü
    teâlâyı, tevbeleri kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyuruyor. Bu
    âyet-i kerime, Resûlullahı vesîle edenlerin tevbelerinin kabûl olunacağını söz
    vermektedir dedi. Bunun üzerine, Mensûr, olduğu yerden kalkıp, Hucre-i saadet
    önünde durdu. (Yâ Rabbî! Bu âyet-i kerimede, Resûlünü vesîle edenlerin
    tevbesini kabûl edeceğine söz verdin. Ben de, yüce Peygamberinin yüksek
    huzuruna gelip Senden af diliyorum. Kendisi sağ iken af dileyip af buyurduğun
    kulların gibi, beni de affeyle! Yâ Rabbî! Nebiyyür-rahme olan yüce Peygamberini
    vesîle edinerek sana yalvarıyorum. Ey Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed
    aleyhisselâm! Sana tevessül ederek, Rabbime yalvardım. Yâ Rabbî! O yüce
    Peygamberi bana şefaatçı eyle!) diyerek yalvarmaya başladı. Arkası kıbleye,
    yüzü (Muvâcehe-i saadet) penceresine karşı ayakta durup, duâ eyledi.
    Minber-i nebevî sol tarafında kalmıştı.





    DİKKAT

    - İmâm-ı Mâlikin [Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 179
    [m. 795] de Medînede vefât etti.] Mensûr halîfeye verdiği nasihat (Hucre-i
    saadet) önünde duâ edenlerin çok uyanık olmaları lâzım geldiğini
    göstermektedir. O makama uygun edebi ve saygıyı gösteremiyecek olanların,
    Medîne-i münevverede çok kalmaları doğru olmaz. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, (Biz
    Bağdâdda, kalbimiz burada olmak; biz burada, kalbimiz Bağdâdda olmaktan daha
    iyidir) buyurdu.


    Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce
    kalmış, evlenmiş ve Hucre-i saadette belli bir hizmet yaparmış. Ateşli bir
    hastalığa yakalanmış. Canı ayran istemiş. Eğer köyümde olsaydım, yoğurttan
    ayran yaptırıp içerdim, düşüncesini gönlünden geçirmiş. O gece, Resûlullah, (Şeyh-ul-Harem)
    efendiye rü'yâda görünüp, o kimsenin yaptığı işin başkasına verilmesini
    emir buyurmuş. Şeyh-ul-Harem, Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse
    yapmaktadır deyince, (O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!) buyurmuştur.
    Ertesi gün, bu emir bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine
    gitmiştir.


    Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince,
    Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhut edebe uymıyan bir
    hareketin ne büyük bir zararı olacağını bundan anlamalıdır.


    Hucre-i saadeti ziyâret edenlerin çok uyanık olmaları
    lâzımdır. Gönlünde dünya düşünceleri bulunmamalıdır. Muhammed aleyhisselâmın
    nûrunu ve derecesinin yüksekliğini düşünmelidir. Dünya işlerini ve büyük
    kimselerle görüşüp fayda sağlamağı ve alış veriş düşünenlerin duâları kabûl
    olmaz. Dileklerine kavuşamazlar.

    Hucre-i saadeti ziyâret etmek çok şerefli bir ibâdettir. Buna inanmıyanların,
    müslümanlıktan çıkmalarından korkulur. Çünkü bunlar, Allahü teâlâya ve Onun
    Resûlüne ve bütün müslümanlara karşı gelmiş olur. Mâlikî âlimlerinden birkaçı,
    Resûlullahı ziyâret etmek vâcibdir demiş ise de, müstehab olduğu sözbirliği ile
    bildirilmiştir.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:43 am tarihinde değiştirildi, toplamda 4 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:34 am

    10- Ölüye yalvarmakla, şefâ'ati elde edilmez diyor.

    10-
    Kitabın ikiyüzsekizinci sayfasında diyor ki: (İbni Kayyım-i
    Cevziyye dedi ki, şirkin çeşidleri vardır: Muhtaç olduğu şeyleri ölüden
    istemek, ölülerden istigâse etmek de şirktir. Ölü iş yapamaz. Kendine lâzım
    olan şeyi yapamaz ve zarar veren şeyi gideremez ki, başkalarına faydası olsun.
    Kendisi için Allaha şefaat etmesini ölüden istemek de şirktir. Allah izin
    verirse, ölü şefaat edebilir. Onun ölüye yalvarması, Allahın izin vermesi için
    sebep olmaz. Bu müşrik, izne mani olan birşey ile şefaat istemektedir)
    diyor.


    Hâlbuki, Allahü teâlânın şefaat edemiyeceklerini bildirdiği
    şeylerden, yâni putlardan, tapınılan, şerîk edilen şeylerden, şefaat istemek
    yasak edilmiştir. Peygamberlerin, Velîlerin, âlimlerin şefaat edecekleri
    bildirilmiştir. Bunların şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmak, Kur'an-ı
    kerime ve hadis-i şeriflere inanmış olmayı göstermektedir. Evet, şefaat, Allahü
    teâlânın izin vermesi ile olacak. Fakat, izin vereceği kimseleri, Kur'an-ı kerim
    ve hadis-i şerifler bildirmektedir. Bunlar da, dilediklerine, râzı olduklarına,
    şefaat edeceklerdir. (Vedduhâ) sûresinde, (Rabbin sana, râzı oldum deyinceye
    kadar, her istediğini verecek)
    buyurması da, bunu göstermektedir. İmâm-ı
    a'zam Ebû Hanîfe [Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit 150 [m. 767] de Bağdâdda şehit
    edildi.] (Fıkh-ı ekber) kitabının ondördüncü maddesinde, (Peygamberler
    ve âlimler, sâlihler, büyük günahı olanlara şefaat edip, Cehennemden
    kurtaracaklardır) buyurdu. (Fıkh-i ekber)in, (Kavl-ül-fasl) şerhinde,
    bu husûsta geniş bilgi vardır.

    Evliyâya yalvarmak, Allahü teâlânın, onlara izin vermesi için değil, izin verdiği zaman
    bize de şefaat etmeleri içindir. Bu inceliği anlıyamıyan bir kimse, sapıtmakta,
    şefaat istiyen milyonlarca müslümana kâfir damgası basmaktadır. Resûlullahın
    müminlere şefaat edeceğini buyurduğunu, müşriklere şefaat edilmiyeceğini, kendi
    kitapları da yazıyor. Ölülerden şefaat istemenin şirk olduğunu kendisi
    uyduruyor. Bu müşriklere şefaat edilmiyeceğini Kur'an-ı kerim bildiriyor diyerek,
    Allahü teâlânın kitabını kendine yalancı şâhit göstermeye kalkışıyor.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:40 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:35 am

    12- Peygamber yardım edebilseydi, Eshâb arasındaki fitneyi önlerdi diyor.

    12 -
    İkiyüzyirmidördüncü sayfasında: (Şa'rânî,
    şeyhi Aliyyül-havâsın Resûlullahdan bir ân ayrılmadığını yazıyor. Bunlar
    yalandır. Doğru olsaydı Peygamber gelip, Eshâbı arasındaki ayrılıkları önlerdi)
    diyor. Zerre kadar aklı ve din bilgisi olan, böyle söyliyemez. Çünkü,
    Resûlullah, Eshâbı arasında olacak fitnelerin, ayrılıkların hepsini haber
    vermişti. Gelip de, bunları önlemesi, nasıl düşünülebilir? Şa'rânînin
    bildirdiği berâberlik, keşf ve müşâhede idi. Bu ahmakların anladıkları gibi
    maddî bir şey değildi. Anlamadıklarını, bilmediklerini inkâr ediyorlar. (İnsan
    bilmediği şeylerin düşmanıdır) ata sözü, burada tâm yerini bulmaktadır. Hz. Ebû
    Bekr, Resûlullahı her ân gördüğünü söyler ve senden utanıyorum derdi.
    Otuzikinci maddeyi okuyunuz!


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:39 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:36 am

    13- Kasîde-i bürde gibi medhiyyeler şirk dolu imiş. Buna Muhammed Ma'sûm hazretlerinden
    cevâb verilmiştir.


    13 - Yüzsekseninci sayfasında, İmâm-ı Busayrînin
    (Kasîde-i
    bürde)
    sinden örnek vererek: (Bu sözler Allahdan başkasına güvenmek,
    mahlûku büyültmektir. Şirktir)
    diyor.


    Resûlullahı, Allahü teâlâ övmüştür. Kendisi de, kendisini
    överek, Allahü teâlânın kendisine ihsân etmiş olduğu nîmetleri saymıştır. Bu
    övmeleri, o kadar çoktur ki, Busayrî hazretlerinin övmesi, onların yanında hiç
    kalmaktadır. Resûlullahı övmek ibâdettir. Eshâb-ı kirâmın hepsi övmüşlerdir.
    Bunlardan Hassân bin Sâbit ve Kâ'b bin Züheyrin uzun medhleri meşhûrdur. Kâ'b
    bin Züheyr, (Bânetsü'âd) kasîdesinde, Busayrîden daha çok övmüştü.
    Resûlullah, bunu beğenip, Kâ'bın kusurunu af buyurmuş ve mübârek hırkasını ona
    hediye etmişti. Bu hırka-i saadet, şimdi İstanbulda Topkapı sarayındadır.
    Vehhâbî kitabı, Busayrînin kasîdesindeki, (Yâ ekremelhalkı mâ lî men e'ûzü
    bihi-sivâke inde hulûl-i hâdisil-amemi)
    beytini yazarak, Resûlullahdan
    istigâse şirktir diyor. Bu beyt, (Ey bütün yaratılmışların en üstünü ve en
    cömerdi olan yüce Peygamber! Son nefesimde, sığınacağım senden başka kimse
    yoktur) demektir. Vehhâbî yazar, Taberânînin bildirdiği hadis-i şerifi yazarak,
    kuldan istigâse etmek şirktir diyor. Bu hadis-i şerifte, bir münâfık, müminlere
    sıkıntı veriyordu. Ebû Bekr-i Sıddîk, gidelim, Resûlullaha istigâse edelim, ona
    sığınalım dedi. Resûlullah da, (Bana istigâse olunmaz. Allaha istigâse
    olunur)
    buyurdu. Vehhâbî, bu hadis-i şerifi ileri sürerek, Ehl-i sünnete
    hücûm etmek çabasındadır. Hâlbuki hadis-i şerif, herkesi her zarardan koruyan
    Allahü teâlâdır. Koruyucu sebepleri yaratan ve bu sebeplere koruma kuvvetini ve
    te'sîrini veren Odur. O korumak istemese, sebebe kavuşturmaz. Sebep olsa da,
    te'sîr edemez demektir. Hadis-i şerif, (Bana sığınanlar, te'sîri benden değil,
    Allahdan bilsin) demektir. Hz. Ebû Bekr, böyle olduğunu bilmiyor mu idi. Elbet
    biliyordu. Fakat kıyâmete kadar gelecek olan müminlerin, onun bu sözünü yanlış
    anlamamaları için, Resûlullah, onun bu kısa sözünü açıkladı. Bunun için, bütün
    müminler, her zaman, te'sîri yalnız Allahü teâlâdan bilirler. İmâm-ı Muhammed
    Mâsum, (Mektûbât)ının birinci cildi, yüzonuncu mektûbunda buyuruyor ki:
    Allahü teâlâ, kendi kudretini sebepler altında gizledi. Kudret sahibi yalnız
    kendisi olduğunu bildirdiği gibi, sebeplere yapışmağı emir buyurdu. Tâm
    müslümanın, sebeplere yapışmasını ve sebeplere kuvvet veren yaratana
    güveneceğini bildirdi. Ya'kûb aleyhisselâmın bu ikisini birlikte yaptığını
    Kur'an-ı kerimde bildirerek, onu övdü. Yûsüf sûresinde meâlen, (Ya'kûb
    aleyhisselâm, bizim bildirdiğimizi bilir. Fakat, insanların çoğu, takdîrin
    tedbîre gâlib olduğunu bilmezler)
    buyurdu. Tibyân tefsîrinde, bu âyet-i
    kerimeye (Müşrikler, Allahü teâlânın Evliyâsına ilhâm ettiği şeyleri bilmezler)
    demiştir. Te'sîri sebeplerden bilip, Allahü teâlânın kuvveti ile te'sîr
    ettiklerini bilmiyenler sapıktır. Sebepleri ortadan kaldırmak isteyen de,
    Allahü teâlânın hikmetini bilmemiş, Allahü teâlânın, mahlûkları boş yere,
    faydasız yaratmış olduğunu söylemiş olur. İnsanları tenbelliğe sürükler.
    Sebeplere te'sîr kuvvetini Allahü teâlânın verdiğine inanan ise, hak yola
    kavuşmuş olur. Her iki tehlikeden kurtulmuş olur. Yüzonuncu mektûbun tercümesi
    tamam oldu. Bu inceliği anlıyabilen, yukarıdaki hadis-i şerifi de doğru
    anlayabilir.


    İmâm-ı Muhammed bin Sa'îd Busayrî sôfiyye-i aliyyenin
    büyüklerindendir. Şâzilî olan Ebûl-Abbâs-i Mürsînin yetiştirdiği Evliyâdandır.
    Ebül-Abbâs-i Mürsî de, Ebül-Hasen-i Şâzilînin talebesidir. 695 [m. 1295]
    senesinde Mısrda vefât etmiştir. Kendisine felç hastalığı geldi. Bedeninin
    yarısı hareketsiz kaldı. Resûlullaha tevessül edip, insanların en üstününü öven
    meşhûr kasîdesini hazırladı. Rü'yâda Resûlullaha okudu. Çok hoşuna gidip
    arkasından mübârek hırkasını çıkarıp, imama giydirdi. Bedeninin felçli olan
    yerlerini mübârek eli ile sığadı. Uyanınca, bedeni sağlam idi. Hırka-i saadet
    de arkasında idi. Bunun için, bu kasîdeye (Kasîde-i bürde) denildi.
    Bürde, hırka, palto demektir. İmâm-ı Busayrî sevinerek, sabah namazına
    giderken, salâh ve zühd ile meşhûr bir zata rastladı. İmâma, kasîdeni dinlemek
    isterim dedi. Benim kasîdelerim çoktur. Hepsini herkes bilir dedi. Kimsenin
    bilmediği bu gece Resûlullaha okuduğunu istiyorum deyince, bunu hiç kimseye
    söylemedim. Nerden anladın dedi. O zat da, imamın rü'yâsını, olduğu gibi haber
    verdi. Vezîr Behâeddîn bu kasîdeyi işitince, hepsini okutup, saygı ile ayakta
    dinledi. Hastalara okununca, iyi oldukları, okunan yerlerin derdlerden,
    belâlardan emîn oldukları görüldü. Faydalanmak için, inanmak ve hâlis niyet ile
    okumak lâzımdır.


    Kasîde-i bürde, on kısmdır:


    Birinci kısm, Resûlullaha olan sevginin kıymetini
    bildirmektedir.


    İkinci kısm, insanın nefsinin kötülüğünü anlatmaktadır.


    Üçüncü kısm, Resûlullahı övmektedir.


    Dördüncü kısm, Resûlullahın dünyaya teşrifini anlatmaktadır.


    Beşinci kısm, Resûlullahın duâlarının hemen kabûl olduğunu
    bildirmektedir.


    Altıncı kısm, Kur'an-ı kerim övülmektedir.


    Yedinci kısm, Resûlullahın mi'racındaki incelikleri
    bildirmektedir.


    Sekizinci kısm, Resûlullahın cihâdlarını anlatmaktadır.


    Dokuzuncu kısm, Allahü teâlâdan af ve mağfiret ve
    Resûlullahdan şefaat istemektedir.


    Onuncu kısm, Resûlullahın derecesinin yüksekliği bildirilmektedir.

    Vehhâbî yazar, binlerce müslümanı şehit etmiş olan zâlimleri övüyor. Onların, mâsum
    kanları damlıyan kılınclarını, islâm mücâhidlerinin mübârek kılınclarına
    benzetiyor da, Allahü teâlânın yüce Peygamberini övmeği, puta tapanların
    putlarını övmelerine benzetiyor. Resûlullahı övenlere müşrik damgası vuruyor.
    Kâfirler putlarını hâlık, mâbut olarak övmüştü. Böyle övmek ancak Allahü teâlâ
    için olur. Müslümanlar, yalnız Allahü teâlâyı böyle över. Resûlullahı överek
    mahlûkların en üstüne çıkarırız. Resûlullaha âşık olan, Onu çok öven, islâm
    âlimlerinin hiçbiri, o yüce Peygamberi hâlık ve mâbut derecesine çıkarmamış.
    Allahü teâlâyı över gibi övmemiştir. Bu kitabı yazan, hak ile bâtılı
    birbirinden ayıramıyor. Kitabını, kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerle ve
    hadis-i şeriflerle doldurmuş. Bunlara yanlış mânalar vererek, islâm âlimlerine
    saldırmakta, tasavvuf büyüklerine, Allahü teâlânın sevdiği müslümanlara müşrik
    ve kâfir demektedir. Bu kitabı okuyanlar, her sayfasındaki âyet-i kerimeleri ve
    hadis-i şerifleri görerek aldanmakta, bunlara verilen mânaları doğru sanarak
    felakete sürüklenmektedirler.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:48 am

    15- Mescide girenlerin, hucre-i se'âdeti ziyâret etmeleri caiz değilmiş. Buna (Mir'ât-i
    Medîne kitâbından cevâb verildi.


    15 - İkiyüzellidokuzuncu sayfasında, (Mescid-i nebevîye
    namaz kılmak için girenin, selâm vermek için, kabre gitmesi yasaktır. Mescide
    her girişte, kabr-i Nebîye gitmeye, imam-ı Mâlik mekruhtur dedi. Sahâbe ve
    Tâbiîn mescide gelir. Namaz kılar ve çıkarlardı. Selâm vermek için kabre
    gelmezlerdi. Çünkü, islâmiyette böyle birşey emredilmemiştir. Meyyitin ruhunun,
    kendi şeklinde görünmesi yalandır. Böyle görünmek, yalnız Mîraç gecesi olmuştur.
    Eshâbın yapmadıklarını, sonra gelenler yaptılar. Eshâbdan birkaçı, yalnız
    uzaktan gelince, yalnız selâm vermek için kabre uğrardı. Abdüllah ibni Ömer
    yoldan gelince, kabre uğrar selâm verirdi. Başkasının böyle yaptığı görülmedi.
    Ahmed Rıfâ'înin Peygamberin elini öptüğü yalandır, uydurmadır. Hucre-i saadet
    önünde duâ ederken, kabre dönmeyip kıbleye dönmek lâzım olduğu sözbirliği ile
    bildirilmiştir. Hucre-i saadeti ziyâret için, uzak yerlerden gelmek hadis ile
    yasak edilmiştir)
    diyor.


    (Mir'ât-i Medîne) kitabında diyor ki:


    Hadis-i şerifte, (Kabrimi ziyâret edene şefaatim vâcib
    oldu)
    buyuruldu. Bu hadis-i şerifi ibni Huzeyme ve Bezzâr ve Ali DâreKutnî
    [Dâre-Kutnî 385 [m. 995] de vefât etti.] ve Süleymân Taberânî [Taberânî 360 [m.
    971] de vefât etti.] haber vermektedir. Bezzâr hazretlerinin bildirdiği başka
    bir hadis-i şerifte, (Kabrimi ziyâret edene şefaatim helâl oldu) buyuruldu.
    Müslim-i şerifteki ve Ebû Bekr bin Mekkârînin (Mu'ceme) kitabında
    bildirilen hadis-i şerifte, (Bir kimse beni ziyâret etmek için gelse ve
    başka birşey için niyeti olmasa, kıyâmet günü, ona şefaat etmemi hak etmiş
    olur)
    buyuruldu. Bu hadis-i şerif, Resûlullahı ziyâret etmek için Medîne-i
    münevvereye gelenlere, şefaat edeceğini haber vermektedir.


    İmâm-ı Taberânînin ve Dâre-Kutnînin ve diğer hadis
    imamlarının bildirdikleri hadis-i şerifte, (Hac edip kabrimi ziyâret eden
    kimse, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur)
    buyuruldu. İbni Cevzî de, bu
    hadis-i şerifi haber vermektedir. Dâre-Kutnînin haber verdiği başka bir hadis-i
    şerifte, (Hac edip de, beni ziyâret etmiyen kimse, beni incitmiş olur) buyuruldu.
    Bu hadis-i şerifi imam-ı Mâlik de bildirmiştir. Resûlullahın ziyâret olunmak
    istemeleri, ümmetinin, bu yoldan da sevap kazanmaları içindir. İmâm-ı
    Beyhekînin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse bana selâm verince,
    Allahü teâlâ, ruhumu geri verir. Onun selâmına cevap veririm)
    buyuruldu.
    İmâm-ı Beyhekî, bu hadis-i şerife dayanarak, Peygamberler mezarlarında
    diridirler buyurdu. Mübârek ruhunun geri verilmesi demek, yüksek makamında iken,
    selâm verene cevap verir demektir.


    Peygamberlerin mezarlarında diri olduğunu bildiren hadis-i
    şerifler o kadar çoktur ki, birbirlerini kuvvetlendirmektedirler. Meselâ, (Kabrimin
    yanında, benim için okunan salevâtı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir)
    buyurulmuştur. Bu hadis-i şerifi Ebû Bekr bin Ebî Şeybe bildirmiştir ve
    altı büyük hadis imamının kitaplarında vardır.


    Abdüllah bin Abbâstan ibni Ebiddünyanın haber verdiği
    hadis-i şerifte, (Bir kimse, bir tanıdığının kabrine uğrayıp selâm verse,
    meyyit onu tanır ve cevap verir. Tanımadığı meyyite selâm verirse, meyyit
    sevinir ve cevap verir)
    buyuruldu. Resûlullah, dünyanın her yerinde, aynı
    zamanda salât ve selâm edenlerin herbirine ayrı ayrı nasıl cevap verir
    denilirse, güneşin bir anda binlerce şehre ışık salması gibidir cevabı verilir.
    Resûlullah hazretlerine selâm verince, onu tanıdığı ve cevap verdiği
    anlaşılınca, bir müslüman için bundan büyük bir şeref ve saadet olabilir mi?
    İbrâhîm bin Bişâr, (Hac ettikten sonra, kabr-i saadeti ziyâret için Medîneye
    gittim. Hücre-i saadet önünde selâm verdim. Vealeykesselâm cevabını işittim)
    buyurmuştur. Şiir:





    Sakın terk-i edebden, küy-i mahbûb-i
    Hudâdır bu,



    Nazargâh-ı ilâhîdir, makam-ı Mustafâdır
    bu!



    Murâ'ât-i edeb şartiyle gir Nâbî bu dergâhe,


    Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-i Enbiyâdır
    bu!






    Hadis-i şerifte,
    (Ben öldükten sonra, diri iken olduğu
    gibi anlarım)
    buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte, (Peygamberler
    kabirlerinde diri olup namaz kılarlar)
    buyuruldu. Bu hadis-i şerifler,
    Peygamberimizin kabirde, bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu
    göstermektedir. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Rıfâ'înin ve birçok
    Velîlerin, Resûlullaha verdikleri selâmın cevabını işittikleri ve Ahmed
    Rıfâ'înin, Resûlullahın mübârek elini öpmekle şereflenmiş olduğu, çok sağlam
    kitaplarda yazılıdır. Bunlara yalandır demek güneşi balçıkla sıvamaya benzer.
    Seyyid Ahmed Rıfâ'î, 578 [m. 1183] de Basrada vefât etti. İkinci Abdülhamîd hân
    bunun türbesini ve mescidini tâmîr ve fevkal'âde tezyîn etti. İslâm âlimlerinin
    büyüklerinden Celâleddîn Abdürrahmân Süyûtî (Şeref-ül Muhkem) adındaki
    kitabında bunlara vesikalarla cevap vermekte, Resûlullahın kabrinde diri olup,
    selâm verenleri işittiğini isbât eylemektedir. Bu kitabında bildirdiği hadis-i
    şeriflerden biri (Mîraç gecesinde, Mûsâ Peygamberi kabrinde namaz kılarken
    gördüm)
    dür. Bu hadis-i şerifi, (Hilye) kitabının sahibi Ebû Nu'aym
    da bildirmektedir. Abdürrahmân Süyûtî, 911 [m. 1505] de Mısrda vefât etmiştir.


    Ebû Ya'lânın [Ahmed Ebû Ya'lâ 307 [m. 920] de Mûsulda vefât
    etti.] (Müsned)inde bulunan bir hadis-i şerifte, (Peygamberler,
    kabirlerinde diri olup namaz kılarlar)
    buyuruldu. Resûlullah son
    hastalığında, (Hayberde yimiş olduğum yemeğin acısını her zaman duyardım. O
    gün yidiğim zehir, şimdi ebherimi, yâni avort damarımı koparmaktadır)
    buyurdu.
    Bu hadis-i şerif, Resûlullahın şehit olarak vefât ettiğini bildiriyor. Allahü
    teâlâ, İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda
    şehit olanları, ölü sanmayınız! Onlar diridirler)
    buyurdu. Resûlullah
    efendimizin de bütün şehitler gibi kabrinde diri olduğu buradan da
    anlaşılmaktadır.


    İmâm-ı Süyûtî kitabında, (Yüksek derecedeki Velîler
    Peygamberleri ölmemiş gibi görürler. Peygamber efendimizin Mûsâ aleyhisselâmı
    mezarında diri olarak görmesi bir [Mucize] idi. Evliyânın da böyle
    görmeleri [Kerâmet]dir. Kerâmete inanmamak, câhillikten ileri gelir)
    buyurmaktadır.


    İbni Habbân ve İbni Mâce ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri
    hadis-i şerifte, (Cuma günleri bana çok salevât okuyunuz! Bunlar, bana
    bildirilir)
    buyuruldu. Öldükten sonra da bildirilir mi denildikte, (Toprak,
    Peygamberlerin vücûdünü çürütmez. Bir mümin bana salevât okuyunca, bir melek
    bana haber vererek, ümmetinden falan oğlu filan, sana selâm söyledi ve duâ etti
    der)
    buyurdu. Bu hadis-i şerifler, Peygamberimizin mezarında,
    dünyadakilerin bilemediği bir hayat ile diri olduğunu göstermektedir. Zeyd bin
    Sehl buyurdu ki, bir gün Resûlullahın huzurunda oturuyordum. Mübârek yüzü
    gülüyordu. Niçin tebessüm buyurduklarını sordum. (Nasıl sevinmiyeyim? Biraz
    önce Cebrâîl aleyhisselâm müjde getirdi: Allahü teâlâ buyurdu ki, ümmetinden
    biri sana bir salevât söyleyince, Allahü teâlâ, ona karşılık on salevât eder
    dedi)
    buyurdu.


    Resûlullah diri iken, Eshâbına Allahü teâlânın bir rahmeti
    olduğu gibi, öldükten sonra da bütün ümmeti için, büyük nîmettir. İyiliklere
    sebebdir.


    Mehâl bin Amr diyor ki, bir gün Sa'îd bin Müseyyib ile
    birlikte Ümm-i Seleme vâlidemizin odasının yanında oturuyordum. Birçok kimse
    ziyâret için Hucre-i saadet önüne geldiler. Sa'îd, bunlara şaşıp, ne kadar
    ahmak adamlar! Resûlullahı kabirde sanıyorlar. Peygamberler kabirlerinde kırk
    günden ziyâde kalırlar mı? dedi. Hâlbuki Sa'îd Medînedeki Harre denilen felaket
    gününde, Kabr-i saadetten ezan sesi işittiğini haber vermiştir. Hz. Osman evi
    sarıldığı zaman, (Ben Medîneden ve Resûlullahın yanından ayrılıp başka yere
    gitmem) buyurmuştur. Mehâl bin Amrın Sa'îdden işittim dediği söz doğru olsaydı,
    Resûlullah kabrini ziyâret için çağırmazdı. Şöyle ki: Bilâl-i Habeşî Kudüsün
    fethinden sonra, rü'yâsında Resûlullahdan aldığı emir üzerine Medîneye gelip,
    Kabr-i saadeti ziyâret etti. Müslümanların halîfesi olan Ömer bin Abdülazîz
    Şâmdan Medîneye husûsî memurla salât ve selâm gönderirdi. Hz. Ömer Kudüsü
    aldıktan sonra, Medîne-i münevvereye dönünce, önce Hucre-i saadete girip,
    Resûlullahı ziyâret etti ve salât ve selâm söyledi. [Sa'îd bin Müseyyib,
    Medînedeki yedi meşhûr âlimden biri olup, 91 [m. 710] de Medînede vefât
    etmiştir.]


    Yezîd bin Mehrî diyor ki, Şâmdan Medîneye giderken, Mısr
    vâlîsi olan Ömer bin Abdülazîze uğradım. [Ömer bin Abdülazîz 101 [m. 720] de
    şehit edildi.] Bana dedi ki, ey Yezîd! Resûlullahı ziyâret saadetine kavuştuğun
    zaman benden salât ve selâm söylemeni ricâ ederim!


    Abdüllah ibni Ömer, her seferden dönüşte, Hucre-i saadete
    girer, önce Resûlullahı, sonra Hz. Ebû Bekri, ondan sonra babası Hz. Ömeri
    ziyâret edip, her birine selâm verirdi. Bunu, imam-ı Nâfi' haber vermektedir.
    Doğru olduğunu (Feth-ul Mecîd) vehhâbî kitabı da yazmaktadır. Hem,
    Peygamberin kabrini ziyâret etmek, islâmiyette bildirilmemiştir diyor. Hem de,
    yalnız Abdüllah bin Ömer ziyâret ederdi diyor. Başkaları ziyâret etmedi diyor.
    Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın çoğunun ziyâret ettikleri, kıymetli kitaplarda
    bildirilmiştir. [Nâfi', Abdüllah bin Ömerin âzâdlısı idi. 120 [m. 737] de,
    Medînede vefât etti.] Abdüllah ibni Ömerin islâmiyette izin verilmemiş bir şeyi
    yaptığını söylemek çirkin bir iftirâdır. Kitabın yazarı, işine geldiği zaman,
    Eshâb-ı kirâmı çok övmekte, işine gelmediği zaman da, böyle çok çirkin iftirâ
    yapmaktan sıkılmamaktadır. Kabr-i saadeti ziyâret edip, salât ve selâm okumak
    câiz olmasaydı, Abdüllah bin Ömer böyle yapmazdı ve onu gören Eshâb-ı kirâm
    yasak olduğunu ona söylerlerdi. Onun yapması ve görenlerin ses çıkarmamaları,
    câiz ve sevap olduğunu göstermektedir. İmâm-ı Nâfi' diyor ki, Abdüllah ibni
    Ömerin Resûlullahın kabri başına gelip, (Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!) dedikten
    sonra, (Esselâmü aleyke yâ Ebâ Bekr!) dediğini ve sonra (Esselâmü
    aleyke yâ ebî)
    dediğini, belki yüzden fazla gördüm.


    Hz. Ali, birgün mescid-i şerife girip, Fâtımanın odası
    önünde çok ağladı. Sonra Hucre-i saadete girip, (Esselâmü aleyke yâ
    Resûlallah)
    dedi. Yine ağladı. Sonra, (Aleykümesselâm ya ehaveyye ve
    rahmetullah)
    diyerek, Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömere selâm verdi. Sonra çekilip
    gitti.


    Bunun için, fıkh âlimlerimiz hac vazîfesini yaptıktan sonra,
    Medîne-i münevvereye gelerek, Mescid-i şerifte namaz kıldılar. Sonra (Ravda-i
    mutahhera)
    ile minber-i münîri ve Arş-ı âlâdan eftal olan Kabr-i şerifi,
    sonra oturdukları, yürüdükleri, dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman
    dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmîr edilirken çalışan ve para
    vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin geçtikleri yerleri ziyâret
    ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler, sâlihler de,
    hacdan sonra Medîneye gelirler, fıkh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Bugüne kadar
    hâcılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâretler yapmaktadırlar.


    Âlimler, önce Medîneye mi gitmeli, yoksa Kabr-i saadeti
    hacdan sonra mı ziyâret etmeli suâline başka başka cevap verdiler. Tâbiînin
    büyüklerinden Alkama ve Esved ve Amr bin Meymûn önce Medîneye gitmeli dediler.
    İslâm âlimlerinin güneşi olan imam-ı a'zam Ebû Hanîfe önce Hac yapmak, sonra
    Mekkeden Medîneye gitmek daha iyi olur buyurdu. Ebülleys-i Semerkandînin
    fetvâsında da böyle yazılıdır. [Ebülleys Nasr Semerkandî, 373 [m. 985] de vefât
    etmiştir.]


    Sultan ikinci Abdülhamîd hân [Abdülhamîd hân 1336 [m. 1918]
    de vefât etti.] zamanında bundan dolayı Osmanlı hâcılarının iki bayram arasında
    Medîne-i münevvereye gidip, hac zamanı gelince, Medîneden Mekkeye gitmeleri
    âdet olmuştur. Hâcıların bir kısmı da, önce Mekkeye gidiyor. Arafâttan sonra
    Medîneye gelip ziyâretleri yapıyorlar. Buradan Yenbû' iskelesine gelip
    vapurlara biniyorlar. Süveyş kanalı yolu ile memleketlerine dönüyorlardı.


    (Şifâ-i şerif) kitabının yazarı kâdı İyâd ve Şâfi'î
    âlimlerinden imam-ı Nevevî ve Hanefî âlimlerinden ibni Hümâm buyurdular ki,
    Resûlullahın mübârek türbesini ziyâretin çok sevap olduğu, icmâ'i ümmet ile
    belli olmuştur. Vâcib diyen âlimler de vardır. Kabir ziyâreti sünnettir.
    Kabirlerin en kıymetlisi olan (Hucre-i saadet)i ziyâret, sünnetlerin en
    kıymetlisi olur. [Kâdı İyâd 544 [m. 1150] de Merrâkişte, Yahyâ Nevevî 676 [m.
    1277] de Şâmda, İbni Hümâm Muhammed Sivâsî de 861 [m. 1456] de vefât ettiler.]


    Resûlullah Bakî kabristanını ve Uhud şehitlerini ziyâret
    ederdi. Hindistânın büyük âlimlerinden, Abdülhak-ı Dehlevî 1052 [m. 1642] de
    vefât etti. Fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitabında Uhud gazvesini
    anlatırken buyuruyor ki, Ebû Ferde buyurdu ki, Resûlullah, birgün Uhud
    şehitlerini ziyâret etti. (Ey ibâdete lâyık olan Rabbim! Senin bu kulun ve
    Resûlün şâhidim ki, bunlar senin rızanı kazanmak için şehit oldular!)
    dedikten
    sonra, bize dönerek, (Bir kimse bunları ziyâret ederse ve selâm verirse,
    bunlar o selâm sahibine cevap verirler. Kıyâmete kadar, böyle cevap verirler)
    buyurdu.
    Peygamberimiz, Uhud şehitlerini ziyârete gider, (Sabr ettiniz. Size selâm
    olsun!)
    buyururdu. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer de, halîfe iken, Uhud
    şehitlerini ziyâret ederek, böyle söylerlerdi. Fâtıma-ı Huzâiyye diyor ki, Uhud
    meydanından geçiyordum. (Ey Resûlün amcası Hamza, sana selâm olsun!) dedim.
    (Allahın selâmı ve rahmeti ve bereketi sana olsun!) cevabını işittim. Utâf bin
    Hâlid Mahzûmî teyzesinden haber verdi ki, Uhud şehitlerini ziyârete gitmişti.
    Şehitlere selâm verdi. Selâmına cevap verdiler ve (Biz sizi tanıyoruz) dediler.


    Nisâ sûresinin altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Onlar
    nefslerine zulmettikten sonra, gelirler. Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm
    de, onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tevbeleri kabûl edici ve
    merhamet edici olarak bulurlar)
    buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Kabr-i saadeti
    ziyâret etmeyi emretmektedir. Bu âyet-i kerime, hem erkekler içindir, hem de
    kadınlar içindir. Kabr-i saadeti ziyâret ederken, bu âyet-i kerimeyi okumanın
    müstehab olduğu bildirilmiştir.


    İmâm-ı Ali buyurdu ki, Muhammed bin Harp Hilâlîden işittim.
    Dedi ki, Resûlullah defnolunduktan üç gün sonra, Hucre-i saadeti ziyâret edip,
    bir köşeye oturmuştum. Bir köylü gelip, kendini Kabr-i saadet üzerine attı.
    Kabr-i şerif üstünden toprak alıp, yüzüne gözüne saçtı. Yâ Resûlallah ! Hak
    teâlâ senin için buyuruyor, diyerek yukarıdaki âyet-i kerimeyi okudu. Ben,
    nefsime zulmettim. İstiğfâr için seni vesîle ediyorum, dedi. Kabr-i saadetten
    bir ses gelerek, sana müjde olsun! Günahların affedildi dediği işitildi.


    Resûlullah, Uhud şehitlerini ziyâret için, Medîneden Uhuda
    teşrîf etmiştir. Bundan dolayı, Kabr-i saadeti ziyâret için, Medîne-i
    münevvereye gitmek de elbette ibâdet olur. Bunun çok sevap olduğunu, islâm âlimleri
    sözbirliği ile bildirmişlerdir.


    (Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir) hadis-i
    şerifi, Kabr-i saadeti ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmenin çok sevap
    olduğunu göstermektedir. Bu ziyâreti yapmıyanlar, bu çok sevaptan mahrum
    kalırlar. Belki de, vâcibi terk etmiş olacaklardır. Bu üç mescidden başkasını
    ziyâret için, uzak yola çıkmak, Allah rızası için olursa câizdir. Başka
    niyetlerle olursa haramdır. [Bu üç mescid: Mescid-i haram ve mescid-i Nebevî ve
    mescid-i Aksâdır.]


    Suâl: İmâm-ı Hasen bin Ali, Kabr-i saadet yanında
    ziyâretcilerin kabre yaklaşmalarına izin vermezdi. İmâm-ı Zeynel'âbidîn
    [Zeynel'âbidîn Ali 94 [m. 713] de şehit edildi.] de, Resûlullahın, (Kabrimi
    bayram yeri yapmayınız! Evlerinizi mezarlık yapmayınız! Bulunduğunuz yerde bana
    salât ve selâm söyleyin! Söyledikleriniz bana bildirilir)
    buyurduğunu
    söyliyerek, Kabr-i saadete yaklaşmaya izin vermezdi. Buna ne dersiniz?


    Cevap: Bu sözler, (yalnız üç mescide ziyâret için
    gidilir)
    hadis-i şerifine uygun değildir. Fakat, bu iki imamın sözü,
    ziyârette saygısızlık yapanlar için olsa gerektir. Hattâ imam-ı Mâlik, Kabr-i
    saadet yanında çokca oturmaya izin vermemiştir. İmâm-ı Zeynel'âbidîn Hucre-i
    saadeti ziyâret ederdi. (Ravda-i mutahhera) tarafındaki direk yanında
    durup, selâm verirdi. Resûlullahın mübârek başının, hucrenin bu tarafında
    olduğu, bundan anlaşılırdı. Resûlullahın mübârek zevcelerinin odaları (Mescid-i
    saadet)
    içine katılmazdan önce, burası, ziyâret yeri idi. Hucre-i saadetin
    kapısı önünde durup selâm verirlerdi.


    Hârun bin Mûsâ Hirevî, ceddi Alkamaya sordu ki,
    Peygamberimizin mübârek zevcelerinin odaları Mescid-i saadete katılmazden önce
    Kabr-i saadet hangi tarafından ziyâret olunurdu? Alkama, Hz. Âişenin vefâtından
    önce, Hucre-i saadet kapısı kapatılmamış olduğundan, bu kapı önünden ziyâret
    olunurdu cevabını verdi.


    Hadis âlimlerinden hâfız Abdülazîm Münzirî, (Kabrimi
    bayram yeri yapmayınız!)
    hadis-i şerifi için, elinizden geldiği kadar sık
    ziyâret ediniz demektir, dedi. Yâni, (Benim kabrimi, yılda bir iki kere ziyâret
    etmekle bırakmayınız! Her vakit ziyâret ediniz!) demektir dedi. (Evlerinizi
    mezarlık yapmayınız!)
    hadis-i şerifi de, evlerinizi namaz kılmamakla
    mezarlığa benzetmeyiniz demektir dedi. Mezarlıkta namaz kılmak câiz olmadığı
    için, Abdülazîm-i Münzirînin sözü doğru olmaktadır. Âlimlerin çoğuna göre,
    Kabr-i saadeti ziyâret için, bayram günleri gibi belli zamanlar ayırmayın
    demektir dediler. Yahudiler ve hıristiyanlar Peygamberlerin mezarlarını ziyâret
    etmek için çalgılı, oyunlu toplantı yaparlardı. Abdülazîm Münzirî, 656 [m. 1257]
    de Mısrda vefât etti.


    Bunlardan anlaşılıyor ki, Kabr-i saadeti ziyâret için
    gelenler, selâm verip duâ ettikten sonra, durmayıp gitmelidir. Müslümanlar,
    Kabr-i saadeti ziyâret etmeği, ibâdet ve çok sevap bilmeli. Ne kadar uzak
    olursa olsun, ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmeli. Sık sık ziyâret etmeye
    çalışmalıdır. Yâni hac farîzası ömründe bir kere olduğu gibi, Medîne-i
    münevvereye gitmeyi de, ömründe bir kereye bırakmamalıdır. Gücü yettikçe gidip
    ziyâret etmeli. Fakat, (Hucre-i saadet) önünde çok durmamalıdır.


    İslâm âlimlerinin güneşi Ebû Hanîfe, müstehabların en
    üstünlerinden olan, Kabr-i saadetin ziyâreti, vâcib derecesine yakın bir
    ibâdettir buyurdu.


    Kabr-i saadeti ziyâret etmeyi adak yapanların, şâfi'î
    mezhebine göre, bu adaklarını yapmaları lâzım olur. Başka mezarları ziyâreti
    nezr edenlerin, bu adaklarını yapmaları için sözbirliği yok ise de, adaklarını
    yapmaları daha iyi olur.


    Mescid-i haramı yürüyerek ziyâreti nezr edenlerin, bu
    adaklarını yapmaları lâzımdır. Çünkü, (Mescid-i haram) içinde, hac
    farîzeleri yapılmaktadır. (Mescid-i saadet)de ise, Kâbe-i muazzamadan ve
    Kudüsteki (Mescid-i aksâ)dan daha kıymetli olan (Kabr-i saadet)
    vardır. Bu mübârek mescide yürüyerek gitmeyi nezr etmek, Kabr-i şerifi ziyâret
    etmeyi de niyet etmek olduğu için, bu nezri yerine getirmek de, elbet lâzım
    olur.


    (Kâbe-i muazzama)yı ziyâret için yapılan nezri yerine
    getirmek dört mezhepte de lâzımdır. Mescid-i saadet ile Mescid-i aksânın
    ziyâreti için yapılan nezri yerine getirmek lâzım olduğunda sözbirliği olmadı.
    Bu ayrılık, Mescid-i saadeti ziyâret içindir. Kabr-i saadeti ziyâret için nezr
    yapanların, bu adaklarını yerine getirmeleri lâzımdır.


    Suâl: Ebû Muhammed bin Ebû Zeydden soruldu ki, vekîl
    olarak hacca gönderilen ve Kabr-i saadeti de ziyâret etmesi emrolunan kimse,
    hac edip, Kabr-i saadeti ziyâret etmeden geri dönse, ziyâret için, kendisine
    verilmiş olan parayı geri vermesi lâzım olur mu?


    Cevap: İbni Zeyd cevabında buyurdu ki, bu parayı geri
    vermesi lâzım olur. [Abdüllah Ebû Muhammed bin Zeyd, mâlikî âlimlerinin
    büyüklerindendir. 389 [m. 999] da vefât etti.]


    Kabr-i saadeti ziyâret için imam-ı Mâlik buyurdu ki,
    Mescid-i şerife girdikte, kıbleyi arkaya almalı, yüzünü Hucre-i saadete karşı
    dönmelidir. Edeb ve saygı ile, selâm verip, salevât-ı şerife okumalıdır. Mescid-i
    şerife girince, önce iki rekât (Tehıyye-tülmescid) namazı kılmalıdır.
    Bunu (Ravda-i mutahhera) içinde kıldıktan sonra, (Muvâcehe-i saadet) karşısında
    durup, önce Resûlullaha, sonra Hz. Ebû Bekre ve Hz. Ömere selâm vermeli, sonra
    belli duâları okumalıdır. Çünkü, Resûlullah ve her mümin, ziyârete gelenleri ve
    bunların selâmlarını, duâlarını işitirler. Dilediği gibi ve hâtırına geldiğini
    söyleyerek duâ etmek câiz ise de, âlimlerin bildirdikleri belli duâları okumak
    daha faydalı olur.


    İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe buyurdu ki, ben Medînede iken,
    sâlihlerden Eyyûb-i Sahtiyânî gelip, Mescid-i şerife girdi. Yüzünü Kabr-i
    nebevîye döndü. Kıble arkasında kaldı. Ayakta ağladı. [Eyyûb-i Sahtiyânî, 131
    [m. 748] de, Basrada vefât etti.]


    Ebülleys-i Semerkandînin [Ebülleys Nasr Semerkandî 373 [m.
    983] de vefât etti.] imam-ı a'zam Ebû Hanîfeden haber verdiğine göre, kıbleye
    dönülür. Hucre-i saadet arkada kalır. Şeyh Kemâleddîn ibni Hümâm, imam-ı a'zam
    Ebû Hanîfenin Müsnedinde bildirdiği üsûle bakılırsa, Ebülleys ile ona uyanların
    bildirdikleri, İmâm-ı a'zamın önceki ictihâdı olduğu anlaşılır. Sonra, Hucre-i
    saadete karşı ziyâret edilmesini bildirmiştir. Abdüllah ibni Ömer de, Hucre-i
    saadete dönerek selâm vermelidir dedi.


    İbni Cemâ'a (Menâsik) kitabında, ziyâret eden,
    Resûlullahın mübârek başı bulunan köşeyi sol tarafına ve kıbleyi sağ tarafına
    alıp, köşeden iki metre kadar uzakta durmalıdır. Sonra kıble duvarını yavaş
    yavaş arkaya alıp, (Muvâcehe-i saadet) penceresine karşı oluncaya kadar
    dönmelidir. Tam Kabr-i saadete dönünce selâm vermelidir) demektedir. [Muhammed
    ibni Cemâ'a, şâfi'î âlimlerinden olup, 733 [m. 1333] de Şâmda vefât etti.]


    Görülüyor ki, Hucre-i saadetin, Ravda-i mutahhera köşesi ile
    kıble duvarı arasına gelip mübârek başı sol tarafa almalı. İki metre uzak
    durmalı. Sonra yavaş yavaş, Hucre-i saadete doğru dönmeli ve Kıbleyi arkaya
    almalıdır. Sonra salât ve selâm verip, duâ etmelidir. İmâm-ı Şâfi'î ve başka
    imamlar, böyle ictihâd buyurmuşlardır. Şimdi de böyle ziyâret edilmektedir.


    Resûlullahın mübârek zevcelerinin odaları, Mescid-i saadete
    katılmadan önce, Hucre-i saadetin kıble tarafında yer pek azdı. Muvâcehe-i
    saadete karşı durmak güçtü. Ziyâretçiler, Hucre-i saadetin Ravda-i mutahhera
    duvarındaki kapısı önünde kıbleye karşı durup, selâm verirlerdi. Sonra imam-ı
    Zeynel'âbidîn Ravda-i mütahherayı arkaya alıp, selâm verirdi. Mübârek
    zevcelerin odaları, mescide katıldıktan sonra, (Muvâcehe-i şerife) penceresi
    önünde durup ziyâret edildi.


    Din imamları, Medîne-i münevverede kalacaklar ve
    ziyâretçiler için birçok edeb ve şartlar bildirmişlerdir. Bu şartlar ve
    edebler, fıkh ve menâsik kitaplarında yazılıdır. (Mir'ât-ül-Haremeyn) kitabının
    yazarı Eyyûb Sabri pâşanın (Tekmile-tül-menâsik) kitabında hepsi
    yazılıdır.


    İslâmiyette ilk yapılan türbe, Resûlullahın medfûn olduğu (Hucre-i
    muattara)
    dır. Resûlullah efendimiz, çok sevdiği zevcesi Âişe vâlidemizin
    odasında, hicretin onbirinci 11 [m. 632] senesi, Rebî'ulevvel ayının onikinci
    pazartesi günü, öğleden önce vefât etti. Çarşamba gecesi, bu odaya defnedildi.


    Âişe hazretlerinin odası, üç metre yüksekliğinde, kerpiçle
    hurma dallarından yapılmıştı. Biri garp, öteki şimâl tarafında iki kapısı
    vardı. Garp kapısı, Ravda-i mutahhera tarafındadır. Hz. Ömer halîfe iken,
    onyedi senesinde, Mescid-i saadeti genişletirken, Hucre-i saadetin etrâfına
    kısa bir taş duvar çevirdi. Abdüllah bin Zübeyr halîfe iken, bu duvarı yıkıp,
    siyah taş ile yeniden sağlam yaptırdı. Bu duvarın üstü açık olup, şimâl
    tarafında bir kapısı vardı. Abdüllah bin Zübeyr, 73 [m. 692] de şehit edildi.
    Hz. Hasen, kırkdokuz senesinde vefât edince, vasıyeti gereğince, Hz. Hüseyn,
    kardeşinin cenâzesini Hucre-i saadet kapısına getirip, duâ ve istigâse edeceği
    zaman, buraya defnedeceklerini sanarak, içeri sokmasını istemiyenler oldu.
    Gürültüyü önlemek için, içeri sokulmayıp, Bakî' kabristanına defnolundu.
    İleride böyle hâller olmaması için, duvarın ve odanın kapısını duvarla örüp
    kapattılar.


    Emevî halîfelerinin altıncısı olan Velîd Medîne vâlîsi iken,
    duvarı yükseltti ve üzerini küçük bir kubbe ile örttü. Üç kabir, dışardan görülemez
    ve içeri girilemez oldu. Ömer bin Abdülazîz, Medîne-i münevvere vâlîsi iken, 88
    [m. 707] de, halîfe Velîdin emri ile, zevcât-ı tâhirâtın odalarını yıktırıp,
    Mescid-i saadeti genişletirken, etrâfına ikinci bir duvar yaptırdı. Bu duvar
    beş köşeli idi. Hiç kapısı yoktu.


    Irakta Zengîlerin idare ettiği Atabekler devletinin vezîri,
    yâni başvekîli ve Salâhuddîn-i Eyyûbînin [Salâhuddîn Eyyûbî 589 [m. 1193] de
    Şâmda vefât etti.] amcası oğlu olan Cemâleddîn-i İsfehânî, 584 [m. 1189]
    senesinde, Hucre-i saadetin dış duvarı etrâfına sandal ve abanos ağaçlarından
    bir parmaklık yaptırdı. Parmaklık, mescidin tavanına kadar yüksekti. Fakat,
    birinci yangında yandı. Altıyüzseksensekiz (688 [m. 1289]) senesinde demirden
    yapılıp yeşile boyandı. Bu parmaklığa (Şebeke-i saadet) denir. Şebeke-i
    saadetin kıble tarafına (Muvâcehe-i saadet), şark tarafına (Kadem-i
    saadet),
    garp tarafına (Ravda-i mutahhera) ve şimâl tarafına (Hucre-i
    Fâtıma)
    denir. Mekke-i mükerreme şehri, Medîne-i münevvere şehrinin
    cenûbunda olduğu için, Mescid-i nebînin ortasında, yâni Ravda-i mutahherada,
    kıbleye dönen kimsenin sol tarafında Hucre-i saadet, sağ omuzu tarafında ise,
    Minber-i şerif bulunur.


    232 [m. 847] senesinde, Şebeke-i saadetin bulunduğu yer ile
    dış duvarlarının arasına ve bu yerin dışına mermer döşendi. Mermerler, zaman
    zaman değiştirildi. Son olarak sultan Abdülmecîd hân döşetti.


    Hucre-i saadetin beş köşeli duvarları yapılırken üzerlerine
    bir de küçük kubbe yapılmıştı. Bu kubbeye (Kubbe-tün-nûr) denir. Osmanlı
    pâdişâhlarının gönderdikleri (Kisve-i şerife) bu kubbe üzerine
    örtülürdü. Kubbe-tün-nûr üzerine gelen, Mescid-i saadetin büyük yeşil kubbesine
    (Kubbe-tül-hadrâ) denir. Şebeke-i saadet denilen parmaklığın dış
    tarafına örtülen kisve, Kubbe-i hadrâ altındaki kemerlere asılırdı. Bu iç ve dış
    perdelere (Settâre) denir. Şebeke-i saadetin şark, garp, şimâl
    taraflarında birer kapısı vardır. Şebeke-i saadet içine harem-i şerif
    ağalarından başka kimse giremez. Duvarların içine ise, hiç kimse giremez. Çünkü
    kapıları ve pencereleri yoktur. Yalnız kubbe ortasında ufak bir delik olup, tel
    kafes ile kapalıdır. Bu deliğin hizâsında olarak, Kubbe-i hadrâya da bir delik
    açılmıştır. Mescid-i şerif kubbesi 1253 [m. 1837] senesine kadar kurşun
    renginde idi. Sultan Mahmûd-i Adlî hânın emri ile yeşile boyandı. 1289 [m.
    1872] da, sultan Abdülazîz hânın [Abdülazîz hân 1293 [m. 1876] da şehit
    edildi.] emri ile yeniden boyandı.


    Mescid-i saadeti tâmîr ve tezyîn için sultan Abdülmecîd hân
    kadar çok para harc eden ve gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Haremeyni tâmîr
    için yediyüzbin altın sarfetmiştir. Tâmîr 1277 [m. 1861] de tamam olmuştur.
    Hergün Resûlullaha bir hizmette bulunmuştur. Bu yolda keşf ve kerâmetleri de
    görülmüştür. Sultan Abdülmecîd hân, Mescid-i nebevînin eski şeklini, İstanbulda
    Hırka-i şerif câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267
    senesinde, mühendis mektebi hocalarından binbaşı ressam hâcı İzzet efendi
    Medîneye gönderilmiştir. İzzet efendi her yeri ölçerek elliüç defa küçültülmüş
    bir modelini yapıp İstanbula gönderdi. Sultan Abdülmecîd hânın yaptırdığı (Hırka-i
    şerif)
    câmiine kondu.


    Abdülmecîd hânın tâmîrinden sonra, kıble duvarı ile Şebeke-i
    saadet arası yedibuçuk metre, şark duvarından Kadem-i saadet şebekesine altı
    metre, Şebeke-i Şâmî genişliği onbir metre, Muvâcehe-i şerife şebekesi
    genişliği onüç metre, Muvâcehe-i şerife şebekesi ile şebeke-i Şâmî arasındaki
    uzunluk ondokuz metredir. Mescid-i nebevînin kıble tarafında genişliği
    yetmişyedi metre, Kıble duvarından, duvar-ı Şâmîye kadar uzunluğu yüzonyedi
    metredir. Hucre-i saadet ile minber-i şerif arası olan (Ravda-i mutahhera) genişliği
    ondokuz metredir. Bu ölçüler, bir Medîne zrâ'ı kırkiki santimetre olduğuna
    göredir. Hanefî fıkh kitaplarındaki şer'î zrâ ise, kırksekiz santimetredir.


    Süûd oğullarından Abdülazîz, Osmanlıların Haremeyn-i
    şerifeyne olan muazzam hizmetlerini gizlemek, Osmanlıların gözleri kamaştıran
    zînetli, kıymetli eserlerini yok etmek için, 1368 [m. 1949] tarihinde
    emrederek, Mescid-i nebevîyi yeniden tâmîre ve tevsî'a başladılar. 1370 de
    başlayıp, 1375 de bitirdiler. Bütün sahâsı 11648 metre-kare oldu. Bundan evvel
    9000 metre-kare idi. Şark ve garp duvarlarının uzunluğu 128, şimâl duvarının
    uzunluğu 91 metre oldu. Ravaklar yâni kemerler içinde 232 direk vardır. Yeni
    yapılan iki minâreden herbiri 70 metre yüksekliktedir. Mekkedeki
    Mescid-ül-haram 1375 [m. 1955] de genişletildi. 29127 metre-kare iken 160168
    metre-kare oldu. 7 minâresi 90 metre yüksektir. Safâ ve Merve tepelerinin
    üzerleri de örtülerek, Mescid-ül-haram ile birleştirildi. Birçok yerlerin
    ismlerini değiştirip kendi ismlerini koydular.


    Medînenin bir dânecik (Bakî') kabristanına ilk olarak
    Osman bin Ma'zûn defnedildi. Resûlullah bu süt kardeşinin kabrine mübârek eli
    ile büyük bir taş dikti. Kabir taşı dikmek sünnet olduğu bundan
    anlaşılmaktadır.


    Medîne-i münevveredeki türbeleri mezhepsizler yıkmıştı.
    İkinci sultan Mahmûd hân, [Mahmûd hân 1255 [m. 1839] da vefât etti.] hepsini
    yeniden yaptırdı. Birinci cihân harbinden sonra, İngilizler burasını
    Osmanlılardan alıp, Abdülazîze verdiler. Tekrar hepsini yıktırdı. Mübârek
    binâları, hattâ Zemzem kuyusu üzerinde, birinci Abdülhamîd hânın yaptırmış
    olduğu sanat eseri binâyı yıktılar. Resûlullahın dünyaya teşrîf ettiği mübârek
    evi de yıktılar. Yerine çarşı yaptılar.


    Hucre-i saadetten sonra ilk yapılan türbeler, Bakî' kabristanında,
    Resûlullahın mübârek zevcelerinin kabirleri üzerine yapılmış olan kubbedir.
    Zeyneb bint-i Cahş vâlidemiz pek sıcak günde vefât etmişti. Hz. Ömer, kabir
    kazılırken, cemaati güneşten korumak için, kabir üzerinde çadır kurdurdu.
    Çadır, uzun zaman kabir üzerinde kaldı. Bundan sonra, kabirler üzerine çadır,
    çardak, zamanla, türbeler yapıldı. İslâmiyette ilk tabut da, yine Zeyneb
    vâlidemiz için yapıldı. Hz. Ömer, cenâzeye mahremlerinden başkasının gitmesine
    izin vermemiş, Eshâb-ı kirâm bundan üzülmüştü. Esmâ bint-i Ümeys, (Habeşte
    tabut gördüm. Cenâzeyi örtüyor) dedi. Bunun anlattığı şekilde tabut yapılıp,
    bütün Eshâb ile birlikte gidilerek defnedildi.


    Resûlullah efendimiz, her sene Uhud şehitlerini ziyâret
    ederdi. (Hurre-i Vâkum) denilen yerde durup, şehitlere selâm verirdi. Hicretin
    sekizinci senesinde ziyârete gidince, herbirine ayrı ayrı selâm verdi. (Bunlar
    şehittir. Ziyâret edenleri tanırlar. Selâm verince işitir, cevap verirler)
    buyurdu.
    Fâtıma-tüz-Zehrâ hazretleri de, Hz. Hamzanın kabrini her iki günde bir ziyâret
    eder, yeri unutulmamak için, işaret kordu. Her Cuma gecesi gidip, uzun namaz
    kılar, çok ağlardı.

    İmâm-ı Beyhekî [Beyhekî Ahmed 458 [m. 1066] da Nişâpurda vefât etti.] bildiriyor ki,
    Abdullah ibni Ömer buyurdu ki, Cuma günü, güneş doğmadan önce, babam Hz. Ömer
    ile, şehitleri ziyârete gittik. Babam hepsine selâm verdi. Selâmına cevap
    işittik. Bana, sen mi cevap verdin dedi. Hayır, şehitler cevap verdiler dedim.
    Beni sağ tarafına geçirip, herbirine ayrı ayrı selâm verdi. Her kabirden, üçer
    defa cevap işittik. Babam, hemen secdeye kapandı. Allahü teâlâya Şükreyledi.
    Hz. Hamza ile, kızkardeşinin oğlu Abdüllah bin Cahş ve Mus'ab bin Umeyr bir
    kabirdedir. Yetmiş şehitten, geri kalanları da, ikisi üçü bir kabirdedir.
    Birkaçı da Bakî' kabristanındadır. [Bu şehitlerin hepsinin ismleri, (Mir'ât-i
    Medîne)
    de yazılıdır.]
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:56 am

    16- Okunan salevâtın haber verildiğini kendi de yazmaktadır.

    16 -İkiyüzelliyedinci sayfasında, (Ebû Dâvüdün rivayet ettiği hadiste bana salevât
    okuyunuz! Her nerede okursanız okuyunuz, bana bildirilir denildi. Demek ki,
    uzakta yakında okumak arasında ayrılık yoktur. Kabri bayram yeri gibi yapmaya
    hâcet yoktur)
    diyor.


    Hucre-i saadeti ziyârete ihtiyaç olmadığını göstermek için,
    Resûlullahın, salât ve selâmdan haber aldığını yazmış, farkında olmıyarak,
    kendi kendisini yalanlamıştır. Ölü his etmez, duymaz diyordu. Şimdi de, haber
    aldığını yazıyor.


    Dörtyüzonaltıncı sayfasında, (Ölüler kendilerine
    söylenileni duymazlar. Ölüden duâ, şefaat istemek, ona tapınmak olur)
    diyor.

    Resûlullahın kendisine okunulan salevâttan haberdar olduğunu yazması ve yukarıdaki yazısı,
    birbirlerine uymamaktadır. Bundan başka, Ebû Dâvüddeki hadis-i şeriflerden
    birini yazıyor. İkincisini yazmak işine gelmiyor. Hadis âlimlerinden Abdülhak-ı
    Dehlevî, (Medâric-ün-nübüvve) kitabının üçyüzyetmişsekizinci sayfasında
    diyor ki, Ebû Dâvüdün Ebû Hüreyreden haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir
    kimse bana selâm verince, Allahü teâlâ, ruhumu bana geri verir. Onun selâmını
    işitir, cevap veririm)
    buyuruldu. İbni Asâkirin haber verdiği hadis-i
    şerifte, (Kabrim yanında, bana salevât okununca, o salevâtı işitirim) buyuruldu.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:57 am

    18- Evliyânın kerâmetlerine küfr, şirk demektedir. Bunaa, imâm-ı Rabbânî hazretlerinden ve
    (Mevâhib) den cevâb verildi.


    18 -
    Kitabının yüzaltmışsekizinci sayfasında, (Evliyâ kerâmet olarak, diri ve ölü iken,
    istediklerine yardım edermiş. Şaşırdıkları, sıkıştıkları zaman, onlara
    yalvarıyor, yardım istiyorlar. Kabirlerine gidip, sıkıntılarının giderilmesini
    istiyorlar. Ölülerin kerâmet yapacaklarını zannediyorlar. Bunlara Ebdâl,
    Nükâba, Evtâd, Nücebâ, yetmişler, kırklar, yediler, dörtler, Kutb, Gavs gibi ismler
    takıyorlar. Bunların yalan olduğunu İbnül-Cevzî
    [Abdürrahmân Cevzî hanbelî
    597 [m. 1202] de Bağdâdda vefât etti.]ve ibni Teymiyye bildirmektedir.
    Bunlar Kur'an-ı kerime karşı gelmektir. Evliyânın diri ve ölü iken birşey
    yapacağını Kur'an red etmektedir. Herşeyi yapan Allahdır. Başkaları birşey
    yapamaz. Âyet-i kerimeler, ölüde his ve hareket olmadığını bildiriyor. Ölü,
    kendine birşey yapamaz. Başkalarına hiç yapamaz. Allah, ruhların kendi yanında
    olduğunu bildiriyor. Bu zındıklar ise, ruhlar serbest olup, dilediklerini
    yaparlar diyorlar. Bunların kerâmet olduğunu söylemeleri de yalandır. Kerâmeti,
    Allah dilediği velîsine verir. Kendi istekleri ile olmaz. Sıkıntılı zamanlarda,
    onlardan yardım istemek, daha çirkindir. Peygamber, melek ve velî, kimseye iyilik
    ve kötülük yapamaz. Diri olan kimseden maddî yardım istemek câizdir. Fakat
    maddî olmıyan, görülmiyen şeyler için, Allahdan başkasına yalvarılmaz.
    Hastanın, boğulacak olanın, fakirin, Peygamberlerden, ruhlardan, velîlerden ve
    başka şeylerden yardım istemeleri şirktir. Bunlara kerâmet demek, puta
    tapanların koyduğu bir ismdir. Allahın Evliyâsı böyle olmaz)
    diyor.
    İkiyüzdoksandokuzuncu sayfasında:


    (Bir kimse velî olduğunu söylerse, gayb olan şeyleri
    bilirim derse, bu kimse, şeytanın Evliyâsıdır. Rahmânın Evliyâsı değildir.
    Kerâmet, Allahü teâlânın müttekî kulunun elinde hâsıl ettiği bir şeydir. Duâsı
    ile veya ibâdeti ile hâsıl olur. Velînin bunda bir kuvveti ve arzusu te'sîr
    etmez. Evliyâ, Velî olduklarını söylemez. Allahdan korkarlar. Sahâbe ve Tâbiîn
    Evliyânın en yüksekleri idi. Bunlar, gaybı biliriz demedi. Allah korkusundan
    ağlarlardı. Temîm-i Dârî, Cehennem korkusundan uyumazdı. Evliyânın nasıl
    olduklarını Ra'd sûresi bildirmektedir. Böyle olan tasavvufculara Evliyâ denir)
    diyor.


    Önce şunu bildirelim ki, bu son yazısında, işin doğrusunu
    yazmaktadır. Keşke, Evliyâdan yardım istemeye ve türbelerde duâ etmeye şirk
    demeseydi ve kubbeleri yıkmak lâzımdır demeseydi, ne iyi olurdu. Fakat doğru
    yazıları arasında zehir saçıyor. Müslümanlar arasında bölücülük yapıyor.


    Velî, kerâmet ne demek? Bunun doğrusunu imam-ı Rabbânîin (Mektûbât)
    kitabının çeşidli mektûblarından alarak aşağıda bildireceğiz:


    Kerâmet haktır. Kerâmet, şirkten kaçıp kurtulmak, marifete
    kavuşmak, kendini yok bilmektir. Kerâmet ile istidrâcı birbiri ile
    karıştırmamalıdır. Kerâmet ve keşf sahibi olmak istemek, Allahdan başkasını
    sevmek demektir. Kerâmet, kurb ve marifet demektir. Kerâmetin çok olması,
    tasavvuf yolunda yükselirken pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmaktandır.
    Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsân olunmuş Velînin kerâmete
    ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerâmetin hiç kıymeti yoktur.
    Evliyânın keşfinde hatâ olabilir. Keşfin yeri kalbdir. Sahih olan keşfler,
    hayâl değildir. İlhâm ile kalbde hâsıl olur. Hayâl karışmış olan keşflere
    güvenilmez. Evliyânın keşfi, islâmiyete uygun olursa, ona güvenilir. Böyle
    değilse güvenilmez. Evliyânın keşfleri, ilhâmları, başkaları için huccet, senet
    olamaz. Fakat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için huccettir. Keşf ve
    kerâmet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Keşfler, tecellîler,
    tasavvuf yolunun yolcularında hâsıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayrette ve
    ibâdettedirler. Evliyânın önüne, boynu bükük gelmelidir ki, fayda elde
    edilebilsin. Evliyânın elbisesini edeb ve saygı ile giyince, çok fayda hâsıl
    olabilir. Allahü teâlâ, Evliyâsını büyük günah işlemekten korur. Evliyâdan
    birkaçı, uzak yerlerde görülmüştür. Bu görünüş, ruhlarının, kendi bedenlerinin
    şeklinde görünmesidir. Evliyâ, küçük günahtan korunmuş değildirler. Fakat,
    hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve iyi işler yaparak, afftilerler.
    Evliyâ, insanları hem islâmiyetin açık emirlerine, hem de ince, gizli
    bilgilerine çağırırlar. Evliyânın bir kısmı, sebepler âlemine inmemiştir.
    Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri yoktur. İnsanlara faydalı
    olmazlar. Feyz veremezler. Evliyânın çoğunda, vilâyetin üstünlükleri vardır.
    Kutblar, evtâd ve ebdâl böyledir. Bunların gençleri yetiştirebilmeleri, Alîın
    yardımı ile olur.


    Velîlerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın
    bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyâlık, zıllere, gölgelere kavuşmak
    demektir. Sevgileri ve zevkleri hep zılleredir. Evliyâlık, Peygamberliğin
    zıllidir, gölgesidir. Evliyâlığı abdest gibi, nübüvveti namaz gibi bilmelidir.
    Evliyâlık, kötü huylardan kurtulmak demektir. Evliyânın, kendinin Velî olduğunu
    bilmesi lâzım değildir. Evliyâlık verilip de, Velî olduğu bildirilmezse, hiç
    kusur olmaz. Velî olmak için, dünya ve âhıret sevgisini gönülden çıkarmak lâzımdır.
    Peygamberlik üstünlüklerinde, âhırete düşkün olmak iyidir. İnsanda, ruh
    âleminden gelmiş olan on latîfe, on kuvvet vardır. Evliyâlık ve Peygamberlik
    üstünlükleri, bu on latîfede olur. Evliyâlık, fena ve bekâ demektir. Yâni,
    kalbi dünyaya düşkün olmaktan kurtarıp, Allahü teâlâya düşkün olmaktır.
    Evliyâlık, akıl ile ve düşünmekle anlaşılamaz. Evliyâlık, Allahü teâlâya
    yakınlık demektir. Mahlûkları düşünmeyi gönülden çıkaranlara ihsân edilir.
    Mahlûkların düşüncesini gönülden çıkarmaya (Fena) denir. Evliyâlığın bütün
    üstünlükleri, islâmiyete uymakla hâsıl olur. Peygamberliğin üstünlükleri ise,
    islâmiyetin görünmiyen, herkesin bilemediği inceliklerine de uyanlara verilir.
    Peygamberliğin üstünlükleri demek, Peygamberlik demek değildir. Evliyâlık
    derecelerinin hepsini geçip, sonuna varanların keşfleri ve ilhâm olunan
    bilgilerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin Nasslardan, yâni Kitap ve sünnetten
    anlayıp bildirdikleri bilgilere tâm uygun olur. Evliyâlıkta ilerlemenin yarısı
    yükselmek, yarısı da inmektir. Çok kimse, yalnız yükselmeyi evliyâlık sanmış,
    inişe de, Peygamberlik üstünlükleri demişlerdir. Hâlbuki, bu iniş de, yükseliş
    gibi, evliyâlıktır. Evliyâlıkta cezbe ve sülûk vardır. Bu ikisi, evliyâlığın
    iki temel direğidir. Peygamberlik üstünlükleri için, bu ikisi lâzım değildir.
    Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk makamıdır. Kulluk makamının üstünde,
    hiçbir makam yoktur. Velîler Hakka doğrudurlar. Peygamberlikte, hem Hakka, hem
    de halka doğru olup, birbirine engel olmaz. Evliyânın nefsleri mutmainne olmuş
    ise de, bedendeki maddelerin ihtiyaç ve istekleri vardır.


    Evliyâlık, beş derecedir. Her biri, beş latîfeden birinin
    yükselmesidir. Her biri, Ulül'azm Peygamberlerden birinin yoludur. Birinci
    derecesi Âdem aleyhisselâmın yoludur. Evliyâlığı birinci derecede olan bir
    Peygamberin evliyâlığı, beşinci derecede olan bir Velînin evliyâlığından daha
    kıymetlidir. Evliyâlığın (Vilâyet-i hâssa) denilen en yüksek derecesine
    kavuşabilmek için, nefsin fânî olması lâzımdır. (Ölmeden önce ölünüz!) emri,
    bu fânîliği göstermektedir. Evliyâlık, yâ hâssa [husûsî] olur veya umûmî olur. (Vilâyet-i
    hâssa),
    Muhammed aleyhisselâmın evliyâlığıdır. Onun ümmetinden, ona tâm
    tâbi olan evliyâ da bu vilâyete kavuşabilir. Bu vilâyet, tâm fena ve olgun
    bekâdır. Burada nefis fânî olmuş, Allahü teâlâdan râzı olmuştur. Allahü teâlâ
    da, ondan râzıdır. Evliyâlığın yüksekliği, beş latîfenin derecesine, sırasına
    göre değildir. En yüksek derecedeki (Ahfâ) latîfesinin evliyâlığına
    kavuşmak, öteki derecelerde bulunan Evliyâdan daha yüksek olmayı göstermez. Evliyâlığın
    üstünlüğü, asla yakınlık ve uzaklıkla ölçülür. Kalb denilen aşağı derecedeki
    latîfenin evliyâlığına kavuşmuş bir Velî, asla daha karîb [yakın] olunca, ahfâ
    latîfesinde bulunan, fakat o kadar yakın olmıyan Velîden daha üstün olur.
    Muhammed aleyhisselâmın evliyâlığına kavuşan Velî, geri dönmekten korunmuştur.
    Yâni bulunduğu dereceyi kaybetmez. Öteki Velîler, korunmuş değildirler,
    tehlikededirler. Evliyâlık, yalnız kalbin ve ruhun fânî olması ile hâsıl
    olabilir. Fakat, bunların fânî olmaları için, öteki üç latîfenin de fânî
    olmaları lâzımdır. Evliyânın evliyâlığına (Vilâyet-i sugrâ) denir.
    Peygamberlerin evliyâlığına (Vilâyet-i kübrâ) denir. Vilâyet-i sugrânın
    sonu, enfüsteki ve âfâktaki ilerlemenin sonuna kadardır. Vilâyet-i sugrâda,
    vehmden ve hayâlden kurtuluş yoktur. Vilâyet-i kübrâda vehmden ve hayâlden
    kurtuluş vardır. Vilâyet-i sugrâ, beş latîfenin, arşın dışındaki asllarını
    geçtikten sonra başlayıp, bu aslların da aslları olan, Allahü teâlânın
    sıfatlarının zıllerini, görünüşlerini geçince, biter. Vilâyet-i sugrâ âfâkta ve
    enfüste, yâni insanın dışındaki ve içindeki mahlûklarda olur. Yâni zıllerde,
    görünüşlerde olur. Bunda sona erenler, (Tecellî-yi berkî)ye, yâni şimşek
    gibi çakıp geçen tecellîlere kavuşurlar. Vilâyet-i kübrâ, bu tecellîlerin [görünüşlerin]
    aslında olur. Allahü teâlâya yakın olan ilerlemedir. Peygamberlerin evliyâlığı
    böyledir. Burada, tecellîler, dâimîdir. Vilâyet-i sugrâ, (cezbe) ile (sülûk)dür.
    Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak için, sülûk, yâni çalışarak ilerlemek, kalbin
    zikretmesi ve murâkaba ve râbıta ile olur. Peygamberlik kemâlâtında ilerlemek
    ise, Kur'an-ı kerim okumakla ve namaz kılmakla olur. Bundan sonra ilerlemek
    için hiçbir sebebin te'sîri yoktur. Ancak, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile
    olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, islâmiyetten dışarı çıkamaz. İslâmiyete
    uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet dereceleri yıkılır. Bundan da yukarı
    yükselmek, muhabbet ile, sevmek ile olur. Lutf ve ihsân başkadır. Aşk ve
    muhabbet başkadır. Peygamberlerin evliyâlığı bile Peygamberlik üstünlükleri
    yanında aşağıdadır. (Vilâyet-i Muhammediyye), bütün Peygamberlerin
    vilâyetlerini kendisinde toplamıştır. Peygamberlerden birinin vilâyetine
    kavuşmak, bu (Vilâyet-i hâssa)nın bir parçasına kavuşmaktır. Velînin
    inişi çok olunca, üstünlüğü de çok olur. Velînin bâtını, yâni kalbi ve ruhu ve
    öteki latîfeleri zâhirinden, yâni duygu organlarından ve aklından ayrılmıştır.
    Zâhirinin gâfil olması, bâtınına ulaşamaz. Hiçbir Velî, hiçbir Peygamberin
    derecesine ulaşamaz. Bir Velî, bir bakımdan, bir Peygamberin üstünde olabilir.
    Fakat, her bakımdan, bu Peygamber, bu Velîden daha üstündür. Velî, küçük günah
    işliyebilir. Fakat, hemen tevbe eder ve velîlik derecesinden atılmaz. Tasavvuf
    yolunda aranılan şey, fenanın ve bekânın, tecellîlerin ve zuhûrların, şühûd ve
    müşâhedenin, söz ve mânanın, ilim ve cehlin, ism ve sıfatın, vehm ve aklın
    ötesindedir.


    Mürşid yâni Rehber, insanı Allahü teâlânın rızasına,
    sevgisine kavuşturan vâsıtadır. Talebe rehberini ne kadar çok severse, Onun
    kalbinden feyz alması da, o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, Resûlullahın
    mübârek kalbinden çıkıp, mürşidlerinin kalbleri vâsıtası ile, kendi kalbine
    gelen feyzleri neşreden bir vâsıtadır. Maksat, Allahü teâlâdır. Mürşid-i kâmil,
    emme basma tulumba gibidir. Kalb makamına inmiş olup, kendi mürşidinden aldığı
    feyzleri, marifetleri, talebesine ulaştırır. Rehberini inciten veya inanmıyan,
    hidâyete kavuşamaz. [Bunun için vehhâbîler, Allahü teâlânın feyzlerinden,
    marifetlerinden mahrumdurlar.] Rehberini incitenden kalbin kırılmazsa, köpek
    senden daha iyidir, buyurmuşlardır. Rehberine inanmakta, güvenmekte sarsıntı
    olursa, feyz alamaz. Bu sarsıntının ilâcı yoktur. Rehberden feyz almak için
    teveccüh olmaksızın, yalnız onu sevmek yetişir. Rehber ile bulunanların,
    îmanları kuvvetlenir. İslâmiyete uymak isteği hâsıl olur. Rehberin sözleri,
    hâlleri, hareketleri, ibâdetleri hep islâmiyete uygundur. Ona uyan, onu
    dinliyen, Resûlullaha uymuş olur. Böyle olmıyan kimse, rehber olamaz.


    [Doğru yolda olmayıp, sözde rehber geçinenler, talebesini
    doğru yoldan saptırır. Zararlı olurlar.]


    Tasavvuf, Resûlullahın izinde bulunmaktır.İnsanların
    yaratılışlarına göre, ayrı yollar hâsıl olmuştur. Tasavvuf, ihlâsı arttırmak
    içindir. Tasavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Rehber, oniki imam ve Abdülkâdir-i
    Geylânî ve bunlar gibi olanlardır.


    Allahü teâlâya kavuşturan yol ikidir: Nübüvvet yolu, Vilâyet
    yolu. Nübüvvet yolunda rehber lâzım değildir. Bu yol asla kavuşturur. Vilâyet
    yolunda rehber lâzımdır. Nübüvvet yolunda, fena, bekâ, cezbe ve sülûk gibi
    şeyler yoktur. Vilâyet yolunda ilerlemek için herşeyi [dünyayı ve âhıreti]
    unutmak lâzımdır. Gönlün bunlara bağlı olmaması lâzımdır. Nübüvvet yolunda
    âhıreti unutmak lâzım değildir. Tasavvuf, îmanı kuvvetlendirmek ve islâmiyete
    uymakta kolaylık duymak içindir. Tarîkat ve hakîkat, şeriatin hizmetcileridir.
    Tarîkat, mahlûkları yok bilmektir. Hakîkat, Allahü teâlâyı var bilmektir.
    Birincisi, herkesten kaçıp, bir yere kapanmak demek değildir. Emr-i mâruf,
    nehy-i münker, cihâd ve sünnetlere uymaktır. (Mektûbât)dan tercüme
    burada tamam oldu.


    Hiçbir islâm âlimi benim kerâmetim var, dilediklerinize
    kavuştururum dememiştir. Kerâmetlerini örtmeye çalışmışlardır. İslâm dînini,
    Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin bilgilerini yaymaya uğraşmışlardır.
    Kitabın müellifi, sapıkların, münâfıkların, zındıkların yanlış, bozuk sözlerini
    ve câhil müslümanların bilmiyerek yaptıkları yanlış hareketleri yazarak, islâm
    âlimlerine, tasavvuf büyüklerine saldırmakta, doğru yoldaki müslümanlara iftirâ
    etmektedir. Yalanlarına, âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri de âlet etmek
    çabasındadır. Bu ise, sapıklığın en aşağı, en iğrenç ve en kötü bir örneğidir.
    Hiçbir islâm âlimi, levhil-mahfûzu bilirim dememiştir. Allahü teâlâ, dilediği,
    sevdiği, seçtiği kuluna, gaybden bilgi verir. Kerâmetler ihsân eder. Fakat
    bunlar, bu kerâmetleri kimseye söylemez. Kendileri, istemeden hâsıl olur.


    Münâfıkların, fâcirlerin, hak sözü de söyliyecekleri hadis-i
    şerifte bildirildi. Bu hadis-i şerif, mezhepsizlerin âyet-i kerimeler ve
    hadis-i şerifler söyliyerek, müslümanları aldatacaklarını haber vermektedir.
    Allahü teâlâ, sevdiklerinin duâlarını kabûl edeceğini söz veriyor. Müslümanlar
    da, Allahü teâlânın bu vaadine güvenerek, islâmiyete uyan, Resûlullahın izinde
    giden, islâm âlimlerinin duâlarının kabûl olacağına inanıyorlar. Bu mübârek insanlara,
    kendilerine duâ ve şefaat etmeleri için yalvarıyorlar.


    Fâtiha sûresinde, (Yalnız Allahdan yardım isteriz) dememiz
    emrolundu. Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, Allahü teâlâdan başka hiçbir mahlûk,
    hiçbirşey yaratamaz. Allahdan başkasından birşey yapmasını istiyen, müşrik
    olur. Kitabın müellifi, insanları ölü ve diri olarak ikiye ayırıyor. Ölüden ve
    uzakta olandan birşey istiyen müşrik olur. Yanında bulunan diriden maddî yardım
    istemek câizdir diyor. Böylece, Fâtiha sûresine karşı gelmektedir. Kur'an-ı kerimi
    değiştirmektedir. Çünkü, bu âyet-i kerime, yanında bulunan diriden de birşey
    yapması istenilemiyeceğini, Allahdan başka kimsenin birşey yaratamıyacağını
    bildirmektedir. Bunun için, böyle söyliyenlerin müşrik olmaları lâzım
    gelmektedir.


    Hâlbuki, herşeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır.
    Fakat Allahü teâlâ, herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Böyle olduğunu âyet-i
    kerimeler, hadis-i şerifler ve günlük olaylar açıkça gösteriyor. Câhiller de,
    âlimler gibi, böyle olduğunu bilmektedir. Bunun için, dünya hayatına (Âlem-i
    esbâb)
    denilmiştir. Birşeye kavuşmak için, o şeyin yaratılmasına sebep olan
    işi yapmak lâzımdır. Birşeyin sebebine yapışmak, Fâtiha sûresine karşı gelmek
    olmaz. Hadis-i şeriflerde, (Herşeye kavuşmak için yol vardır. Cennetin yolu
    ilimdir)
    ve (Mağfirete kavuşmanın sebebi, müslümanı sevindirmektir) ve
    (Mağfirete kavuşturan sebeplerden biri, aç olan müslümanı doyurmaktır) ve
    (Biz müşrikten yardım istemeyiz) ve (İlm öğretmek, büyük günahların
    afvına sebebdir)
    ve (Her hastalığın ilâcı vardır) ve (Hâfızasını
    kuvvetlendirmek istiyen, bal yisin!)
    ve (Şarap içmek kötülüklere
    sebebdir)
    buyuruluyor. Hadis-i şerifler, Allahü teâlânın, herşeyi sebepler
    ile yarattığını göstermektedir. Allahü teâlâ, Kehf sûresinde, (Zülkarneyne
    herşeyin sebebini öğrettim)
    buyurdu.


    Mukaddemede bildirdiğimiz gibi, canlı, cânsız, yakın, uzak,
    herşey, bir olaya, bir reaksiyona sebebdirler. Cansızların ve hayvanların bir
    kimseye faydalı sebep olmaları için, o kimsenin bunları akla uygun olarak
    kullanması lâzımdır. İnsanın birşeye sebep olması için, önce sebep olmayı kabûl
    etmesi, sonra bir iş yapması veya duâ etmesi lâzımdır. İnsanın birşeye sebep
    olmayı kabûl etmesi de, buna lüzûm olduğunu kendiliğinden anlaması ile veya
    kendisinden taleb edilmesi ile olur. Kitabın yazarı, cânsızların ve
    hayvanların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacaklarına, Ehl-i sünnet olan
    müslümanlar gibi inanıyor. Bu sebeplere yapışmaya şirk demiyor. Bu sebeplerden
    beklenen şeyleri Allahü teâlânın yaratacağına inanıyor. Diri ve yanında bulunan
    insanın yardım talebini işittiği zaman, bunun duâ ile yardım edeceğine de
    inanıyor. Uzakta olanın ve ölülerin ise, hem işitmelerine, hem de duâ ile
    yardım edeceklerine inanmıyor.


    Görülüyor ki, vehhâbî yazar, Ehl-i sünnet gibi, sebeplerin
    yaratıcı olmadıklarına inanmaktadır. Böylece müşrik olmaktan kurtulmaktadır.
    Fakat uzakta bulunanın ve ölünün duyduklarına ve ölünün duâ edeceğine ve
    duâlarının kabûl olacağına inanmadığı için, Ehl-i sünnetten ayrılıyor. Ehl-i
    sünnete, bunlara inandıkları için müşrik diyor. Uzakta olanların ve ölülerin
    işittiklerini ve sâlihlerin duâlarının kabûl olacağını yirmidördüncü maddede
    isbât ettik. Hadis-i şeriflerde, (Din kardeşine arkasından yapılan duâ red
    olmaz)
    ve (Mazlumun duâsı kabûl olur) ve (Ümmetimin günah
    işlemiyen gençlerinin duâları kabûl olur)
    ve (Babanın oğluna duâsı,
    Peygamberin ümmetine duâsı gibidir)
    ve (Duâ belâyı def' eder) buyuruldu.
    Yukarıdaki hadis-i şeriflerin hepsi, (Künûz-üd-dekâık) kitabından
    alındı.


    (Tenbîh-ül-gâfilîn) kitabındaki hadis-i şeriflerde, (Bir
    müslüman duâ edince, elbet kabûl olur)
    ve (Bir lokma haram yiyenin kırk
    gün duâsı kabûl olmaz)
    buyuruldu. (Bostan)daki hadis-i şerifte, (Bismillâhillezî
    lâ yedurru me'asmihi şey'ün fil erdı ve lâ fisemâi ve huves-semî'ul alîm
    duâsını sabah, üç kere okuyan kimse, akşama kadar, akşam okuyan da, sabaha
    kadar belâdan kurtulur)
    buyuruldu. Bu hadis-i şerifler, Sâlihlerin,
    Velîlerin duâlarının kabûl olacağını göstermektedir. Kitabın müellifi, baştan
    başa her yerinde, buna saldırıyor. Allahü teâlânın sevdiklerine yalvarmaya şirk
    diyor. Allahü teâlânın sevdiklerine yalvarmak, bunların sebep olmalarını
    istemek, Allahü teâlânın düşmanı olan putlara yalvarmaya, putların
    yaratmalarını istemeye benzetilebilir mi? Hak ile bâtıl birbirlerine
    karıştırılır mı? Allahü teâlâ, vehhâbîlere ve bütün mezhepsizlere akıl versin,
    insâf versin, doğru yola getirsin! Müslümanları bu felaketten kurtarsın!


    Bu felaketi ortaya çıkaran kimse, islâm dîninde büyük bir
    yara açtı. Şimdi, câhiller, islâm memleketlerine zehir saçıyorlar.
    Müslümanların, bunlara aldanmamaları için, islâmiyeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin
    kitaplarından doğru olarak öğrenmeleri lâzımdır. İslâmiyeti doğru olarak
    öğrenenler, vehhâbîlerin yalanlarına, yaldızlı yazılarına aldanmazlar. Onların
    sapık, bölücü olduklarını, müslümanları bölmeye çalıştıklarını anlarlar.
    Vehhâbîliğin kurucusu, Muhammed bin Abdülvehhâb, genç yaşında iken, Basrada,
    Hempher isminde bir ingiliz câsûsunun tuzağına düştü. İslâmın doğru îmanından,
    temiz ahlâkından ayrıldı. İngilizlerin (İslâmiyeti yok etmek) çalışmalarına
    âlet oldu. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile
    neşreyledi. (İngiliz câsûsunun itirafları) kitabımızda, vehhâbîliğin
    kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Mehdî (Deccâl)ı öldürdükten sonra,
    Mekkeye, Medîneye giderek, binlerle vehhâbî din adamını kılınçtan geçireceği
    hadis-i şerifte açıkça bildirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, bu hadis-i şerifi (Mektûbât)da
    uzun açıklamaktadır. Bunlar, Ehl-i sünnete, doğru yoldaki müslümanlara
    saldıracakları yerde, kâfirlere ve sapık fırkalara saldırsalardı, islâmiyete
    hizmet etmiş olurlardı. Ne yazık ki, islâmiyeti yıkanlara, islâmiyete hizmet
    etmek nasip olmuyor.


    Büyük islâm âlimi imam-ı Kastalânînin [Ahmed Kastalânî 923
    [m. 1517] de Mısrda vefât etti.] (Mevâhib-i ledünniyye) kitabının
    tercümesi, beşyüzonbirinci sayfasında diyor ki: Allahü teâlânın bu ümmete ikrâm
    ettiği kerâmetlerden birisi, bu ümmet arasında Kutblar, Evtâd ve Nücebâ ve
    Ebdâl vardır. Enes bin Mâlik buyurdu ki, (Ebdâl) kırk kişidir. İmâm-ı
    Taberânînin (Evsat) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte buyuruyor ki, (Yeryüzünde,
    her zaman kırk kişi bulunur. Herbiri, İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir.
    Bunların bereketi ile yağmur yağar. Biri ölünce, Allahü teâlâ, onun yerine
    başkasını getirir).
    İbni Adî buyuruyor ki, (Ebdâl, kırk kişidir). İmâm-ı
    Ahmedin bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Bu ümmette, her zaman otuz
    kimse bulunur. Herbiri, İbrâhîm aleyhisselâm gibi bereketlidir).
    Ebû
    Nu'aymın (Hilye) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim
    içinde, her yüz senede iyiler bulunur. Bunlar beşyüz kişidir. Kırkı ebdâldir.
    Bunlar, her memlekette bulunurlar)
    buyuruldu. Bunları bildiren, daha nice
    hadis-i şerifler vardır. Yine (Hilye) kitabında, Ebû Nu'aymın merfû'
    olarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında her zaman kırk kişi
    bulunur. Bunların kalbleri, İbrâhîm aleyhisselâmın kalbi gibidir. Allahü teâlâ,
    onların sebebi ile, kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl denir. Bunlar,
    bu dereceye namaz ile, oruç ile ve zekât ile yetişmediler)
    buyuruldu. İbni
    Mes'ûd sordu ki, yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye vardılar? (Cömerdlikle ve
    müslümanlara nasihat etmekle yetiştiler)
    buyurdu. Bir hadis-i şerifte, (Ümmetim
    içinde ebdâl olanlar hiçbirşeye lânet etmezler)
    buyuruldu. Hâtib-i Bağdâdî
    [Ahmed Hatîb Bağdâdî 463 [m. 1071] de vefât etti.] (Tarih-i Bağdat) kitabında,
    (Nükabâ) üç yüz kişidir. (Nücebâ) yetmiş kişidir. (Büdelâ) kırk
    kişidir. (Ahyâr) yedi kişidir. (Amed) dörttür. (Gavs)
    birdir. İnsanlara birşey lâzım olsa, önce Nükabâ duâ eder. Kabûl olmazsa,
    Nücebâ duâ eder. Yine kabûl olmazsa, Ebdâl, daha sonra Ahyâr, sonra Amed duâ
    ederler. Kabûl olmazsa Gavs duâ eder. Bunun duâsı elbet kabûl olur, dedi.


    Görülüyor ki yazar, hadis-i şeriflerde bildirilen tasavvuf
    bilgilerini inkâr ediyor. Sonra, biz âyetlere, hadislere uyuyoruz diyerek,
    müslümanları aldatıyor.


    Kerâmetleri inkâr etmek, islâmiyetten haberi olmamağı ve çok
    câhil olmayı açıkça göstermektedir. Eshâb-ı kirâm hiç kerâmet göstermedi demek
    de, alçakça ve çok çirkin bir yalandır. Eshâb-ı kirâmdan herbirinin yüzlerce
    kerâmetlerini kıymetli kitaplar yazmaktadır. Yûsüf-i Nebhânînin (Câmi'-ul-kerâmât)
    kitabında ellidört Sahâbînin kerâmetleri, vesikaları ile birlikte arabî
    yazılıdır. Bunlardan birkaçını bildirelim:


    (Câmi'ul-kerâmât)ın doksanüçüncü ve (Kısas-ı
    enbiyâ)
    kitabının beşyüzseksendokuzuncu sayfalarında diyor ki, hicretin
    yirmiüçüncü senesinde, Sâriye adındaki kumandan Nehâvendde bir ovada savaşa
    tutuşmuştu. Îrânlılar, müslümanları sarmak üzere idi. O zaman, Hz. Ömer,
    Medîne-i münevverede, minber üzerinde hutbe okuyordu. Allahü teâlâ, ona, o ânda
    ordunun durumunu gösterdi. Hutbe arasında (Ey Sâriye dağa, dağa!) dedi.
    Halîfenin sesini, Sâriye işitti. Dağa arka verdiler. Ovaya hücûm ederek düşmanı
    bozguna uğrattılar. Bu kerâmet, (Şevâhid-ün-nübüvve) kitabında uzun
    anlatılmaktadır. (İrşâd-üt-tâlibîn) kitabında da vardır. Beyhekînin ibni
    Ömerden haber verdiği burada yazılıdır.


    Muhammed Mâsum Fârûkî, (Mektûbât) kitabının üçüncü
    cildi ondokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, Osman halîfe iken, Enes bin Mâlik
    yanına geldi. Yolda bir kadın görmüştü. Hz. Osman, buna bakınca, (gözlerinde
    zinâ eseri anlaşılıyor) buyurdu. Bu da, Hz. Osmanın kerâmetlerinden biri idi. (Câmi'-ul-kerâmât)da
    da yazılıdır.


    Molla Câmî, (Şevâhid-ün-nübüvve)de buyuruyor ki,
    imam-ı Ahmed bin Hanbelden sordular. Eshâb-ı kirâm çok kerâmet göstermedi.
    Onlardan sonra gelenlerde çok kerâmet göründü. Bunun sebebi nedir? Cevabında
    buyurdu ki, Eshâb-ı kirâmın îmanları çok kuvvetli olduğundan, îmanı
    kuvvetlendirmek için, bunlara kerâmet verilmesine lüzûm yoktu. Sonra gelenlerin
    îmanları öyle kuvvetli olmadığından, bunlara verildi.


    (Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Ebû Bekr vefât
    edeceği zaman, çocuklarını Hz. Âişeye ısmarladı. Bir oğlum ile iki kızım sana
    emânet dedi. Hâlbuki, Hz. Âişeden başka, yalnız Esmâ adında bir kızı vardı.
    Benim bir kızkardeşim var diye sorunca, refîkam hâmiledir. Kızı olacak sanırım
    buyurdu. Hz. Ebû Bekr vefât ettikten sonra, dediği gibi, bir kızı oldu.


    (Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Ali vefât edeceği
    zaman Hüseyne buyurdu ki, benim tabutumu (Arneyn) denilen yere götürünüz.
    Orada, beyaz bir kaya görürsünüz. Her yere ışık saçmaktadır. Orayı kazıp, beni
    defnediniz. Öyle yaptılar. Dediği gibi buldular.


    (Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Hz. Hasen, Abdüllah
    bin Zübeyr [Abdüllah bin Zübeyr 73 [m. 692] de şehit edildi.] ile yola
    çıkmıştı. Bir hurmalıkta dinlendiler. Ağaçlar kurumuştu. Abdüllah bin Zübeyr,
    ağaçta hurma olsaydı, iyi olurdu dedi. Hz. Hasen, duâ etti. Bir ağaç hemen
    yeşerip hurma ile doldu. Bu bir sihirdir denildi. Hasen, hayır, Resûlullahın
    torununun duâsı ile cenâb-ı Hak yaratmıştır, buyurdu.


    Yine (Şevâhid-ün-nübüvve)de diyor ki, Ali
    Zeynel'âbidîn bin Hüseyn çoluk çocuğu ile kırda yemek yiyorlardı. Bir ceylân
    yakınlarında durdu. Ey âhû! Ben Zeynel'âbidîn Ali bin Hüseyn bin Ali, anam
    Fâtıma bint-i Resûldür. Gel, sen de yi dedi. Ceylân gelip yidi ve gitti.
    Sofradaki çocuklar, yine çağır diyerek yalvardılar. Birşey yapmazsanız
    çağırırım buyurdu. Yapmayız dediler. Yine çağırdı. Geldi, yidi. Bir çocuk elini
    hayvanın sırtına sürdü. Ürküp kaçtı.


    Muhammed bin Hanefiyye, Ali bin Hüseyne ben senin amcan ve
    yaşça büyüküm. Halîfeliği bana bırak dedi. (Hacer-ül-esved)den soralım
    dedi. Muhammed sordu. Taştan ses çıkmadı. Ali bin Hüseyn, ellerini kaldırıp duâ
    etti. Sonra, ey taş! Halîfelik kimin hakkı olduğunu Allah hakkı için söyle
    dedi. Hacer-ül esved taşı titredi ve hilâfet Ali bin Hüseynin hakkıdır sesi
    işitildi.


    İmâm-ı Ali Rıza, bir duvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş
    gelip ötmeye başladı. İmâm hazretleri, yanında oturana bu kuş ne diyor anlıyor
    musun dedi. Hayır, Allah ve Resûlü ve Resûlünün torunu bilir dedi. Yuvama yılan
    yaklaştı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar diyor. Kuş ile
    git! Yılanı bul, öldür buyurdu. Gitti, buyurduğu gibi buldu. [İmâm-ı Ali Rıza
    oniki İmâmın sekizincisi olup, 203 [m. 818] senesinde Tus yâni Meşhed şehrinde
    vefât etmiştir.]


    Abdüllah ibni Ömer yolculuk yapıyordu. Yolda, bir topluluk
    gördü. Sebebini sordu. Yolda bir arslan varmış. Kimse ileriye gidemiyor
    dediler. Gitti. Arslanın yanına vardı. Sırtını okşayıp, yoldan uzaklaştırdı.


    Resûlullahın âzâd etmiş olduğu kölelerinden Sefîne diyor ki,
    deniz yolcusu idim. Fırtına çıktı. Gemi battı. Bir tahta üstünde kaldım.
    Dalgalar, beni sâhile götürdü. Bir orman içine düştüm. Karşıma bir arslan
    çıktı. Ey arslan! Ben, Resûlullahın Sahâbîsiyim dedim. Boynunu büktü. Bana
    sürtündü. Yol gösterdi. Ayrılırken mırıldandı. Vedâ' ettiğini anladım.


    Eyyûb-i Sahtiyânî, [Eyyûb-i Sahtiyânî 131 [m. 748] de
    Basrada vefât etti.] bir arkadaşı ile çölde kalmıştı. Arkadaşının susuzluktan
    dili sarkıyordu. Derdin mi var dedi. Susuzluktan ölmek üzereyim dedi. Kimseye
    söylemezsen sana su bulayım dedi. Söylemem diye yemin etti. Ayağını yere
    vurunca, su belirdi, içtiler. Eyyûb ölünciye kadar arkadaşı bunu kimseye
    söylemedi.


    Görülüyor ki, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler
    ihsân etmektedir. Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını
    istemezler.


    Hâmid-i Tavîl diyor ki, Sâbit Benânîyi kabre koyup örterken
    bir tuğla düştü. Sâbit Benânînin kabirde namaz kıldığını gördük. Kızına sorduk.
    Babam elli sene hep gece namaz kılar ve seher vakitleri duâ ederek, yâ Rabbî!
    Peygamberlerden başka kullarına kabirde namaz kılmak nasip ettin ise, bana da
    nasip et derdi, dedi.


    Habîb-i Acemiyi Terviye günü Basrada, ertesi arefe günü
    Arafâtta görürlerdi. [Habîb-i Acemi, Hasen-i Basrînin talebesidir. 120 [m. 737]
    de vefât etti.]


    Fudayl bin İyâd [Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etti.]
    diyor ki, gözleri kör biri, Abdüllah bin Mübârek hazretlerine gelip, gözlerinin
    açılması için duâ etmesini istedi. Abdüllah, uzun duâ etti. Gözleri hemen
    açıldı. Gözleri açılmış görenler çok idi. [Abdüllah bin Mübârek, İmâm-ı a'zamın
    talebesidir. 181 [m. 797] de vefât etti.]


    (Şevâhid-ün-nübüvve) kitabından aldığımız yukarıda
    yazılı, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin kerâmetleri mezhepsizlerin yalan söylediklerini
    ortaya koymaktadır. Eshâb ve Tâbiîn hiç kerâmet göstermediler diyerek,
    müslümanları aldatmak istiyorlar. [(Şevâhid-ün-nübüvve) kitabını
    Nûrüddîn Câmî yazmış, 898 [m. 1492] de, Hirâtta vefât etmiştir.]

    Ehî-zade Abdülhalîm 1013 [m. 1604] de vefât etmiştir. (Riyâdüssâdât
    fî-isbât-il-kerâmât)
    kitabında, Evliyânın vefâttan sonra da kerâmetleri
    olduğunu isbât etmektedir.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:59 am

    19- Evliyâ kerâmet satarmış. Velî ile zındıkları karıştırıyor. Buna Muhamme Ma'sûm
    hazretlerinden cevâb verildi.


    19 - Kitabın üçyüzüncü sayfasında, (Kerâmet, Allahü teâlânın müttekî olan müminlere ihsân
    ettiği bir şeydir. Duâ veya ibâdet edince ihsân eder. Velînin dileği ve gücü
    ile olmaz. Ben Velîyim, gaybleri bilirim diye ortaya çıkanlar, Velî değildir,
    şeytandırlar)
    diyor.


    Kitabın müellifi, burada doğruyu inkâr edememektedir. Fakat,
    Evliyânın kerâmet sattığını söylemesi yalandır. Evliyâyı ve tasavvufu inkâr
    etmek için, yalan söylemekten çekinmemektedir. Evliyâlığı ve kerâmeti bilmediği
    için, zındıkların, dinsizlerin bozuk, iğrenç sözlerini tasavvuf büyüklerine
    bulaştırıyor. Bakınız, tasavvuf büyükleri, evliyâlığı ve kerâmeti, nasıl
    açıklamışlardır. Büyük islâm âlimi, Evliyânın önderi, Muhammed Mâsum (Mektûbât)
    kitabının birinci cildi, ellinci mektûbunda buyuruyor ki:


    Allahü teâlâyı tanımak, keşf ve kerâmet sahibi olmaktan daha
    kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâya ârif olmak, Onun zâtındaki ve sıfatlarındaki
    gizli bilgileri anlamak demektir. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkların gizli
    bilgilerini anlamaktır. Allahü teâlâyı tanıyıp marifet hâsıl etmek ile, hârika,
    kerâmet arasındaki fark, Hâlık ile mahlûk arasındaki fark gibidir. Marifet,
    Allahü teâlâyı tanımaktır. Hârika ve kerâmet ise, mahlûkları tanımaktır. Doğru
    olan marifetler, îmanı arttırır, olgunlaştırır. Hârika ve kerâmet, böyle
    değildir. İnsanın yükselmesi, kerâmete bağlı değildir. Şu kadar var ki, Allahü
    teâlânın çok sevdiği kullarından birçoğunda kerâmet hâsıl olmuştur. Evliyânın
    birbirlerinden üstünlükleri, Allahü teâlâya olan mânevi kurbları, marifetleri
    ile ölçülür. Kerâmetleri ile ölçülmez. Hârikalar, kerâmetler, marifetten daha
    kıymetli olsalardı, Cûkıyye ve Berehmen denilen Hind papazlarının, Evliyâdan
    daha üstün olmaları lâzım gelirdi. Çünkü onlar, riyâzet çekerek nefsin
    isteklerini yapmıyorlar. Böylece, kendilerinden hârika hâsıl oluyor. Evliyâda
    ise, kurb, marifet hâsıl olmuştur. Hârika hâsıl olmasını istemezler. Allahü
    teâlâyı tanımak varken, mahlûkları tanımak istemezler. Hârika ve kerâmet,
    açlıkla ve riyâzet ile, her alçak kimsede hâsıl olabilir. Bunun Allahü teâlâya
    karîb olmakla, tanımakla bir ilgisi yoktur. Keşf ve kerâmet istemek,
    mahlûklarla uğraşmak demektir.


    İnsanın kemâli, yüksekliği, fenaya kavuşmak, her şeyi
    gönülden çıkarmaktır. İbâdetleri yapmak, tasavvuf yolunda yürümek ve nefse
    riyâzet çektirmek, insanın kendi hiçliğini anlaması ve varlığın ve varlık
    sıfatlarının yalnız Allahü teâlâya mahsûs olduğunu anlaması içindir. Bir kimse,
    kerâmet göstererek, herkesi yanına toplamak, böylece başkalarından daha üstün
    tanınmak isterse, kibir yapmış, kendini beğenmiş olur. İbâdetlerin, seyr ve
    sülûkün ve riyâzet çekmenin faydalarından mahrum olur. Allahü teâlânın
    marifetine kavuşamaz. Tasavvuf büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî (Avârif-ül-me'ârif)
    kitabında buyuruyor ki, kerâmetler, kalbin Allahü teâlâyı zikretmesi
    yanında hiç kalır. [Şihâbüddîn Sühreverdî, Abdülkâdir Geylânînin talebesidir.
    632 [m. 1234] de Bağdâdda vefât etti.] Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Hirevî
    buyuruyor ki, marifet sahibi olanların firâseti, yâni kerâmeti, Allahü teâlânın
    marifetine kavuşmaya elverişli olup olmıyan kalbleri birbirlerinden
    ayırabilmektir. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti ise, mahlûkların gizli
    şeylerini haber vermektir. Bunlar, Allahü teâlânın marifetine kavuşamazlar.
    Marifet sahibi olan Evliyâ hep Allahü teâlâdan sözederler. İnsanlar,
    mahlûkların gizli şeylerini haber verenleri Velî sanırlar.


    [Nitekim, kitabın müellifi de, Evliyâ deyince, böyle
    kimseleri düşünmekte, bu aşağı kimseleri örnek vererek, islâm âlimlerini,
    tasavvuf büyüklerini kötülemektedir.]


    Evliyâ-yı kiramın Allahü teâlânın marifetlerinden
    söylediklerine inanmazlar. Bunlar Velî olsalardı, mahlûkların gizli şeylerini
    bilirlerdi. Mahlûkların gizli şeylerini bilemiyen, Allahı hiç bilemez derler.
    Bu bozuk düşünce ile, Evliyâya inanmazlar. Allahü teâlâ, Evliyâsını çok sevdiği
    için, bunları mahlûklarla uğraşmaya bırakmaz. Mahlûkları bunların hâtırlarına
    bile getirmez. Allah adamları, mahlûklara düşkün olanları beğenmedikleri gibi,
    mahlûklara düşkün olanlar da, Allah adamlarını tanıyamaz ve beğenmezler. Allah
    adamları, mahlûkların gizli şeylerini düşünürlerse, başkalarından daha iyi
    anlar.


    Riyâzet çekenlerin ve mücâhede yapanların firâsetleri
    kıymetsiz olduğu için, müslümanlarda, yahudilerde, hıristiyanlarda ve her çeşit
    insanda hâsıl olabilir. Yalnız Allah adamları için değildir. Şeyh-ul islâm
    Hirevînin sözü burada tamam oldu. [Abdüllah-i Ensârî, 481 [m. 1088] de Hirâtta
    vefât etti.]


    Allahü teâlâ, faydalı olacağı zaman, Evliyâsının hârika
    göstermesini diler. Marifetleri işiten kötü kimselerin, bunları söyliyerek,
    kendilerini Evliyâ imiş gibi göstermeleri, bu marifetleri lekeliyemez. Cevher
    çöplüğe düşerse, kıymetten düşmez.


    Tasavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Feyz Rehber vâsıtası ile
    gelir. Rehber doğru değilse, yol bulunamaz. Eshâb-ı kirâm Resûlullahın sohbeti
    bereketi ile, tasavvufun yüksek derecelerine vardılar. Ellinci mektûbdan
    tercüme tamam oldu.


    Ellibirinci mektûbda buyuruyor ki, (Zâriyât) sûresinin
    ellialtıncı âyetinde meâlen, (Cinni ve insanları bana ibâdet etmeleri için
    yarattım)
    buyuruldu. Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, bu âyet-i kerimeden
    (Beni tanımaları için yarattım) anlamışlardır. İyi düşünülürse, iki anlayış da
    birdir. Çünkü, ibâdetlerin en iyisi, zikir yapmaktır. Zikrin en yüksek
    derecesi, zikrolunanı düşünmekten, kendini unutmaktır. Bu ise, marifet
    demektir. Görülüyor ki, ibâdetin en yüksek derecesinde marifet hâsıl
    olmaktadır. Âyet-i kerimede, nefis ve şeytan karışmadan, ihlâs ile ibâdet
    yapılması emrolunmaktadır. Bu da, fenaya kavuşmadan ve marifetsiz yapılamaz.
    Görülüyor ki, marifetsiz ibâdet hâlis olamaz.


    İmâm-ı rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî Serhendî
    (Mektûbât)ın ikinci cildinin doksan ikinci mektûbunda buyuruyor ki:
    Velînin [yâni, Allahü teâlânın râzı olduğu, sevdiği kimsenin] kerâmet
    göstermesi şart değildir. Âlimlerin hârika ve kerâmet göstermeleri lâzım
    olmadığı gibi, Evliyânın da, kerâmet ve hârika göstermeleri lâzım değildir.
    Çünkü, evliyâlık, (Kurb-i ilâhî) demektir. [Yâni, Allahü teâlâya
    yaklaşmak, Ona ârif olmak, Onu tanımak demektir. İkiyüzaltmışaltıncı mektûbda
    diyor ki, (Zâriyât) sûresinde, (Cinni ve insanları, bana ibâdet
    etmeleri için yarattım)
    meâlindeki âyet-i kerime, bana ârif olmaları için
    yarattım demektir. Görülüyor ki, insanın ve cinnin yaratılmaları, Allahü
    teâlâya marifet hâsıl etmeleri içindir. Onu tanımakla kemâl bulmaları içindir.]


    Bir insana kurb-ı ilâhî ihsân olunur. Fakat hiç kerâmet
    verilmez. Meselâ, gayb olan şeyleri bilmez. Bir başkasına, hem kurb, hem de
    kerâmet verilir. Bir üçüncüye ise, kurb verilmeyip, yalnız hârika şeyler, gayblardan
    haber vermek ihsân olunur. Bu üçüncü kimse, Velî değildir. İstidrâc sahibidir.
    Nefsinin cilâlanması, gaybleri bilmesine sebep olmuş, dalâlete düşmüş, hak
    yoldan ayrılmıştır. Birinci ve ikinci kimseler, kurb nîmetine kavuşmakla
    şereflenerek, Evliyâ olmuşlardır. Evliyânın birbirlerinden yükseklikleri,
    kurblarının derecesi ile ölçülür.


    Muhammed Mâsum-ı Fârûkî 1079 [m. 1668] senesinde,
    Hindistânın Serhend şehrinde vefât etti. (Mektûbât)ının ikinci cildinin
    yüzkırkıncı mektûbunda buyuruyor ki: (Hadis-i kudsîde, (Evliyâmdan birine
    düşmanlık eden, benimle harp etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler
    arasında bana en sevgili olanları, ona farz ettiğim şeylerdir. Kulum nâfile
    ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince,
    onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Her
    istediğini veririm. Benden yardım isteyince, imdâdına yetişirim)
    buyuruldu.
    [Bu hadis-i kudsî (Hadîka)nın yüzseksenikinci sayfasında de yazılıdır ve
    (Buhârîyi şerif) de mevcut olduğunu bildirmekte ve (Burada zikrolunan
    nâfileler, farzlarla berâber yapılan nâfilelerdir. Bu kulumun gözüne, kulağına,
    eline, ayağına öyle kuvvet veririm ki, başkalarının yapamadıklarını ihsân
    ederim demektir) buyurmaktadır. Bu ihsâna kavuşabilmek için, Ehl-i sünnet
    îtikatında olmak ve ibâdetleri şartlarına uygun olarak ve ihlâs ile yapmak
    lâzımdır. Bu doğru îtikat ve ibâdetlerin şartları ve ihlâs da, ancak Ehl-i
    sünnet âlimlerinin sohbetlerinden ve kitaplarından elde edilir. Hulâsa, insanı
    Allahü teâlânın rızasına kavuşturan (Vesîle), Ehl-i sünnet âlimleridir.
    Bu âlimlere (Mürşid) ve (Velî) denir. Bu vesîleyi, yâni mürşidi
    arayıp bulmamızı Allahü teâlâ Mâide sûresinde emretmektedir.] Farzların kurb
    hâsıl etmeleri için ve terakkî ettirmeleri için, âmâl-i mukarribînden olmaları
    lâzımdır. Bunun için de mürşidlerin bildirdikleri nâfile ibâdetleri yapmak
    şarttır. Namaz için, önce abdest almak lâzım olduğu gibi, farzların da kurb
    hâsıl etmeleri için, önce tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Kalb ve ruh,
    tasavvuf [mütehassıslarının, yâni Rehberin bildirdiği vazîfeyi yapmak] ile
    temizlenmedikce, farzların kurbuna kavuşulamayıp, Velî olmak şerefi hâsıl
    olamaz.)


    Hadis-i şerifte, (Unutulmuş bir sünnetimi ihyâ edene yüz
    şehit sevabı vardır)
    buyuruldu. Unutulmuş sünneti ihyâ etmek, yâ onu
    yapmakla olur. Yâhut, hem yapmak, hem de başkalarına öğreterek, onların da
    yapmalarına sebep olmakla olur. İslâmiyeti ihyâ etmenin bu ikinci şekli, âlâ
    şeklidir. Umûmî olan birinci şekilden daha kıymetlidir. [Sünneti âlâ şekilde
    ihyâ edenlere, yâni Ehl-i sünnet îtikatını, farzları, haramları, sünnetleri,
    mekruhları, kısacası (İlmihâl) kitaplarını yazanlara, yayanlara ve
    bunlara para yardımı yapanlara ve kendileri de bunlara tâbi olanlara müjdeler
    olsun!]


    Allahü teâlânın rızasına kavuşmak ve kurb derecelerinde
    ilerlemek, ancak sünnete [yâni Resûlullahın yoluna] yapışmakla olur. Âl-i İmrân
    sûresinin otuzbirinci âyeti olan, (Onlara de ki, Allahı seviyorsanız, bana
    tâbi olunuz! Allah da sizi sever)
    meâlindeki emr, bu sözümün vesikasıdır.
    [Hadis-i şerifteki sünnet kelimesinin islâmiyet, yâni bütün ahkâm-ı islâmiyye
    demek olduğunu bu âyet-i kerime açıkça göstermektedir.]


    Bid'atten çok sakınmalıdır. Bid'at sahibi ile arkadaşlık
    etmemeli, onunla görüşmemelidir. [Yâni îtikadı bozuk olan müslümanlarla, mezhepsizlerle
    ve bid'at işliyenlerle konuşmamalıdır. Meselâ, sakalı bir tutamdan kısa
    yaparak, sakal bırakmak sünnetini yerine getirdiğini söylemek, bid'attir.
    Çünkü, (sakalı çok uzatmak) emrolundu. Bu emrin, bir tutamdan kısa yapmayınız
    demek olduğu (Berîka)da ve başka kitaplarda yazılıdır. Bir tutam demek,
    sakalı alt dudak kenârından avuçlayıp, avuçtan taşan fazlasını kesmektir.
    Bid'at, emrolunmıyan şeyi veya emri değiştirerek, ibâdet olarak yapmak
    demektir. Emri yapmamak, bid'at olmaz. Fısk, günah olur. Fâsık, ibâdet
    yaptığına değil, suçlu olduğuna inanmaktadır. Özrsüz sakal kazımak, bid'at
    değildir, fısktır, suçtur. Özr ile kazımak, fısk da değildir. Bid'at işlemek,
    en kötü fısktır. Adam öldürmekten de daha büyük günahtır. Hoparlör ile ibâdet
    yapmak, çalgı ile, ney ile Kur'an, salevât ve ilâhî okumak ve böyle zikir
    yapmak da bid'attir. Bazı bid'atler, küfre sebep olurlar. Bid'at işliyen ve
    başkalarının işlemesine sebep olan kimseyi din adamı sanmamalı, ona birşey
    sormamalı, onun din kitaplarını okumamalıdır.]


    Hadis-i şerifte, (Bid'at sahipleri, Cehennemdekilerin
    köpekleridir)
    buyuruldu.


    Muhammed Mâsum-i Fârûkî ikinci cildin yüzonüçüncü mektûbunda
    buyuruyor ki: Kalb ile yapılacak vazîfeler beş çeşittir: Birincisi, Allahü
    teâlânın ismini zikretmektir. İnsanın yüreğinde kalb [gönül] denilen bir latîfe
    vardır. [Latîfe, maddesi olmıyan, cism olmıyan şey demektir. Ruh da bir
    latîfedir.] Sessiz olarak, hayâl ile kalbde Allah, Allah denir. İkinci vazîfe,
    yine hayâl yolu ile Kelime-i tevhîdi zikretmektir. Her iki zikirde de hiç ses
    çıkarılmaz. Üçüncü vazîfe, (Vukûf-i kalbî)dir. Bu da, hep kalbini
    düşünüp, Allahdan başka, hiçbir şey hâtırlamamak için dikkatli olmaktır. Kalb
    denilen latîfe hiç boş kalamaz. Mahlûkların düşüncelerinden temizlenen kalb,
    kendiliğinden Allahü teâlâya teveccüh eder. [Boşaltılan bir şişeye havanın
    kendiliğinden dolması gibidir.] (Kalbini düşmandan boşalt! Dostu kalbe
    çağırmaya lüzûm kalmaz) demişlerdir. Dördüncü vazîfe, (Murâkaba)dır.
    Buna (Cem'ıyyet) ve (Âgâhî) de denir. Allahü teâlânın, her an, herşeyi
    gördüğünü, bildiğini hep düşünmektir. Beşinci vazîfe (Râbıta)dır.
    Resûlullaha tam uyan bir zâtın karşısında olduğunu, onun yüzüne baktığını
    düşünmektir. Böyle düşünmek, ona karşı hep edebli olmayı sağlar. Edeb ve sevgi,
    kalbleri birleştirir. O zâtın kalbinden, kendi kalbine feyz, bereket akmasına
    sebep olur. Bu beş vazîfeden en kolayı, en faydalısı râbıtadır. Resûlullaha tâm
    tâbi olmıyan kimse, kendisine râbıta yaptırırsa, ikisine de zarar verir.


    İmâm-ı Rabbânî, birinci cildin ikiyüzseksenaltıncı mektûbunda
    buyuruyor ki: Tasavvuf yolunda ilerlemek için, kâmil ve mükemmil, yolu bilen
    bir Rehberin teveccühü, rehberlik etmesi lâzımdır. Böyle hakîkî bir Rehber
    bulmak, çok büyük nîmettir. Ona isti'dâdına uygun olan bir vazîfe verir.
    İsti'dâdına göre, hiç vazîfe vermeyip, yalnız sohbetinde bulunmasını kâfî
    görmesi de câizdir. Onun hâline uygun gördüğünü emreder. Rehberin sohbeti ve
    teveccühü, diğer vazîfelerden daha faydalıdır.


    Beş vazîfe ve Rehberin sohbeti, Resûlullaha uymağı
    kolaylaştırmak içindir. İslâmiyete uyulmadıkca, bu vazîfeler ve sohbet fayda
    vermez.

    Yukarıda bildirilen çeşidli mektûblardan anlaşılıyor ki, insanların birinci vazîfesi,
    Allahü teâlânın kurbuna, yâni marifetine, rızasına, sevgisine kavuşmaktır.
    Bunun da tek yolu, Resûlullaha uymak ve bid'atlerden sakınmaktır. Resûlullaha
    kolay ve doğru uyabilmek için ihlâs lâzımdır. İhlâs ile yapılmıyan ibâdetler
    faydalı olmaz. Kabûl edilmez. Kurb nîmetine kavuşturmaz. İhlâs elde etmek de,
    tasavvuf yolunda çalışmakla nasip olur. Görülüyor ki, tasavvufun bildirdiği
    vazîfeleri yapmak, ibâdetlerin ihlâs ile yapılması ve kabûl olması içindir.
    Makbûl olan ibâdetler de, insanı Allahü teâlânın kurbuna, marifetine, rızasına
    kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, sohbet ve râbıta vazîfelerini yaparak,
    ihlâsın en üstün derecesine kavuştular. Onların bir avuç arpa sadaka
    vermelerinin kıymeti, başkalarının dağ kadar altın vermelerinden katkat ziyâde
    oldu. Görülüyor ki, tasavvuf yolu, bid'at değildir. İslâm dîninin temellerinden
    biridir. Eshâb-ı kirâm, tasavvuf yolunda bulunan vazîfeleri yapmışlar, bu
    sâyede, bu ümmetin en üstünleri olmuşlardır.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 11:01 am

    21- Mezheb imâmlarına uymak sapıklık imiş.

    21 - (Feth-ul-mecîd)
    kitabının üçyüzseksenbeşinci sayfasında, (Din imamlarının ictihâd
    yapmaları câizdir. Çıkardıkları hükmleri, delîlleri ile yazarlar. Bir kimse,
    eline geçen delîle, yâni âyete ve hadise uymayıp, imamının hükmüne uyarsa, bu
    kimse sapık olur. İmâm-ı Mâlik ve Ahmed ve Şâfi'î de böyle söyledi)
    diyor.


    Ehl-i sünnetin bu üç büyük imamı ve hattâ imam-ı a'zam Ebû
    Hanîfe, bunu müctehid olan derin âlimler için söylediler. Bir müctehid, bir
    âyet-i kerime ve hadis-i şerif görünce, bu delîle uyar. Hiçbir müctehidin ve
    kendinin ictihâdlarına uyamaz. Çünkü, âyetin veya hadisin açıkça bildirdiği bir
    iş için ictihâd yapmak câiz değildir.


    (Berîka) üçyüzyetmişaltıncı sayfada diyor ki,
    (Bizler, müctehid değiliz. Bize (Mukallid) denir. Bizim gibi mukallidler
    için, delîl, senet, fıkh âlimlerinin, yâni müctehidlerin sözleridir. Bildiğimiz
    âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, bunların sözlerine uymaz görünürlerse,
    onlara değil, bunların sözlerine uymamız lâzımdır. Bunlar, onları görmemiş veya
    görmüşler de anlıyamamışlar demek câiz olmaz). Yazar, Ahmed ibni Teymiyyeyi
    [İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda öldü.] ve talebesi ibni Kayyım-ı
    Cevziyyeyi müctehid biliyor. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden
    bunların anladıklarına uyup, din imamlarımızın ictihâdlarını beğenmiyor.
    Hâlbuki, kendisinin de yukarıda bildirdiği gibi, din imamlarımız ictihâd
    buyurdukları hükmleri bildirirken, dayandıkları âyet-i kerimeleri ve hadis-i
    şerifleri birlikte yazmışlardır. Kitabın müellifi, din imamlarına uyan Ehl-i
    sünneti, Allahü teâlânın kitabını bırakıp da, papalarına, hahamlarına uyan
    hıristiyanlara ve yahudilere benzetiyor. Müslümanlara müşrik diyecek kadar
    alçaklaşıyor. Kendisi, müctehid olmıyan câhillere, Ehl-i sünnet âlimlerinin
    büyüklüklerini anlıyamıyanlara uyduğu için, kendisinin dalâlette olduğunu
    anlıyamamaktadır. Eğer anlıyabilseydi, ne güzel olurdu. İbni Âbidîn, Tahâreti
    anlatmaya başlarken diyor ki, (Müctehidlerin delîllerini, senetlerini,
    mukallidlerin araştırmaları, anlamaları lâzım değildir). Vehhâbî yazar, buna da
    inanmıyor. Mu'âz hadisini yazıyor. Hâlbuki, bu hadis-i şerif, onun sapık
    inanışlarını çürütmektedir. Memleketinin îcâbı olarak arabî dilini iyi
    bildiğinden, her sözünü isbât etmek için bir çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif
    yazıyor. Aklı ermediği, mantık ve muhakemesi olmadığı için, vesika sanarak
    yazdığı âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin, kendi savunmalarının bozuk,
    çürük olduğunu açığa vurduğunu anlıyamıyor. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin
    talebesine karşı (Âyeti, hadisi alınız! Benim sözümü bırakınız) buyurduğunu da
    yazıyor. Müctehidler için söylenmiş olan bu sözlerin, bizim gibi ve İbni
    Teymiyye, İbni Kayyım, Muhammed Abdüh [Abduh 1323 [m. 1905] de Mısrda öldü.] ve
    Seyyid Kutb [Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda öldürüldü.] ve Mevdûdî gibi
    mukallidler için de olduğunu sanıyor. Bunların bir mezhep imamının kitaplarını
    okuyup öğrenmeleri ve mezhep imamına uyarak saadete kavuşmaya çalışmaları
    lâzımdır.


    Üçyüzdoksanüçüncü sayfada, (Münâfıkları Allahü teâlâya ve
    Resûlüne çağırırsanız, yüzçevirirler, gelmezler),
    âyet-i kerimesini
    yazarak, Ehl-i sünneti bu münâfıklara benzetiyor. (Ehl-i sünnete âyet, hadis
    gösterilince, bunlardan yüz çevirip mezhep imamlarına uymakta ısrâr ediyor,
    müşrik oluyorlar)
    diyor.


    Burada da, Ehl-i sünnet olan müslümanlara iftirâ etmektedir.
    Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları yanlış, bozuk mânalara
    inanmadığımız için, bize doğru yoldan ayrıldı diyor. Buna deriz ki, biz bu
    âyet-i kerimelerden yüz çevirmiyoruz. Bu âyet-i kerimelere değil, sizin bunlara
    verdiğiniz yanlış mânalara uymayız. Bu âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin
    mânaları, sizin anladığınız gibi değildir. Bunların doğru mânalarını
    Peygamberimiz Eshâb-ı kirâma anlattı. (Ehl-i sünnet) âlimleri de Eshâb-ı
    kirâmdan sorup öğrendiler. Anladıklarını, kitaplarına yazdılar. Açık
    bildirilmiş olanlarını açık olarak yazdılar. Kapalı bildirilmiş olanlarını da,
    ictihâd buyurup anladıkları gibi açıkladılar. Biz o büyük âlimlerin anlayıp
    yazdıklarına uyuyoruz. Mezhepsizlerin yanlış anladıklarına uyarak aldanmak
    istemiyoruz. Kitaptan ve sünnetten ayrılan, bizler değil, sensin diyoruz.


    (Üsûl-ül-erbe'a fi-terdîd-il-vehhâbiyye) kitabının
    dördüncü aslında, fârisî olarak buyuruyor ki, islâm dîninin hükmlerini biz
    câhillere derin âlimler ve olgun sâlihler bildirdi. Bunlar, (Muhaddisler) ve
    (Müctehidler)dir. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri incelemişlerdir.
    Doğru olanlarını ayırmışlardır. Müctehidler de, âyet-i kerimelerden ve hadis-i
    şeriflerden ahkâm çıkarmışlardır. Biz, ibâdetlerimizi ve bütün işlerimizi bu
    ahkâma uygun olarak yaparız. Resûlullahın zamanından çok uzak olduğumuz ve
    nassların nâsih ve mensûh olanlarını ve muhkem (mânası açık) ve müevvel (mânası
    açık olarak anlaşılamıyan) olanlarını ve birbirine uymaz görünenlerinin uygun
    olduklarını anlıyamadığımız için, bir müctehidi taklîd etmemiz lâzımdır. Çünkü
    müctehid, Resûlullahın zamanına yakın olduğu için ve derin âlim ve çok takvâ
    sahibi ve hükm çıkarmakta mehâret sahibi olduğu ve hadis-i şeriflerin
    mânalarını iyi anladığı için, onun anladığına uymaktan başka çâre yoktur. Böyle
    olmıyan bir kimsenin Nasslardan, yâni Kitaptan ve sünnetten hükm çıkarmasının
    câiz olmadığını, mezhepsizlerin çok büyük âlim dedikleri İbni Kayyım Cevziyye
    [Muhammed ibni Kayyım 751 [m. 1350] de vefât etti.] (İ'lâm-ül-mukî'în) kitabında
    bildirmektedir. (Kifâye) kitabında diyor ki, (Âmî olan [yâni, müctehid
    olmıyan] kimse, bir hadis-i şerif işitince, bundan kendi anladığına göre iş
    yapması câiz olmaz. Belki, onun anladığından başka mâna verilmesi Îcap eder.
    Yâhut mensûh olabilir. Müctehidin fetvâsı ise, böyle şüpheli değildir.) (Tahrîr)
    şerhi olan (Takrîr)de de böyle yazılıdır. Bunda, (Mensûh olabilir)
    dedikten sonra, (Fıkh âlimlerinin bildirdiklerine uyması lâzımdır) demektedir.
    Seyyid Semhûdî, (İkt-i ferîd) kitabında diyor ki: Hanefî âlimlerinin
    büyüklerinden İbn-ül-Hümâm, [İbnülhümâm Muhammed 861 [m. 1456] da vefât etti.]
    İmâm-ı Ebû Bekr-i Râzînin, (Avâmın Eshâb-ı kirâmı taklîd etmekten men
    edilmelerini ve bunların sonra gelen âlimlerin kolay anlaşılan, kısmlara
    ayrılmış olan ve açıklamaları yapılmış olan sözlerine uymaları lâzım olduğunu,
    derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir) sözünü haber vermiştir. 1119 [m.
    1707] senesinde vefât etmiş olan Muhibbullah Bihârî Hindînin (Müsellem-üs-sübût)
    kitabında ve bunun (Fevâtih-ur-rahemût) şerhinde, (Avâmın Eshâb-ı
    kirâmı taklîd etmekten men olunmalarını ve bunların, islâmiyeti açıklıyan,
    sözleri kolay anlaşılan, kısmlara ayırmış olan âlimlere uymaları lâzım olduğunu
    derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Takıyyüddîn Osman ibnüs-Salâh
    Şehir-i zûrî 577 [m. 1181]-643 [m. 1243], dört imamdan başkasını taklîd etmenin
    câiz olmadığını buradan çıkarmıştır) demektedir. (Şerh-i minhâc-ül-üsûl)de
    diyor ki, (İmâm-ül-Haremeyn, (Burhân) kitabında, avâm Eshâb-ı kirâmın
    mezheplerine uymamalıdır. Din imamlarının, yâni dört mezhep imamının
    mezheplerine tâbi olmalıdırlar demektedir). [İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik
    Nişâpûrî Şâfi'î 478 [m. 1085] de vefât etti.]


    İslâm âlimlerinin yukarıda yazılı icmâ'larına uymıyanların sapık
    oldukları anlaşılır. Çünkü, Eshâb-ı kirâm cihâd ile, islâmiyeti yaymak ile
    uğraştıkları için, tefsîr ve hadis kitapları hazırlamaya vakit bulamadılar.
    Resûlullahın nûru, Onların mübârek kalblerine o kadar çok işledi ki, kitaptan
    öğrenmeye ihtiyaçları kalmadı. Herbiri, bu nûrun kuvveti ile, doğru yolu
    bulurdu. Asırların en iyisi [olan birinci asır] bitince, fikirlerde, bilgilerde
    ayrılıklar hâsıl oldu. Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbiînden nakledilen haberler,
    birbirlerine uymaz oldu. Hak yolu arıyanlar şaşırdılar. Allahü teâlâ, lutf
    ederek, bu ümmet-i merhûme arasından sâlih, müttekî dört âlimi seçti.
    Nasslardan hükm çıkarmak üstünlüğünü bunlara ihsân eyledi. Bunları taklîd
    ederek bütün müslümanların hidâyete kavuşmalarını diledi. Bunları taklîd etmeyi
    Nisâ sûresinin ellisekizinci âyetinde emretti. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Ey
    îman edenler! Allaha itaat ediniz ve Resûle itaat ediniz ve Ülül-emrinize itaat
    ediniz!)
    buyurdu. Burada Ülül-emr, ictihâd derecesine yükselmiş olan
    âlimler demektir. Böyle âlimler de, herkesin bildiği dört büyük imamdır. Yâni
    meşhûr olan dört mezhebin imamlarıdır. Bu âyet-i kerimedeki Ülül-emr denilen
    üstün kimselerin, müctehidler olduğunu, Nisâ sûresinin seksenikinci âyeti
    açıkça bildirmektedir. Bu âyet-i kerimede, (Ülül-emr, Nasslardan ahkâm
    çıkarabilen âlimlerdir)
    denilmektedir. Bazıları, Ülül-emr, hâkimler,
    vâlîler demektir dedi. Bu söz, nasslardan ahkâm çıkarabilen hâkimlerdir demek
    ise, doğrudur. Bunlar, âlim oldukları için, Ülül-emrdirler. Hâkim oldukları
    için değil! Dört halîfe ve Ömer bin Abdülazîz böyle idi. Câhil, fâsık veya
    kâfir olan emîrler böyle değildir. Çünkü, hadis-i şerifte, (Hiçbir kimsenin,
    günaha sebep olan sözüne itaat edilmez!)
    buyuruldu. [Fakat, kanûnlara karşı
    gelmek, hükûmete isyân etmek, hiçbir zaman câiz değildir. Müslümanlar, her
    zaman hükûmeti desteklemelidir. Hükûmet zayıflarsa, fitne, ihtilâl hâsıl olur.
    Bunlar ise, en kötü hükûmetten daha fenadır.] Lokman sûresinin onbeşinci
    âyetinde meâlen, (Bilmediğin birşeyi bana şerîk yapmaklığın için
    uğraşırlarsa, onların bu emirlerine itaat etme!)
    buyuruldu. Hadis-i şerif,
    Ülül-emrin ne demek olduğunu açıkça bildirmektedir. Abdüllah Dârimînin
    bildirdiği hadis-i şerifte, (Ülül-emr, fıkh âlimleridir) buyuruldu.
    İmâm-ı Süyûtî (İtkân) ismindeki tefsîrinde, ibni Abbâsın (Ülül-emr, fıkh
    ve din âlimleridir) dediğini yazmaktadır. (Tefsîr-i kebîr)in üçüncü
    cildinin üçyüzyetmişbeşinci sayfasında ve imam-ı Nevevînin [Yahyâ Nevevî 676
    [m. 1277] de Şâmda vefât etti.] (Müslim şerhi) ikinci cildinin
    yüzyirmidördüncü sayfasında ve (Me'âlim) ve (Nişâpûrî)
    tefsîrlerinde de yazılıdır. Âyet-i kerimelerin ve hadis ve tefsîr âlimlerinin
    bu açık beyanları, müctehidlere itaat etmek lâzım olduğunu gösterdiği gibi,
    mezhepsizlerin (Allahdan ve Peygamberden başkasına itaat etmek şirk ve
    bid'attir) sözlerinin bozuk ve saçma olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu konuda
    birçok hadis-i şerif ve haberler de vardır. Bunlardan:


    I - Resûlullah, Mu'âz bin Cebeli Yemene hâkim olarak
    gönderirken, (Orada nasıl hükm edeceksin?) buyurunca, Allahın kitabı ile
    dedi. (Allahın kitabında bulamazsan?) buyurdu. Allahın Resûlünün sünneti
    ile dedi. (Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?) buyurunca, ictihâd
    ederek, anladığımla dedi. Resûlullah, mübârek elini Mu'âzın göğsüne koyup, (Elhamdü
    lillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü, Resûlullahın rızasına uygun eyledi)
    buyurdu.
    Bu hadis-i şerif, Tirmüzîde ve Ebû Dâvüdda ve Dârimîde yazılıdır. Ülül-emrin
    müctehid demek olduğunu ve buna itaat edenden Resûlullahın râzı olduğunu, bu
    hadis-i şerif açıkça göstermektedir.


    II - Ebû Dâvüdün [Süleymân Ebû Dâvüd Sicstânî 275 [m. 888]
    de Basrada vefât etti.] ve İbni Mâcenin bildirdikleri hadis-i şerifte, (İlm
    üçtür: Âyet-i muhkeme, Sünnet-i kâime ve Farîdat-i âdile)
    buyuruldu. (Eşi'at-ül-leme'ât)
    ismindeki (Mişkât) şerhi, bu hadis-i şerifi, fârisî olarak
    açıklarken, (Farîda-i âdile, Kitaba ve sünnete uygun ilimdir. İcmâ'a ve Kıyâsa
    işarettir. Çünkü, İcmâ' ve Kıyâs, Kitaptan ve Sünnetten çıkarılmaktadır. Bunun
    için, İcmâ' ve Kıyâs, Kitaba ve Sünnete muâdil ve müsâvî tutuldu ve Farîda-i
    âdile denildi. Böylece, ikisi ile amel etmenin vâcib olduğu tenbîh buyuruldu.
    Hadis-i şerifin mânası, dînin kaynağı dörttür: Kitap, Sünnet, İcmâ' ve Kıyâs
    demek oldu) demektedir.


    III - Ömer-ibnül-Hattâb, Şüreyhi kâdı olarak gönderirken,
    (Allahın kitabında açık olarak bildirilene bak. Bunu başkasından sorma! Burada
    bulamazsan Muhammed aleyhisselâmın Sünnetine tâbi ol! Burada da bulamazsan,
    ictihâd et ve anladığına göre cevap ver!) buyurdu.


    IV - Hz. Ebû Bekre davâcı gelince, Allahü teâlânın kitabına
    bakardı. Burada bulduğuna göre hükm ederdi. Burada bulamazsa, Resûlullahdan
    işittiğine göre cevap verirdi. İşitmemiş ise, Eshâb-ı kirâmdan sorup, Onların
    icmâ'ı ile hükm ederdi.


    V - Abdüllah ibni Abbâsa birşey sorulunca cevabını Kur'an-ı
    kerimde bulup, cevap verirdi. Kur'an-ı kerimde bulamazsa, Resûlullahdan
    işittiğini söylerdi. İşitmemiş ise, Ebû Bekr ile Ömere sorardı. Cevap alamaz
    ise, kendi re'yi ile bulup hükm ederdi.


    Şimdi, Müctehid âlimlere sormak, dört mezhep imamlarına
    sormak demek olduğunu açıklıyalım! Eshâb-ı kirâmın asrından ve ondan sonraki
    asırda n, bu zamana kadar, bütün müslümanlar, bu dört imamı taklîd etmişler.
    Bunlara itaat etmekte icmâ hâsıl olmuştur. (Ümmetim dalâlet olan birşeyde
    icmâ yapmaz!)
    ve (Allahü teâlânın rızası, icmâ'dadır. Cemaatten ayrılan,
    Cehenneme gider)
    hadis-i şerifleri, bu icmâ'ın sahih olduğunu açıkça
    göstermektedir.


    Dört imamı taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren ikinci
    vesika, İsrâ sûresinin yetmişbirinci âyetidir. Bu âyet-i kerimede, (O gün,
    her fırkayı imamları ile çağırırız!)
    buyurulmaktadır. Kâdı Beydâvî, bu
    âyet-i kerimenin tefsîrinde, (Her ümmeti kendilerine reîs yaptıkları
    Peygamberleri ve dinde uydukları kimselerin ismleri ile çağırırız) dedi. (Medârik)de
    de böyle yazılıdır. (Me'âlim-üt-tenzîl) tefsîrinde (İbni Abbâs, kendilerini
    dalâlete veya hidâyete sürükliyen devlet reîsleri ile çağrılır dedi. Sa'îd bin
    Müseyyib [Sa'îd bin Müseyyib 91 [m. 710] da Medînede vefât etti.] ise, her
    kavm, kendilerini hayra ve şerre sürükliyen reîslerinin yanına toplanırlar
    dedi) demektedir. Tefsîr-i Hüseynîde ve (Ruh-ul-beyan)da (Mezhebinin
    imamı ile çağrılırlar. Meselâ, yâ Şâfi'î yâhut yâ Hanefî denilir) demektedir.
    Bundan anlaşılıyor ki, kâmil ve mükemmil olan imamlar kendilerine tâbi olanlara
    şefaat edeceklerdir. (Mîzân)da diyor ki, şeyh-ul-islâm İbrâhîm-ül-Lâkânî
    vefât edince, bazı sâlihler, bunu rü'yâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı
    dediler. (Suâl melekleri beni oturtunca, imam-ı Mâlik gelip böyle bir kimseye,
    Allahü teâlâya ve Resûlüne îmandan sorulur mu? Bunu bırakınız dedi. Beni bıraktılar)
    cevabını verdi. [İbrâhîm ibn-ül-Lâkânî, mâlikî kelâm âlimi olup, 1041 [m. 1632]
    de vefât etmiştir.] Yine (Mîzân) kitabında, (Tasavvuf büyükleri ve fıkh
    âlimleri, kendilerine tâbi olanlara şefaat ederler. Ruh teslim ederken ve
    kabirde Münker ve Nekîr suâl ederken ve Haşrda, Neşrde, Hesapta, Sırâtta
    yanında bulunurlar. Onu unutmazlar. Tasavvuf büyükleri, kendilerine tâbi
    olanları, bütün korkulu yerlerde kollayınca, müctehid imamlar korumaz olurlar
    mı? Bunlar, mezhep imamlarıdır. Bu ümmetin bekçileridirler. Sevin ey kardeşim!
    Dört mezhep imamlarından dilediğini taklîd et de saadete kavuş!). Görülüyor ki,
    kıyâmet günü, herkes mezhep imamının ismi ile çağrılacaktır. İmâm, kendisini
    taklîd edene, şefaat edecektir. Dört mezhep imamlarının herbiri böyle yüksek
    idi. Allahü teâlâ, Lokman sûresinin onbeşinci âyetinde, (Bana inâbet edenin
    yoluna tâbi ol!)
    buyurdu. Bu dört büyük imamın, Allahü teâlâya inâbet,
    rücû' etmiş oldukları sözbirliği ile bildirilmiştir.


    Taklîd etmenin vâcib olduğunu bildiren üçüncü delîl, Nisâ
    sûresinin yüzondördüncü âyet-i kerimesidir. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerimede
    meâlen, (Hidâyet yolunu öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp müminlerin
    yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme sokarız!)
    buyurmaktadır. İmâm-ı Şâfi'î hazretlerine İcmâ'ın delîl olduğunu gösteren
    âyet-i kerime hangisidir diye sordular. Kur'an-ı kerimi üçyüz kere okuyarak
    delîl aradı. Cevap olarak, bu âyet-i kerimeyi buldu. Bu âyet-i kerime,
    müminlerin yolundan ayrılmağı haram ettiği için, bu yola uymak vâcib olur.
    Nesefî Abdüllah, [Nesefî 710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât etti.] (Medârik) tefsîrinde,
    bu âyet-i kerimeyi açıkladıktan sonra, (İcmâ'ın delîl olduğunu ve Kitaptan,
    Sünnetten ayrılmak câiz olmadığı gibi, icmâ'dan ayrılmanın da câiz olmadığını
    bu âyet-i kerime göstermektedir) yazılıdır. (Beydâvî) [Beydâvî Abdüllah
    685 [m. 1286] da Tebrîzde vefât etti.] tefsîri de, bu âyet-i kerimeyi
    açıklarken, (Bu âyet, icmâ'dan ayrılmanın haram olduğunu gösteriyor. Müminlerin
    yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak vâcib olur) diyor. Bu ümmetin
    sâlihleri, âlimleri, (bir mezhebi taklîd etmek vâcibdir. Mezhepsiz olmak büyük
    günahtır) dediler. Âlimlerin bu sözbirliğinden ayrılmak, bu âyet-i kerimeden
    ayrılmak olur. Çünkü, Allahü teâlâ, İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz,
    insanlar için hayrlı ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder. Fena şeyleri men
    edersiniz)
    buyurdu. Bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğin fena olduğunu
    bildirdiler. Mezhepsiz olmayınız dediler. Bunun için, mezhepsiz olmak câizdir
    diyerek, âlimlerin bu sözlerinden ayrılan, bu âyet-i kerimeyi inkâr etmiş olur.


    Suâl: Kadyânîler [Ahmed Kadyânî 1326 [m. 1908] de
    Hindistânda öldü.] ve Niçerîler ve diğer mezhepsizler mümin değil midir?
    Bunlara uymak da, müminlerin yolunda olmak değil midir?


    Cevap: Bu mezhepsizlerin âlimleri, (Edille-i
    şer'ıyye)
    nin dört kaynağından yalnız ikisine uyduklarını söyliyorlar. Diğer
    ikisini kabûl etmiyorlar. Böylece, müslümanların çoğunun yolundan ayrılıyorlar.
    (Ehl-i sünnet vel-cemaat) yolundan sapıyorlar. Bunlara uymak, insanı
    Cehennemden kurtarmaz. (Şî'î)ler, (Hâricî)ler, (Mu'tezile),
    (Cebriyye)
    ve (Kaderiyye) fırkalarında olanlar da, kendi âlimlerine
    tâbi olduklarını söyliyorlar. Mezhepsizlerin, o fırkalara verdikleri cevapları,
    biz de mezhepsizlere cevap olarak söyleriz.


    Bir mezhebi taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren dördüncü
    delîl, Nahl sûresinin kırküçüncü ve Enbiyâ sûresinin yedinci âyet-i
    kerimesidir. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Bilmiyorsanız, zikir ehline
    sorunuz!)
    buyuruldu. Bu âyet-i kerime, ibâdetlerin ve işlerin nasıl
    yapılacağını bilmiyenlerin, bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir.
    Âyet-i kerimede, sorup öğrenmek herkesten ve din câhillerinden değil,
    âlimlerden sormak ve bilinmiyenleri sormak emrolunmaktadır. Bunun için, bir
    kimse, yapacağı şeyi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde arayamaz,
    bulamazsa, taklîd ettiği mezhebin müctehidinden sorup [yâhut mezhebin
    âlimlerinin kitaplarından okuyup] öğrenmesi lâzım olmaktadır. Sorup,
    öğrendiğine göre yapan kimse, o müctehidi (Taklîd) etmiş olur. Sormaz
    veya müctehidin sözüne uymaz, inkâr ederse, mezhepsiz olur.


    Âyet-i kerimede bildirilen (Zikir ehli) kimdir?
    Mezhep imamı demek midir? Yoksa, câhil din adamları mıdır? Bunun cevabını,
    hadis-i şerif bildiriyor: İbni Merdeveyh Ebû Bekr Ahmedin bildirdiği ve Enes
    bin Mâlikin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse namaz kılar, oruç
    tutar, hac ve gazâ eder. Fakat münâfıktır)
    buyurulunca, (Nifâkı nerden
    gelmiştir?) denildi. (İmâmına tân ettiği [beğenmediği] için
    münâfıktır. Onun imamı, zikir ehlidir)
    buyuruldu. [İbni Merdeveyh Isfehânî,
    410 [m. 1019] da vefât etti.] Bundan anlaşılıyor ki, âyet-i kerimedeki (Ehl-i
    zikr),
    Ülül-emr demektir. Ülül-emrin ne demek olduğu, birinci delîlde
    bildirilmişti. Sahih olan kavle göre, Ülül-emr, ulemâ-i râsihîn ve dört mezhebin
    imamlarıdır. (Ancak akıl sahipleri anlar) ve (Elbet akıl sahipleri
    anlar)
    ve (Ey akıl sahipleri, ibret alınız!) meâlindeki âyet-i
    kerimeler, dört mezhep imamlarının üstünlüklerini göstermektedirler. Biraz
    arabî, fârisî öğrenip, zâhidlerden, takvâ ehlinden ve Allah adamlarından feyz
    almamış olan ve Nasslara, yâni âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere kendi
    kısa görüşlerine göre mâna veren câhil ve sapıklar, mezhep imamlarının
    üstünlüklerinden çok uzaktırlar. Bu mezhepsizler, (Tefsîr ilminden haberi
    olmadan, Kur'an-ı kerime kendiliğinden mâna verenler, Cehennemde, ateşten
    kazıklara oturtulacaklardır)
    ve (Bir zaman gelecek, din âlimi
    kalmıyacak. Câhiller din adamı yerine geçirilerek, bilmeden fetvâ
    vereceklerdir. Bunlar, doğru yolda olmıyacak ve herkesi, doğru yoldan
    çıkaracaklardır)
    hadis-i şeriflerinde bildirilen sapıklardır. (Mişkât) kitabında,
    Câbir diyor ki, yolculukta, arkadaşlarımdan birinin başı yaralandı. Mıska
    yapmak câiz olur mu dedi. Câiz olmaz, başını yıka denildi. Yıkadı. Öldü.
    Medîneye gelince, Resûlullaha haber verdik. (Onun ölümüne sebep oldular.
    Allahü teâlâ da onları öldürsün. Bilmediklerini niçin sorup öğrenmediler?
    Cehlin ilâcı, sorup öğrenmektir!)
    buyurdu. Bu sahâbîler, daha çok
    bilenlerden sormadan, kendiliklerinden fetvâ verdikleri için, çok sert sözle
    karşılaşıp, kendilerine, (Allahü teâlâ, onları öldürsün!) buyurulunca,
    şimdi din adamı geçinen bir kimsenin islâm âlimlerinin kitaplarını okumadan,
    kendi boş kafası ve kısa görüşü ile Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere mâna
    vermeye kalkışmasına, böylece, müslümanların dinlerini, îmanlarını bozmasına ne
    denileceği meydandadır. Böyle kimseye, din, îman hırsızı demek yerinde olur.
    Allahü teâlâ, hepimizi böyle din hırsızlarının zararlarından muhâfaza buyursun!
    Âmîn. İbni Sîrin buyuruyor ki, (Dîninizi kimden öğrendiğinize dikkat ediniz!).
    [Muhammed ibni Sîrin, 110 [m. 729] da Basrada vefât etti.] Ebû Mûsel Eş'arî
    hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olduğu hâlde, Abdüllah bin Mes'ûdün
    yanında fetvâ vermekten çekinir. (Bu ilim deryasının yanında bana birşey
    sormayınız) derdi. Çünkü, Abdüllah ibni Mes'ûd, Ebû Mûsel Eş'arîden daha âlim
    idi. Fıkh bilgisi daha çok idi. İmâm-ı Şâfi'î, derin âlim olduğu hâlde, imam-ı
    a'zam Ebû Hanîfenin mezarı yanında iken, sabah namazında kunût okumağı ve rükü'dan
    kalkarken iki eli kaldırmağı terk ederdi. Bunun sebebini sorana, (O yüce imama
    olan edebim, huzurunda, Onun ictihâdına uymıyan iş yapmama mani oluyor)
    buyurmuştu. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, böyle büyük bir islâm âlimi idi. Onun
    büyüklüğünü anlıyabilmek için, imam-ı Şâfi'î gibi âlim olmak lâzımdır. Bu büyük
    âlim, İmâm-ı a'zamın kabirde diri olduğunu bilmiş, Onun huzurunda, Onun
    mezhebine uymıyan iş görmekten sakınmıştır. Evet, bu büyük imamlar fıkh ilminin
    mütehassısları idi. Buhârînin bildirdiği, (Allahü teâlâ, birine iyilikler
    vermek isterse, Onu fıkh âlimi yapar)
    hadis-i şerifindeki müjdeye
    kavuşmuşlardı. [İmâm-ı Muhammed Buhârî, hadis âlimlerinin reîsi olup, 256 [m.
    870] da Semerkandda vefât etmiştir.]


    Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, islâm ahkâmını, fıkh âlimlerinden,
    mezhebinin müctehidlerinden öğrenmek lâzımdır. Hadis-i şeriflerden ve tefsîrden
    öğrenmemelidir. (Herkes, bir iş için yaratılmıştır) hadis-i şerifi, bu
    sözümüzün vesikasıdır. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri inceleyip, sahihlerini
    ayırmak için yaratıldı. Tefsîr âlimleri, Kur'an-ı kerimin mânalarını doğru
    olarak anlayıp, bildirmek için yaratıldı. Bunların ikisi de, vazîfelerini
    yapmak için çok çalıştı. Maksadlarına kavuştular. Fıkh âlimleri de, Kur'an-ı
    kerimin ve hadis-i şeriflerin nasslarından ahkâm çıkarmak için yaratıldı. Bu
    büyük âlimler de, bu ilmin son noktasına kadar yükseldi. Bizim gibi câhillerin
    işini kolaylaştırdılar. Derin ilimleri ile ve Allahü teâlânın kendilerine
    vermiş olduğu takvâ yardımı ile, nassların birbirine uygunsuz görünen yerlerini
    birbirine uydurdular. Muhkem olanlarını, tevilli olanlarından ayırdılar. Sonra
    gelmiş olanlarını, önce gelmiş olanlarından, nâsih olanlarını mensûh
    olanlarından ayırdılar. İşte bunun için, bu ümmet-i merhûmenin hepsi,
    yeryüzünün her tarafında, bu büyükleri taklîd etmeye sarıldılar. Bu imamların
    izinde bulunmağı, islâm ahkâmının anahtarı bildiler. Bütün Âlimler, Fâdıllar,
    Sâlihler, Müttekîler, Velîler, Kutblar, Evtâd ve Allah yolunda olanların hepsi
    ve Resûlullahın âşıkları, kendilerini islâm ahkâmının bu önderlerine teslim
    etti. Hadis âlimlerinin ve tefsîr mütehassıslarının ve fıkh bilgisinde müctehid
    olan yüce imamların bilgilerinin biraraya toplanmasından (dîn-i islâm) meydana
    geldi. Bizim gibi câhillerin ve şaşkınların bu din büyüklerine iktidâ etmemiz
    [uymamız, tâbi olmamız] vâcibdir. Kurtuluş yolu, ancak bu imamların gösterdiği
    yoldur. Ancak bu yola uyanlar kurtulur. Nefslerine uyup, Kur'an-ı kerime ve
    hadis-i şeriflere kendi düşüncelerine göre mâna verenlere uyanlar felakete
    sürüklenir. En'âm sûresinin doksanıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ,
    onlara doğru yolu gösterdi. Onların yoluna iktidâ et!)
    buyuruldu.
    Kendilerine hidâyet verilenler, mezhepsizler değil, mezhep sahibi olan yüce
    imamlardır.


    Suâl: Kendilerine itaat etmemiz emrolunan Ülül-emr,
    müctehid olan imamlar olduğuna inandım. (Ehl-i zikr) denilen âlimler de
    bunlardır. Bunları taklîd etmemiz de vâcibdir. Bunların belli birini mi, yoksa
    hepsini mi taklîd etmek lâzım olduğu nerden anlaşılmaktadır? Bir işin dört
    imamdan herhangi birine uygun olması kâfî olur mu?


    Cevap: İki veya üç yâhut dört imamı birlikte taklîd
    etmek mümkün değildir. Çünkü, dört imamın ictihâdlarının birbirlerine uymadığı
    çok iş vardır. Bir işi yapmaya biri vâcib, diğeri ise haram demiştir. Meselâ,
    deriden kan çıkınca, İmâm-ı a'zam, abdest bozulur dedi. İmâm-ı Şâfi'î bozulmaz
    dedi. Erkeğin derisi, kadının derisine değince, imam-ı Şâfi'î, ikisinin de
    abdesti bozulur dedi. İmâm-ı a'zam ise, ikisinin de bozulmaz dedi. İmâm-ı Mâlik
    ile imam-ı Ahmed bin Hanbel arasında da böyle ihtilâflar vardır. Böyle
    ihtilâflı olan işlerde, meselâ İmâm-ı a'zama uysa, diğerlerine uymamış olur.
    Diğer imamlara uygun yapan da, bu işte İmâm-ı a'zama uymamış olur. Böyle bir
    işi, dört mezhebe de uygun yapmak imkânsız olduğu gibi, üç imama ve iki imama
    birlikte uyarak yapılamıyacak işler çoktur. Böyle [ihtilâflı] işler, ancak bir
    imama uyarak yapılabilir.


    Suâl: Bazı işleri bir imama uyarak, başka işleri de,
    başka bir imama uyarak, daha başkalarını da, üçüncü imama uyarak, başka işleri
    de, dördüncü imama uyarak yaparsak, dört imama da uymuş oluruz. Buna ne
    dersiniz?


    Cevap: Böyle yapmak, dîni oyuncak yapmak olur. Helâl
    ve haram ortadan kalkar. Bu ise, memnû'dur. Haramdır. Müslimdeki hadis-i
    şerifte, (Münâfık, iki koç arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider.
    Bir ötekine gider)
    buyuruldu. Buhârîdeki hadis-i şerifte de, (İnsanların
    kötüsü, iki yüzlü olanlardır. Bazılarına bir yüz ile, başkalarına, başka yüz
    ile görünür)
    buyuruldu. Bunlar, Tevbe sûresinin otuzsekizinci âyetinde
    bildirilen kimselerdir. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Nesî, küfürde ziyâde
    olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helâl sayarlar. Başka sene ise,
    bu ayı haram sayarlar)
    buyuruldu. Yâni, birşeye, bir yıl helâl derler.
    Başka zamanda haram derler.


    İbnül Hümâm, (Tahrîr-ül-üsûl) kitabında ve
    İbnül-Hâcib, (Muhtasar-ül-üsûl) kitabında ve (Dürr-ül-muhtâr)da,
    (Bir işi bir mezhebe göre yapmaya başladıktan sonra, bu işi ve buna bağlı olan
    işleri yapmaya devam ederken, bu mezhebi taklîd etmekten vazgeçmenin memnû'
    olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir) denilmektedir. [Osman ibni Hâcib-i
    Mâlikî, 646 [m. 1248] de İskenderiyyede vefât etti.] (Bahr-ür-râık)da
    (İmâm-ı a'zamı taklîd edenin, hep hanefî mezhebine tâbi olması vâcibdir.
    Zarûret olmadıkça, başka mezhebe göre iş yapması câiz değildir. Büyük âlim
    Kâsımın bildirdiği gibi, bir mezhebe göre amel edenin, bu mezhepten
    ayrılmasının câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmiştir) diyor. [Kâsım bin
    Katlûbüga Mısrî hanefî 879 [m. 1474] de vefât etti.] (Müsellem-üs-sübût)
    kitabında diyor ki, (Mutlak müctehid olmıyanın, âlim de olsa, bir [mutlak]
    müctehidi taklîd etmesi lâzımdır). Bu kitabı Muhibbullah Bihârî Hindî hanefî
    yazmış, 1119 [m. 1707] de vefât etmiştir.]


    İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, [Şa'rânî 973 [m. 1565] de
    vefât etti.] (Mîzân) kitabının yirmidördüncü sayfasında diyor ki,
    (Ayn-ül-ülâya yükselmemiş bir âlimin, dört mezhepten birini taklîd etmesi
    vâcibdir. Taklîd etmezse, doğru yoldan sapar. Başkalarını da saptırır).


    İbni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr)ın ikiyüzseksenüçüncü
    sayfasında diyor ki, (Âmînin mezhep değiştirmesi câiz değildir. Dilediği bir
    mezhebi taklîd etmesi lâzımdır). Âmî, müctehid olmıyan demektir.


    Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî [Veliyyullah Dehlevî 1176 [m.
    1762] de vefât etti.] (İkt-ül-ceyyid) kitabında diyor ki, (İctihâd
    derecesine yükselmemiş din adamının, hadis-i şeriften anladığı ile amel etmesi
    câiz değildir. Çünkü, hadis-i şeriflerin mensûh veya tevilli yâhut muhkem
    olduğunu ayıramaz). İbni Hâcib de, (Muhtasar) kitabında böyle
    yazmaktadır. Yine Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, (Füyûd-ül-Haremeyn) kitabında,
    Hanefî mezhebi, mezheplerin en kıymetlisidir. (Buhârî) kitabında
    toplanmış olan (sünnet-i Nebeviyye) yoluna en uygun olan, bu mezheptir)
    demektedir.


    Dâtâ Genc-i Bahş-i Lâhorî, [Ali bin Osman Dâtâ Gencbahş 465
    [m. 1072] de vefât etti.] (Keşf-ül-mahcûb) kitabında diyor ki, Yahyâ
    Mu'âz-ı Râzî Resûlullahı rü'yâda gördü. Yâ Resûlallah! Seni nereden arayıp
    bulayım, dedi. (Ebû Hanîfenin mezhebinde) buyurdu. [Yahyâ bin Mu'âz, 258 [m.
    872] de Nişâpûrda vefât etti.]


    İbni Hümâm, (Tahrîr) kitabında diyor ki, (Bir
    kimsenin, taklîd ettiği mezhebi, yâni ona uygun iş yapmaya başladığı mezhebi
    terk etmesinin câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmiştir).


    Mevlânâ Abdüsselâm, (Cevhere) şerhinde diyor ki,
    (İbâdetlerde ve ictihâd ile yapılan işlerde, dört mezhepten birini taklîd eden
    kimse, böyle yaptığı işi, Allahü teâlânın emrine uygun olarak yapmış olur).
    [Abdüsselâm bin İbrâhîm Lâkânî Mâlikî, babasının (Cevheret-üt-tevhîd)
    manzûmesini şerh ederek, (İttihâf-ül-mürîd) ismini vermiş, 1078 [m.
    1668] de Mısrda vefât etmiştir.]


    İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî, (Mebde' ve Me'âd) kitabında
    buyuruyor ki, (Hanefî mezhebinde, imam arkasında, cemaatin ayakta okumamasının
    haklı olduğunu, Allahü teâlâ bu fakire bildirdi).


    Şâh Abdülazîz-i Dehlevî, (Allahü teâlâya şerîk yapma!) âyet-i
    kerimesinin tefsîrinde buyuruyor ki, (İtâ'at olunması farz olan kimseler
    altıdır: Din bilgilerinde müctehid olanlar, turuk-ı aliyye meşâyıhı,...).
    [Abdülazîz Dehlevî, 1239 [m. 1823] de Delhîde vefât etti.]


    İmâm-ı Gazâlî, (Kimyâ-yı saadet) kitabında, emr-i
    mârufu anlatırken buyuruyor ki, (Taklîd etmekte olduğu mezhebe uygunsuz iş
    yapmaya, hiçbir âlim câiz dememiştir).


    Abdülhak-ı Dehlevî, (Sifr-üs-saadet) kitabında diyor
    ki, (İslâm dîninin binâsı, bu dört direk üzerine kurulmuştur. Bir kimse, bu
    dört yoldan birine girerse ve bu dört kapıdan birini açarsa, başka yola geçmesi
    ve başka kapıya sarılması, abes ve lehv olur. İşlerinin düzenini bozmuş, doğru
    yoldan ayrılmış olur). Başka bir yerinde buyuruyor ki, (Âlimlerin sözbirliği ve
    âhır-zamanda müslümanlara en uygun yol, dört mezhepten birini taklîd etmektir.
    Din ve dünyanın düzeni böyle olur. Herkes, önceden dilediği mezhebi seçer. O
    mezhebi taklîde başladıktan sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, hiç
    şüphesiz, birinci mezhebe sû'i zannetmek olur. İşler ve sözler bozulur,
    karışır. Sonra gelen âlimler, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Doğrusu da
    budur. Hayr bundadır).


    İmâm-ı Kuhistânî (Muhtasar-ı Vikâye) şerhinde, (Kitap-ül-eşribe)den
    önce diyor ki, (Mu'tezile gibi, hak yolun çeşidli olduğuna inananlar, âmînin
    [câhilin] mezhepleri dilediği gibi karıştırabileceğini söylediler. Ehl-i sünnet
    âlimleri, hak te'addüd etmez dedi ve âmînin belli bir imama uyması lâzım
    olduğunu bildirdiler. (Keşf) kitabı, bunu uzun anlatmaktadır. Her
    mezhepte mubâh olanları, kolay olanları araştırıp, bunları yapmaya, mezhepleri (Telfîk)
    denir. Böyle yapan, fâsık olur. Sa'îd bin Mes'ûdün (Tahâvî şerhi) bunu
    iyi anlatmaktadır). [Muhammed Kuhistânî Hanefî, 962 [m. 1508] de Buhârâda vefât
    etmiştir.]


    Suâl: Mezhepleri (Telfîk) etmenin, din ile
    oynamak olduğuna inanan ve bir mezhebi taklîde başlayınca, başka mezhebe
    geçmenin câiz olmadığını kabûl eden kimse, kendi mezhebinin haklı olduğunu
    söylemez mi?


    Cevap: Her mezhepte bulunanın böyle söylemesi için,
    vesikaları vardır. Burada, Hanefî mezhebine tâbi olmanın daha iyi olacağını
    gösteren vesikaları bildireceğiz. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit,
    dört mezhep imamları içinde, Eshâb-ı kirâma en yakın olanı, en âlim olanı,
    fıkhda en derin olanı, verâ'ı en çok olanı idi. İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
    şâfi'î mezhebinde olduğunu bildirdiği hâlde, insâf ile, İmâm-ı a'zamı şöyle
    tanıtmaktadır: (Ona hiç kimse dilini uzatmamalıdır. Çünkü O, dört imamın en
    büyüğü, mezhebin ilk kurucusu, senetleri Resûlullaha en yakın olanı, Eshâb-ı kirâmın
    ve Tâbiînin yaşayışlarını en çok göreni idi. Her sözü Kitaba ve Sünnete
    dayanmaktadır. Kendi re'yi, düşüncesi ile hiç birşey söylememiştir). İmâm-ı
    Şa'rânî gibi büyük bir âlimin (Rabbânî âlim) dediği ve kendi re'yi ile
    hiçbir şey söylememiştir dediği bir yüce imam için ve talebeleri için, birkaç
    hadis âliminin (Eshâb-ı re'y) demeleri çok haksız bir isnâddır. Böyle
    söyliyenleri Allahü teâlâ af buyursun. [İmâm-ı a'zam, 150 [m. 767] de Bağdâdda,
    Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, 973 [m. 1565] de Mısrda vefât etmişlerdir.]


    Şâfi'î mezhebindeki büyük âlimlerden ibni Hacer-i Mekkî
    İmâm-ı a'zamı tanıtmak için ayrı bir kitap yazmıştır. Kitabının ismi (Hayrât-ül-hisân
    fî-menâkıb-in-Nu'mân)
    dır. [Ahmed Tahâvî Hanefînin (Ukûd-ül-Mercân
    fî-menâkıb-ı Ebî Hanîfet-in-Nu'mân)
    kitabı da meşhûrdur. Tahâvî, 321 [m.
    933[ de vefât etti.]


    Hanefî âlimlerinden ibni Âbidîn, (Redd-ül-muhtâr)
    kitabının önsözünde diyor ki, İmâm-ı a'zamın, büyüklüğünün şâhidi, mezhebinin
    en çok yayılmış olmasıdır. Diğer mezhep imamları, Onun bütün sözlerini senet
    olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, Onun zamanından, bu zamana kadar, her
    yerde Onun sözleri ile fetvâ verdiler. Evliyâdan çoğu, Onun mezhebine göre
    çalışarak kemâle geldiler. Anadolu, Balkan müslümanları, Hind, Sind ve
    Mâverâ'ünnehr [yâni Türkistân], yalnız Onun mezhebini bilirler. Abbâsî devleti,
    her ne kadar, cedlerinin mezhebinde idi ise de, kâdîlarının, hâkimlerinin,
    âlimlerinin çoğu hanefî mezhebinde idi. Beşyüz seneye yakın bu mezhebe göre
    amel ettiler. Bu devletin yerine kurulmuş olan Selçûkî ve sonra Harezmî
    melikleri ve büyük Osmanlı devleti hep hanefî idi.


    Büyük âlim Muhammed Tâhir sıddîkî hanefî, 981 [m. 1573] de
    vefât etti. (Mecma'ul-bihâr fî-garâib-it-tenzîl ve letâ'if-il-ahbâr) kitabında
    diyor ki, (İmâm-ı a'zamdan Allahü teâlânın râzı olduğuna alâmet, mezhebinin her
    yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırr-ı ilâhî olmasaydı,
    yeryüzündeki müslümanların çoğu Onun mezhebinde olmazdı).


    İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî (Mektûbât)
    ismindeki fârisî kitabının ikinci cildinin ellibeşinci mektûbunda buyuruyor ki,
    imam-ı a'zam Ebû Hanîfe, Îsâ aleyhisselâma benzemektedir. Verâ ve takvâ
    nîmetine kavuştuğu için ve Sünnet-i seniyyeye uyduğu için, nasslardan ahkâm
    çıkarmakta ve ictihâd yapmakta, çok yüksek dereceye ulaşmıştır. Bazı âlimler,
    Onun bu derecesini anlıyamadılar. Onun ictihâd ile bulduğu şeyler, çok ince
    bilgiler oldukları için, Kitaba ve Sünnete uymıyor sandılar. Bu yüce imama,
    re'y sahibi dediler. Onun ilminin hakîkatine yetişemedikleri, Onun anladığını
    anlıyamadıkları için, böyle yanıldılar. Hâlbuki, imam-ı Şâfi'î, Onun anladığı
    bilgilerden, az birşey sezerek, (Fıkh âlimlerinin hepsi, fıkh ilminde, Ebû
    Hanîfenin talebesidir) dedi. Muhammed Pârisâ, (Füsûl-i sitte) kitabında,
    (Hz. Îsâ gökten [Şâma] inince ictihâd ve ameli imam-ı Ebû Hanîfenin mezhebine
    uygun düşecektir) buyurdu. Bu söz, belki yüce imamın Îsâ aleyhisselâma
    benzerliğini göstermektedir. Ellibeşinci mektûbundan tercüme burada tamam oldu.
    [Muhammed Pârisâ, Buhârânın büyük âlimi ve büyük Velî olup, 822 [m. 1419] de,
    Medînede vefât etti.]


    Bu ümmetin Âlimlerinin, Sâlihlerinin [Velîlerinin] çoğu
    hanefî mezhebinde idiler. Mezhepsizlerin böyle bir âlime ve ilmi ile âmile dil
    uzatmaları ve mezhep taklîd edenlere kâfir sözleri, hattâ (Fıkh kitaplarını
    okuyan kâfir olur) gibi küstahca konuşmaları, (El-cerh-u a'lâ Ebî Hanîfe) ve
    başka kitaplarında açıkça yazılıdır. Bu nasipsizlerin, bu büyük ve mübârek
    imama böyle saldırmalarının sebebi acaba nedir? Bilmiyorlar ki, Ona düşmanlık,
    bu ümmet-i merhûmeye düşmanlıktır. (Üsûl-i Erbe'a) kitabının, dördüncü
    kısmında, buraya kadar yazılmış olanların çoğu, mevlânâ mahbûb Ahmed Müceddidî
    Emretserînin (Kitap-ül-mecîd fî-vücûb-it-taklîd) kitabından alındı.


    Altıyüzaltmışbeş 665 [m. 1266] de vefât etmiş olan
    Ebül-Müeyyed Muhammed bin Mahmûd Hârezmînin toplamış olduğu (Müsned-i
    kebîr-i imam-ı Ebû Hanîfe)
    kitabı on nev'dir. Birinci nev'de, İmâm-ı a'zamı
    medh eden haberler ve eserler bildirilmiştir. [Haber, hadis-i şerif demektir.
    Eser, sahâbî sözü demektir.] Birinci nev'inde, Sadr-ül-kebîr Şeref-üd-dîn Ahmed
    bin Müeyyidin Hârezm şehrinde kendisine bildirdiği hadis-i şerifi yazmaktadır.
    Ebû Hüreyrenin bildirdiği bu hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında Ebû Hanîfe
    denilen biri gelecektir. O, kıyâmet günü ümmetimin ışığı olacaktır)
    buyuruldu.
    Yine bu yoldan gelen bir hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında biri gelecektir.
    İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfedir. O, ümmetimin ışığıdır)
    buyuruldu. Yine
    bu yoldan gelen Enes bin Mâlikin bildirdiği hadis-i şerifte, (Benden sonra
    bir kimse gelir. İsmi Nu'mân bin Sâbittir. Künyesi Ebû Hanîfedir. Allahü teâlâ,
    dînini ve benim sünnetimi Onun elinde kuvvetlendirecektir)
    buyuruldu. Yine
    bu yoldan gelen haberde, (Size, Kûfe şehrinde gelecek birini bildiriyorum.
    Künyesi Ebû Hanîfedir. Kalbi ilim ve hikmet ile doludur. Âhır zamanda, (Benâniyye)
    denilen kimseler, Onun yüzünden helâk olacaklardır) buyuruldu. Mezhepsizler
    bu hadis-i şeriflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl
    oldukları iyi bilinmiyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin
    bilmemeleri, önce gelmiş olanlara kusur olmaz. Bu hadis-i şerifler, (Kütüb-i
    sitte)
    de yoktur derlerse, hadis-i şeriflerin sayısı, Kütüb-i sittede
    bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadis kitaplarında da sahih
    hadislerin çok bulunduğu sözbirliği ile bildirilmiştir. Tirmizîde yazılı, Ebû
    Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Îman Süreyyâ yıldızına gitse, Fâris
    ehlinden biri, onu geri getirir)
    buyuruldu. Bunun İmâm-ı a'zamı bildirdiği
    muhakkaktır. (Üsûl-i erbe'a)dan tercüme burada tamam oldu. [Bu kitabı
    fârisî olarak Muhammed Hasen Cân Serhendî Müceddidî yazmış, 1346 [m. 1928] da
    Hindistânda ve 1975 de İstanbulda basılmıştır. Hasen Cân, 1349 [m. 1931] de
    Pâkistân Haydarâbâdda vefât etti.]

    İmâm-ı Abdürrahmân Süyûtînin (Dürr-ül-mensûr) kitabında, Hâkimin [Hâkim
    Muhammed bin Abdüllah 405 [m. 1014] de Nişâpûrda vefât etti.] Abdüllah ibni
    Mes'ûddan bildirdiği hadis-i şerifte, (Önce inen kitaplar, bir harf yâni
    kelime idi ve birşeyi bildirirlerdi. Kur'an-ı kerim yedi harf üzerine nâzil
    oldu. Yedi şey bildirmektedir: Zecr
    (yasak), Emr, Helâl, Haram, Muhkem (açık
    bildirilenler), Müteşâbih (açıkça anlaşılamıyan) ve Misâller.
    Bunlardan, helâli helâl biliniz! Haramı haram biliniz! Emredilenleri yapınız!
    Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâye olanlardan ibret alınız! Muhkem
    olanlara uyunuz! Müteşâbih olanlara inanınız! Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz
    bildirmiştir deyiniz!)
    buyuruldu. Bu hadis-i şerif, vehhâbî kitabının
    dörtyüzaltıncı sayfasında de yazılıdır. Süriyede Hamâda Sultan câmii hatîb ve
    müderrisi allâme Muhammed Hâmid, (Lüzûm-ü ittibâ'ı mezâhib-il eimme) kitabında,
    hanefî mezhebini uzun anlatmakta ve dört mezhepten birine tâbi olmanın vâcib
    olduğunu isbât etmektedir. Kitap 1388 [m. 1968] de yazılmış, 1984 de İstanbulda
    ofset ile tekrar basılmıştır. [İmâm-ı Süyûtî 911 [m. 1505] de Mısrda vefât
    etti.]
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 11:02 am

    22- Ölülerden şefâat beklemek şirkmiş. Buna (Hadîka) kitâbından cevâb verildi.

    22 -Dörtyüzondördüncü sayfada, (Allahdan başkasına duâ etmek, başkasından
    sıkıntısını gidermesini istemek, ihtiyaçlarını başkasından beklemek, mezarları
    büyük bilmek, onları putlaştırmak, üzerine türbe yapmak, türbelerde namaz
    kılmak, türbedekilere ibâdet etmek, kalb ile, söz ile, ibâdet ile ölülerden
    birşey beklemek büyük şirktir. Cehennemde sonsuz kalmaya sebebdirler. Allah adı
    ile yalan yemin etmekten korkmuyorlar. Ahmed Bedevî adı ile yalan yemin
    etmekten çekiniyorlar. Bu ise, onu Allahdan daha üstün, daha kuvvetli
    bilmektir)
    diyor.


    Kitabın müellifi, doğru ile yanlışı karıştırmaktadır. Kuru
    yanında yaşı da yakmak istemektedir. Allahü teâlâyı bırakıp da, başka bir
    ölüden veya diriden birşey beklemek, başkası adı ile yalan veya doğru yemin
    etmek, elbet şirk olur. Îmanı giderir. Fakat, birkaç kişi böyle yapıyor
    diyerek, kabir ziyâret etmeye, türbede, Kâbeye karşı, Allah rızası için namaz
    kılıp, sevabını meyyite hediye etmeye, Allahü teâlânın sevdiği kulunu, Allahın
    yaratması için vesîle etmeye şirk demek, bunun için türbeleri, mezarları
    yıkmak, islâmiyete ve müslümanlara iftirâ olur. Müslümanlara kâfir diyen kimse,
    bunu düşmanlık ile, inat ederek söyliyorsa, kendisi kâfir olur. Şüpheli olan
    Nassları yanlış tevil ederek söyliyorsa, kâfir olmaz ise de, bid'at sahibi
    olur. Kitabın bu yazısı, câmilere hırsızlık yapmak için veya mezhepsizlik
    propagandası için gidenler, vâizlere, hatîb efendilere, iftirâ ederek ihbâr
    yapmak için, göze girmek için, iyi tanınmak için gidenler var, o hâlde,
    câmileri yıkmalıdır demeye benziyor. Böyle söyliyen, bilmez mi ki, câmiler, o
    kötü işler için yapılmamıştır. Namaz kılmak, vaaz etmek, Kur'an-ı kerim
    dinlemek için yapılmıştır. Böyle, birkaç kötülük için, câmileri yıkmak değil,
    kötülük yapanları câmilere, iyi insanlar arasına sokmamak lâzımdır. Kötü, bozuk
    kimseleri ileri sürerek, Ehl-i sünnet olan temiz müslümanlara müşrik demek,
    Resûlullahın ve Velîlerin, Âlimlerin türbelerine saygısızlık yapmak, islâm
    düşmanlığıdır.


    Büyük âlim Abdülganî Nablüsînin (Hadîka) kitabının
    yüzelliüçüncü sayfasından başlıyarak, sayfalarca yazdıklarının özeti şöyledir: (Edille-i
    şer'ıyye)
    yâni din bilgilerinin kaynağı dörttür: Kitap, sünnet, kıyâs ve
    icmâ. Kıyâs ile icmâ, Kitaptan ve sünnetten çıkmıştır. Şu hâlde, din
    bilgisinin ana kaynağı Kitap ve sünnettir. Bu ikisinden alınmıyan her bilgi,
    her iş, (Bid'at)dir. Bid'at olan inanışlar, bilgiler ve işler,
    sapıklıktır. İnsanı felakete götürür. Meselâ, tasavvufcu, tarîkatçı olduğunu
    söyliyen kimseler, bir münkeri, yâni icmâ ile bildirilenlere uymıyan birşeyi
    yapınca, biz bâtın bilgilerini biliyoruz. Bu iş bize helâldir. Siz kitaptan
    öğreniyorsunuz. Biz ise, Muhammed aleyhisselâmdan sorup anlıyoruz. Onun sözüne
    güvenmezsek, Allahdan sorup öğreniyoruz. Şeyhimizin himmeti bizi marifetullaha
    kavuşturuyor. Kitaptan, üstâddan birşey öğrenmeye ihtiyacımız yoktur. Allah
    bilgilerine kavuşmak için kitap okumamak, mektebe gitmemek lâzımdır. Bizim
    yolumuz bozuk olsaydı, nûrlar, Peygamberler, ruhlar, bize görünmezlerdi. Biz
    yanılırsak, haram işlersek, rü'yâda bize bildirilir, doğruları öğretilir. İlm
    adamlarının kötü gördükleri şeyler, bize rü'yâda kötülenmedi, iyi bildiğimiz
    için yapıyoruz diyorlar. Bu gibi saçma sözler, zındıklıktır, sapıklıktır.
    İslâmiyet ile alay etmektir. Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere hakâret
    etmek, güvenmemektir. Bunlarda yanlış ve zamana uymıyan şey bulunduğunu
    söylemektir. Böyle bozuk sözlere inanmamalıdır.


    Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, (İlhâm) vâsıtası
    ile ahkâm anlaşılamaz. Yâni, Allahü teâlânın, Velîlerin kalblerine verdiği
    bilgiler, helâl ve haramlar için delîl, senet olamazlar. Resûlullahın mübârek
    kalbine ilhâm, her müslüman için senettir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır.
    Evliyânın ilhâmı islâmiyete uygun ise, yalnız kendisine senettir. Başkalarına
    senet olamaz. İlhâm, Kitabın ve Sünnetin mânalarını anlamaya yardım eder.
    İlhâm, sâlih müminlerde olur. Bid'at sahiplerinin ve fâsıkların kalblerine
    şeytanın vesveseleri gelir. Kalbe gelen bilgilere (İlm-i ledünnî) denir.
    Bu ilim ruhanî veya şeytanî olur. Birincisine (İlhâm), ikincisine (Vesvese)
    denir. İlhâm Kitaba ve Sünnete uygun olur. Vesvese, bunlara uygun olmaz. Rü'yâ
    da, rahmânî veya şeytanî olur. Resûlullah, Peygamber olduğu bildirilmeden önce,
    altı ay, rü'yâ ile amel eyledi. Tasavvuf büyüklerinden yüksek Velî Cüneyd-i
    Bağdâdî [Cüneyd-i Bağdâdî 298 [m. 910] da vefât etti.] (İnsanları, Allahü
    teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur.
    Bundan başka olan dinler, mezhepler, tarîkatler, rü'yâlar çıkmaz sokaktır.
    İnsanı saadete kavuşturmazlar. Kur'an-ı kerimin ahkâmını öğrenmiyen ve hadis-i
    şeriflere uymıyan kimse, câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz,
    mezhebimiz, Kitap ile Sünnettir) buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî buyuruyor ki, (Bir
    Velî, islâmiyete uydukca ilerler. İlhâmları artar. Fakat, Velîlere gelen
    ilhâmlar, Kitap ve Sünnetin üstüne çıkamaz.) Sırrî-yi Sekâtî [Sırrî Sekâtî 251
    [m. 865] de vefât etti.] (Tasavvufun üç mânası vardır. Birincisinde sôfinin kalbinde
    Allahü teâlâya olan marifeti, verâının nûrunu söndürmez. Kalbinde olan marifet
    nûru ile, maddenin ve enerjilerinin hakîkatlerini, özlerini anlar ve Allahü
    teâlânın ismlerinin, sıfatlarının tecellîlerine kavuşur. Bedeninde olan verâ
    nûru ile, islâmiyetin ince bilgilerini anlar. Her işi, islâm ahkâmına uygun
    olur. İkinci mânasına göre, sôfinin kalbinde, Kitaba ve Sünnete uymıyan ilim
    bulunmaz. Uygun olup olmadığını, zâhir ve bâtın bilgilerinde derin âlim olup,
    tasavvuf büyüklerinin kullandıkları kelimeleri anlıyanlar ayırabilir.
    Tasavvufun üçüncü mânasına göre, sôfinin kerâmetleri, islâm bilgilerinin
    hiçbirine aykırı olmaz. İslâm ahkâmına uymıyan şeyler, (Kerâmet) olmaz.
    Bunlara (İstidrâc) denir) buyurdu.


    Evliyânın sözlerinin, işlerinin islâm ahkâmına uygun olup
    olmadığını her ilim sahibi anlıyamaz. Tasavvuf bilgilerini iyi bilmek ve
    tasavvuf büyüklerinin sözlerinin mânasını iyi anlamak lâzımdır. Meselâ,
    Bâyezîd-i Bistâmî [Bâyezîd-i Bistâmî 261 [m. 875] de vefât etti.] (Sübhânî mâ
    a'zama şânî) buyurdu. Yalnız zâhirî bilgileri olanlar bu sözü, (Mahlûklardaki
    kusurlar bende yoktur. Benim şânım çok büyüktür) demek sanır. Muhyiddîn-i
    Arabî, bu söz için, Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi
    olarak bildirmektedir dedi. Tenzîhin tenzîhidir buyurdu. Şöyle ki, Allahü
    teâlâyı Ona lâyık olarak tenzîh ve tesbîh edemediğini gördü. Allahü teâlâ tâm
    münezzeh olarak tecellî ettiği gibi, Onun isti'dâdı ve gücü kadar yaptığı
    tenzîhe ve tesbîhe uygun tecellîler de olmaktadır. Bu tecellîleri tesbîh etmesini,
    kendi isti'dâdını tesbîh etmek görüp, kendimi tesbîh ediyorum dedi. Böylece,
    Sübhânî dedikten sonra, başkalarının tesbîhlerinin, daha aşağı olduğunu,
    onların tenzîhlerine göre olan tecellîlerde görerek, kendi tesbîhinin daha
    uygun olduğunu görünce, (Benim isti'dâdım daha büyüktür) dedi. Görülüyor ki, bu
    sözü ile islâmiyete uygun olan birşeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde
    olduğundan, başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamıyacağı
    kelimelerle bildirmiştir. Yine bu büyük Velî, Bistâm şehrinde talebesini
    alarak, bir velîyi görmeye gittiler. Zühdü, takvâsı dillerde dolaşan o kimsenin
    yanına gidince, kıble tarafına tükürdüğünü gördü. Selâm vermeyip, yanından
    uzaklaştı. (Bu adam Resûlullaha karşı lâzım olan edeblerden birini gözetmedi.
    Velî olmak için lâzım olan edebleri de gözetemez) dedi. Kıbleye karşı
    edebsizlik, kötü birşeydir. Ehl-i sünnet âlimleri, yatarken ve otururken
    kıbleye karşı ayak uzatmaya mekruh dedi. Allahü teâlâ, Kâbeyi tavâf etmeyi ve
    tavâfta temiz olmayı emreyledi. Muhyiddîn-i Arabî buyuruyor ki, duâlarının
    kabûl olduğunu söyliyen bir kimse, islâmın edeblerinden bir edebi gözetmezse,
    çok kerâmetleri görülse de, ona inanılmaz. Yine Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki,
    (Bir kimse, Velî olduğunu söylerse, hattâ havada oturursa, ibâdetleri yapmasına
    ve haramlardan sakınmasına ve islâmiyete uymasına bakmadan sözüne inanmayınız).
    [Şimdi, din kitabı yazanları da, böyle kontrol etmeli, islâmiyete uymıyanların
    din kitaplarını okumamalıdır!] [Bâyezîd-i Bistâmî, Hazer denizi cenûbunda Bistamda,
    Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etmişlerdir.]


    Abdürra'üf-i Münâvî, Câmi'ussagîr şerhinde diyor ki, avâmın
    yâni müctehid olmıyanların, Sahâbe-i kiramı taklîd etmelerinin câiz olmadığını,
    âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Bu sözbirliğini, imam-ı Ebû Bekr-i Râzî
    haber vermektedir. Müctehid olanın, dört mezhepten başka olan ictihâdlara
    uymaları câizdir. Fakat, uyarak yaptığı işte, onun bütün şartlarını gözetmesi
    lâzımdır. Ebû Süleymân-ı Dârânî buyuruyor ki, (Çok vakit, kalbime düşünceler
    geliyor. Kitaba ve Sünnete uygun bulursam kabûl ediyorum.) Zünnûn-i Mısrî
    buyuruyor ki, (Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde,
    Onun sevgili Peygamberine uymaktır.) [Abdürra'üf Münâvî, 1031 [m. 1621] de
    Mısrda, Ebû Süleymân, 205 [m. 820] de Şâmda, Zünnûn-i Mısrî, 245 [m. 860] de
    vefât etmişlerdir.]


    (Hadîka)da, yüzseksenikinci sayfasında, imam-ı
    Kastalânînin (Mevâhib-i ledünniyye) kitabından alarak buyuruyor ki,
    Allahü teâlâyı sevmek ikiye ayrılır: Farz olan sevmek, farz olmıyan sevmek.
    Farz olan sevmekle, emirleri yapılır. Yasaklarından sakınılır. Kaza ve kaderine
    râzı olunur. Haram işlemek ve farzları yapmamak, bu sevginin gevşek olduğunu
    gösterir. Farz olmıyan sevgi, nâfileleri yaptırır. Şüphelilerden sakınmaya
    sebep olur. Buhârînin Ebû Hüreyreden haber verdiği, (Allahü teâlâ, kulumu
    bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili olanları, ona farz kıldığım
    şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok
    severim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve yürüyen
    ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden yardım isteyince, imdâdına
    yetişirim buyurdu)
    hadis-i kudsî gösteriyor ki, Allahü teâlânın çok sevdiği
    ibâdet, farzları yapmaktır. Burada bildirilen nâfile ibâdetler, farzlarla
    birlikte yapılanlardır. Bunlar, bu farzlardaki kusurları tamamlar. Ömer bin Ali
    Fâkihânî diyor ki, (Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, farzlarla birlikte nâfile
    ibâdetleri yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır.) Ebû Süleymân Hattâbî
    diyor ki, (Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, bunların duâları kabûl olur).
    Bunların duâ ettikleri kimseler, murâdlarına kavuşurlar. [Fâkihânî İskenderî
    Mâlikî 734 [m. 1334] de vefât etmiştir. Ebû Süleymân Ahmed Hattâbî Büstî, 388
    [m. 998] de vefât etmiştir. Velîlerden duâ, yardım beklemek, bunun için onlara
    yalvarmak şirk olur demek, bu hadis-i şerife inanmamak olur.]


    Abdülganî Nablüsî, buyuruyor ki, Cüneyd-i Bağdâdîden
    başlıyarak, buraya kadar yazdıklarımızı, tasavvuf büyüklerinden Abdülkerim
    Kuşeyrînin [Kuşeyrî 465 [m. 1072] de Nişâpûrda vefât etti.] risâlesinden aldım.
    Tarafsız olarak bunları incele! Adı geçen bu tasavvuf büyüklerinin, Velîlerin,
    islâmiyete nasıl yapışmış olduklarını gör! Bütün keşflerini, kerâmetlerini,
    kalb bilgilerini, ilhâmlarını, hep Kitap ve Sünnet ile ölçmektedirler.
    Resûlullahın yolundan ayrılan câhillerin sözleri ileri sürülerek, Ehl-i sünnet
    âlimlerine, tasavvuf büyüklerine dil uzatmak, bir müslümana yakışır mı? Bu
    Velîlere ve bu Allah adamlarını seven müslümanlara, müşrik diyene inanılır mı?
    Evliyânın kerâmetleri haktır, doğrudur. Ehl-i sünnet îtikatında olan ve
    islâmiyete uyduğu görülen kimselere, Allahü teâlânın âdeti dışında, [yâni
    fizik, kimyâ ve fizyoloji kanûnları dışında] ikrâm ettiği, ihsân ettiği şeylere
    (Kerâmet) denir. Bir Velî, kerâmet sahibi olduğunu söylemez. Kerâmet
    göstermesini dilemez. Kerâmet, Velînin ölüsünde de, dirisinde de hâsıl olur.
    Peygamberler ölünce, Peygamberlikten ayrılmadıkları gibi, Velîler de ölünce,
    evliyâlık derecesinden düşmezler. Velîler, Allahü teâlâya ve sıfatlarına
    âriftirler. Kur'an-ı kerimde, birçok Velîlerin kerâmetleri bildirilmektedir.
    Îsâ aleyhisselâm babasız dünyaya gelince, Hz. Meryemde görülen kerâmetler
    bunlardandır. Zekeriyyâ aleyhisselâm Hz. Meryemin odasına geldiği zaman,
    yanında yiyecek olduğunu görür. Bunu nereden aldın derdi. Çünkü, onun yanına,
    Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka, kimse girmezdi. O da, Allahü teâlâ yarattı
    cevabını verirdi. Eshâb-ı Kehfin kerâmetleri de, Kur'an-ı kerimde
    bildirilmektedir. Mağarada senelerce aç ve susuz kaldılar. Âsaf bin Berhıyânın,
    Belkısın tahtını Süleymân aleyhisselâma getirmesi de Kur'an-ı kerimde
    bildiriliyor. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin binlerce kerâmetleri, kitaplarda
    yazılıdır ve dillerde dolaşmaktadır. Mezhepsizlerin, kerâmetlere inanmamalarına
    pek de şaşmamalıdır. Çünkü, kendilerinde kerâmet hiç hâsıl olmadığı gibi,
    hocalarında ve büyük bildiklerinde böyle şeyler görüldüğünü duymuyorlar. İmâm-ı
    Necmeddîn Ömer Nesefîden kerâmeti sorduklarında, Allahü teâlânın, Evliyâsına,
    yâni sevdiği kullarına, âdetini bozarak, ihsânda bulunması, ehl-i sünnete göre
    câizdir buyurduğu, ibni Âbidînde, Mürted bahsi sonunda yazılıdır. [Ömer Nesefî,
    537 [m. 1143] de, Semerkandda vefât etmiştir.]


    Evliyânın az zamanda uzak yerlere gittikleri ibni Âbidînde, (Nesebin
    sübûtü faslı)
    sonunda da yazılıdır. Bunun üzerine şâfi'î ve hanefî
    mezheplerinde, fıkh mes'eleleri bile yapılmıştır. İbn-i Hacer-i Hiytemînin
    fetvâlarında diyor ki, bir Velî, bulunduğu yerde akşam namazını kıldıktan
    sonra, garba doğru çok uzağa gitse, gittiği yerde güneş batmamış olsa, burada
    güneş batınca, akşam namazını tekrar kılması lâzım olmadığını söyliyenler
    çoktur. Şemseddîn Remlî ise, lâzım olur buyurdu. [İbni Hacer-i Hiytemî, 974 [m.
    1567] de Mekkede, Muhammed Remlî, 1004 [m. 1596] de vefât etmişlerdir.] İhtiyâç
    olduğu zaman, yiyecek içecek ve giyecek, hemen hâsıl olması da çok görülmüştür.
    Resûlullahın amcası oğlu Câfer Tayyârın havada uçtuğu tarih kitaplarına
    geçmiştir. Lokmân-ı Serahsînin ve benzerlerinin uçtukları da meşhûrdur. Su
    üstünde yürümek, ağaç, taş ve hayvanlarla konuşmak da çok görülmüştür. Allahü
    teâlânın, böyle âdetinin ve kanûnlarının dışında yaptığı şeyler, Peygamberlerde
    hâsıl olursa, (Mucize) denir. Peygamberlerin diri olması şart değildir.
    Öldükten sonra da, Allahü teâlâ mucize ihsân eder. Bunun gibi, Velîler öldükten
    sonra da, Allahü teâlâ bunlara (Kerâmet) vermektedir. Hiçbir Velî,
    hiçbir Nebînin derecesine yükselemez. Velîler, dereceleri ne kadar yüksek
    olursa olsun, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaları lâzımdır.


    Velîlerin en yükseği Hz. (Ebû Bekr-i Sıddîk)dır.
    Bundan sonra, en yükseği Hz. (Ömer-ül-Fârûk)dur. Ömer müslüman olmadan
    önce, otuzdokuz müslüman vardı. Gizli ibâdet ederlerdi. Bu, müslüman olunca,
    (Bugünden sonra artık gizli ibâdet olunmaz) dedi. İslâmiyette, açıkça ilk
    ibâdet eden, (Ömer-ül-Fârûk)dur. Bu ikisinden sonra Velîlerin en
    yükseği, Hz. (Osman-ı Zin-nûreyn)dir. Resûlullahın Rukayye ve Ümm-ü
    Gülsüm adındaki iki mübârek kızı ile ard arda evlendiği için, (İki nûr sahibi)
    adı ile şereflenmiştir. Bu iki zevcesi ölünce, Resûlullah, (Bekâr bir üçüncü
    kızım daha olsaydı, onu da Osmana verirdim)
    buyurdu. Bundan sonra,
    Evliyânın en üstünü, Hz. (Aliyy-ül-mürtezâ)dır. Resûlullah Tebük
    gazâsına giderken, Hz. Aliyi, Medînede, Ehl-i beytini korumak için, kendi
    yerine vekîl bırakmaya râzı oldu ve (Sen, bana, Hârûnun Mûsâya olduğu
    gibisin. Şu kadar var ki, benden sonra, hiç Peygamber gelmiyecektir)
    buyurmuştu.
    Bunun için, kendisine mürtezâ denildi. Resûlullahdan sonra, bu dördünün
    hilâfeti, üstünlükleri sırasına göre oldu. Bunlardan sonra, Evliyânın en
    üstünleri (Eshâb-ı kirâm)ın hepsidir. Eshâb-ı kirâmın ismlerini ve
    aralarında olan muhârebeleri söylerken, kalbimizin ve dilimizin onlara karşı
    saygılı ve iyi olması lâzımdır. Çünkü, onların birbirleri ile muhârebeleri,
    ictihâd ayrılığı idi. Onların bu işlerine de sevap vardır. Yanılanlarına bir
    sevap, doğru olanlarına iki sevap verildi. (Aşere-i mübeşşere) denilen
    on kişinin Cennete gideceklerini, Resûlullah haber verdi. Bunlar, dört halîfe
    ve Talha ve Zübeyr ve Sa'd bin ebî Vakkâs ve Sa'îd bin Zeyd ve Ebû Ubeyde bin
    Cerrâh ve Abdürrahmân bin Avftır. Resûlullahın mübârek kızı Hz. (Fâtıma-tüz-Zehrâ)
    ile bunun iki oğlu, (Hasen) ve (Hüseyn)in ve (Hadîce-tül-Kübrâ)
    ve (Âişe-i Sıddîka)nın da Cennetlik olduklarına inanırız. Bunlardan
    başka, hiç kimsenin ismini söyliyerek Cennetlik olduğunu söyliyemeyiz. Başka
    âlimlerin, Velîlerin Cennete gideceklerini, çok zannederiz. Fakat, kesin
    söyliyemeyiz. Eshâb-ı kirâmdan sonra, Evliyânın en üstünü, (Tâbiîn)in
    üstünleridir. Onlardan sonra (Tebe-i Tâbiîn)in üstünleridir.


    Müellif, (Allahü teâlâyı sevmenin on sebebi vardır.
    Dokuzuncusu, Allahı sevenlerle berâber bulunmak, onların sözlerinden dökülen
    tatlı meyveleri toplamak, onların yanında, ancak lâzım olunca konuşmaktır. Bu
    on sebebe yapışmakla, muhabbet dereceleri aşılır. Sevgiliye kavuşulur)
    diyor.


    Biz de, böyle inanıyoruz. Tasavvuf büyüklerini bunun için
    seviyoruz. Allahü teâlânın sevdiği Velîlerin yanına onun için üşüşüyoruz.
    Onları bunun için övüyoruz. Böyle yapanlara, niçin müşrik diyor anlıyamıyoruz.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Salı Tem. 20, 2010 2:40 pm


    24- Ölü duymaz, fâide vermez. Ondan birşey istemek şirk olur diyor.
    Buna (Minhat-ül Vehbiyye) kitâbından cevâb verilmektedir.


    24 - Bu vehhâbî kitabının dörtyüzonaltıncı sayfasında, (İbrâhîm Neha'î, Allahü teâlâya,
    sonra sana sığınırım demek câiz olur dedi ise de, bu söz diri ve hazır olup
    birşey yapmaya gücü yeten ve sebep olan kimse için söylenir. Ölüler his etmez,
    duymaz, fayda ve zarar yapmaya güçleri yoktur. Ölülere ve gâib olan dirilere
    karşı böyle söylenmez. Ölülere herhangi bir sûretle bağlanmak câiz değildir.
    Böyle olduğunu, Kur'an açıkça bildiriyor. Ölülerden birşey istemek, yâhut
    onlara birşey söyliyerek değer vermek, kalbi ile veya bir iş yapmakla
    bağlanmak, onları ilâh, mâbut, tanrı yapmak olur)
    diyor.



    Bu saçma yazıları ile, Kur'an-ı kerime de iftirâ etmektedir.
    İslâm âlimleri bu sapık yazılara, âyet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle
    cevap vermişler. Bunların aldandıklarını ve gençleri aldatarak felakete
    sürüklemekte olduklarını isbât etmişlerdir. Bu kıymetli kitaplardan Seyyid Dâvüd
    bin Süleymânın (Minhat-ül-vehbiyye fî redd-il-vehhâbiyye) kitabı, ofset
    yolu ile, 1389 [m. 1969] da İstanbulda bastırılmıştır. 1973 de ikinci, 1990 da
    üçüncü baskısı yapılmıştır. Arabî olan bu kitap, ilk olarak 1305 hicrî yılında,
    Bombayda basılmıştı. Seyyid Dâvüd, derin âlim, büyük Velî, kerâmetler sahibi
    olan mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin talebesi olup, 1222 de Bağdâdda tevellüd ve
    1299 [m. 1881] da orada vefât etti. Hâl tercümesi (Müncid) lügat
    kitabında (Hâlidî) isminde yazılıdır. İbrâhîm Neha'î İmâm-ı a'zamın
    hocasının hocasıdır. 96 da Kûfede vefât etti. (Minhat-ül-vehbiyye) kitabında
    diyor ki:



    Ehl-i sünnet îtikatından ve mezheplerden ayrılanlar,
    bugünlerde çoğalmaktadır. Bu sapıklar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine müşrik
    diyorlar. Bu mübârek ümmeti öldürmeli, mallarını almalı diyorlar. Bunlar,
    böylece, felakete sürükleniyorlar. Allahü teâlânın yardımı ile, bu sapıkları,
    şu küçük kitabımla red etmeye, yazılarının bozukluğunu isbât etmeye kalkıştım.
    Bunu okuyarak, belki yanıldıklarını anlar, hidâyete kavuşurlar. Böylece, büyük
    bir hizmet etmiş olurum.


    Peygamberleri ve sâlih kullardan Evliyâyı vâsıta yaparak,
    onları şefaatcı kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmaya ve Allahü teâlânın
    kerâmet olarak onlara verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeye ve
    Allahü teâlânın bir dileğe kavuşturması veya bu sıkıntıdan kurtarması için,
    kabirlerine gidip, onlardan şefaat istemeye inanmıyanlar, insan ölüp, toprak
    olunca, işitmez, görmez, kabir hayatı diye birşey yoktur diyorlar. Dünyada
    birşeye kavuşmak için, diriler sebep yapıldığı hâlde, ölülerin de, birşeye
    kavuşmak için sebep yapılmasına bir türlü inanmıyorlar. Eğer, ölülerin kabir
    hayatı denilen bir hayat ile diri olduklarına ve bu hayatlarından dolayı,
    bildiklerine, işittiklerine, gördüklerine ve kendilerini ziyâret edenleri
    tanıdıklarına, selâm verenlere karşılık selâm verdiklerine ve birbirlerini
    ziyâret ettiklerine, kabirde nîmet veya azâb içinde olduklarına ve nîmetim ve
    azâbın, ruh ile bedene birlikte olduğuna ve tanıdıkları dirilerin yaptıkları işlerin
    kendilerine bildirildiğine ve iyi işleri öğrenince, Allahü teâlâya hamd edip
    birbirlerine müjde verdiklerine ve işi yapana duâ ettiklerine, kötü işleri
    öğrenince, bunları yapanlara duâ ederek yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmak
    nasip et! Bize yaptığın gibi, onlara da hidâyet nasip eyle dediklerine
    inansalardı, böyle inkâr etmezlerdi. Çünkü ölmek, bir evden, başka bir eve göç
    etmektir. Bu bildirdiklerimizin hepsinin doğru olduklarını, Kur'an-ı kerim ve
    hadis-i şerifler ve icmâ'ı ümmet bildirmektedir. Bunlara inanmıyan, îman
    edilmesi vâcib olan birşeye inanmamış olup, bid'at fırkalarından olur.
    Resûlullahın sünnetinden ayrılmış olur. Çünkü, Mahşer yerinde toplanmak için
    dirilip, mezardan çıkmaya inanmak, îmanın altı şartından biridir. Buna
    inanmıyan kâfir olur. Ölüler için kabir hayatı olup, nîmeti ve azâbı
    duyduklarına inanmamak, küçük kıyâmete inanmamaktır. Küçük kıyâmet, büyük
    kıyâmetin örneğidir.
    [Kabir azâbına inanmıyan câhiller, (Mezarda bedenler
    çürümüştür. Organlar kalmamıştır. Duymazlar, görmezler. Bedene azâb ve nîmet
    olmaz)
    diyorlar. Buna deriz ki, ruhun ölmediğine siz de
    inanıyorsunuz. Bunun için, onun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de
    inanmalısınız. Böyle olunca, ruhdan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi,
    Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta olmasını beklemeye, karşı olmamanız Îcap
    eder. Çünkü, bütün dinler, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildirmektedir.
    Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebep oldukları gibi, diri
    ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı red edilmez. Bunu, iyi
    düşünemediği için, ölüden bir yardım beklenemez. Allahü teâlânın birşeyi
    yaratması için, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ruhlarından yardım bekliyen,
    onlardan şefaat istiyen kâfir olur, müşrik olur diyorlar.


    Osmanlı devletinde yetişmiş olan âlimlerin büyüklerinden
    Ehî-zade Abdülhalîm bin Muhammed, (Es-sâdât fî-isbât-il-kerâmeti
    lil-Evliyâ-i hâlel-hayat ve ba'del memât)
    kitabında, Allahü teâlânın
    Evliyâya kerâmet verdiğini, kerâmetlerin öldükten sonra da devam ettiğini
    vesikalarla isbât etmektedir. Abdülhalîm efendi, 1013 [m. 1604] de vefât
    etmiştir. Merginânînin (Hidâye)sine yaptığı şerh ile (Eşbâh)a
    tâlîkı ve (Dürer ve Gurer) hâşiyeleri çok kıymetlidir. Sa'düddîn-i
    Teftâzânî [Teftâzânî Mes'ûd 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etti.] (Akâid-i
    Nesefiyye)
    şerhinde, Evliyânın kerâmetlerini uzun yazmıştır. Birçok
    âlimler, bu şerh üzerine hâşiyeler yapmışlardır. Bunlardan biri, Hindistân
    âlimlerinden Abdülazîz Ferhârînin (Nebrâs) ismindeki arabî şerhidir.
    Buna da, Muhammed Berhurdâr Mültânî çok kıymetli bir hâşiye yapmıştır. Bunun
    476. sayfasında diyor ki, (Kerâmetin mevcut olduğunu isbât eden vesikaların en
    kuvvetlisi, Eshâb-ı kirâmın çoğundan hâsıl olan kerâmetlerdir. Bunları bildiren
    çeşidli kitaplar arasında, imam-ı Câfer Müstagfirînin (Delâil-ün-nübüvve)
    kitabıdır. Mu'tezile sapık fırkasında olanlar, kerâmeti inkâr etti ise de,
    Ehl-i sünnet âlimleri bunlara uzun cevaplar vermişlerdir). Abdülazîz Ferhârî
    1239 [m. 1824] de Hindistânda, imam-ı Câfer Müstagfirî Nesefî de, 432 [m. 1041]
    de vefât etmişlerdir.


    Şimdi, Sü'ûdî Arabistân hükûmetinin dünyaya vehhâbîliği
    yaymak için propaganda genel müdürlüğü kurduğunu, bunun için, her sene
    milyonlarca altın lira dağıttığını haber alıyoruz. Her memlekette bulunan,
    dînini, vicdânını satabilecek birkaç soysuz, beyinsiz kimse, paraya kavuşmak
    için, birçoğu da islâmiyeti bilmediğinden, yalanlara aldanarak, dinde reform
    akıntısına kapıldığı için, mezhepsizlik dellâllığı yapmakta, gençleri
    zehirlemekte, felakete sürüklemektedir. Kendilerini din adamı tanıtan bu
    câhiller, âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri tanımıyorlar. Eshâb-ı kirâmın
    ve Tâbiîn-i ızâmın sözlerini bilmiyorlar. Koyu câhildirler. Biraz arabca
    öğrenince, kendini âlim zannetmek, katmerli câhil olmak alâmetidir. Böyle
    kimse, okuyup öğrenmeye, adam olmaya özenmez. Aldıkları altınlarla, zevk ve
    safâya dalar. Dinden de, dünya bilgilerinden de habersiz kalır. Zevallı
    gençler, böyle kimseyi din adamı, hem de âlim sanır. İslâmiyeti yıkan, kemiren,
    bunlardır. Din adamı ismi altında, müslümanların başına geçmeleri ise, büyük
    felaket olur. Böyle câhil kalanlar, din bilgisi diyerek, kısa akıllarına, boş
    kafalarına gelen hayâlleri yazarlar. Sapıktır ve başkalarını da
    saptırmaktadırlar. Buhârîdeki hadis-i şerif, bunların türeyeceklerini haber
    vermektedir.]


    Kabirde, hem ruha, hem de bedene nîmet ve azâb vardır. Buna,
    böylece inanmak lâzımdır. İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî 135-189 [m. 805], (Akâid-i
    Şeybâniyye)
    manzûmesinde, (Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı, hem ruha, hem
    de bedene olacaktır) buyurdu. Yâni, kabirde nîmetler ve azâblar, ruha ve cesede
    birlikte olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lâzımdır. Gaybe îman
    etmek lâzımdır. Buna inanmamak, kıyâmet günü olan (ba's) yâni, mezardan
    kalkmaya inanmamaya yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile
    olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur. İnsan kabir
    azâbını, diri iken anlıyamıyor ise de, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve
    bu ümmetin önce gelenleri, kabir azâbı olacağını haber vermişlerdir. Bu
    haberleri aşağıda ayrı ayrı bildireceğiz. Sonra, Allahü teâlânın sevdiği
    kullarının mezarlarından şefaat ve Allahü teâlânın yaratması için vâsıta,
    vesîle olmalarını istemek câiz olduğunu gösteren hadis-i şerifleri
    bildireceğiz. Bunları okuyup anlıyanlar, ölülerin kendilerinin birşey
    yapmadıklarını, mezhepsizlerin iftirâ ettikleri gibi, onlardan birşey
    yapmalarının istenilmediğini göreceklerdir. Bunlar, dirilerin hareket
    ettiklerini, iş yaptıklarını görerek, bunlardan yardım, şefaat istiyenlerin
    bunların kendilerinden istediklerini sanıyorlar. Hâlbuki, dirilerden istemek
    de, bunların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmalarını istemektir. Herşeyi
    yaratan, yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Diri de, ölü de, canlı da, cansız da,
    Onun yaratmasına sebep olmaktadır. Onun yaratmasına, mahlûkların sebep
    olmalarını, yine O dilemiştir. Âlemin nizâmlı, düzenli olması için, birçok
    şeyi, sebep ile yaratmak istemiştir. Dilediği birçok şeyi de, sebepsiz
    yaratmaktadır.


    Peygamberler ve Evliyâ mezarlarında, kabir hayatı denilen,
    bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden birşey yapamazlar.
    Allahü teâlâ, onlara sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermiştir. Onları
    sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikrâm, ihsân yapmaktadır. Onların
    hurmeti için, istenileni yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebep olmaları
    onlardan istenir. Mezhepsizlerin, Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik
    oluyorlar demeleri yalandır. Müslümanlara iftirâdır. Birkaç câhil veya dinsiz,
    sâf köylüleri soymak, dünya menfaati sağlamak için, islâmiyete uymıyan, kötü iş
    yapabilir. İslâm bilgileri, islâm ahlâkı, bir memlekette azalırsa, böyle
    zındıkların, sapıkların türeyecekleri belli bir şeydir. Bunları behâne ederek,
    mezhepsizliği savunmak yerine, bu bozuk işleri düzeltmek, yıkıcı değil, yapıcı
    olmak Îcap eder. Müslümanlar arasında, kabir hayatına ve kabirde nîmet ve
    azâblar olduğuna inanıp da, Peygamberlerin ve Evliyânın öldükten sonra, Allahü
    teâlânın yaratmasına sebep olacaklarına inanmıyanlar var. Yâhut, Allahü
    teâlânın yaratmasını düşünmeden yalnız onlardan isteniliyor, onlardan şefaat
    istenmesi, dileklerin onlar vâsıtası ile elde edilmesi, islâmiyette
    bildirilmemiştir diyenler de vardır. Böyle söyliyenler, kabir hayatına
    inanmıyanlar kadar zararlı değildir. Bunlar, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri
    bilmedikleri için yâhut inat ederek böyle söyliyorlar. Müslümanların inatçı
    olmaması, doğru sözü kabûl etmesi lâzımdır. Cevaplarımızı sekiz kısm hâlinde
    bildireceğiz.

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Salı Tem. 20, 2010 2:42 pm


    Birinci kısm:
    Peygamberler kabirlerinde diridirler. Diri olmaları, sözde değildir. Tâm diridirler. İmrân sûresinin
    yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar,
    Rablerinin yanında diridirler. Rızklandırılmaktadırlar)
    buyuruldu.
    Bu âyet-i kerime, şehitlerin diri olduklarını bildiriyor. Şehitler, başka
    müslümanlar gibidirler. Onlardan bir üstünlükleri yoktur. Peygamberler, şehitlerden
    elbet daha ileride ve daha üstündür. İslâm âlimlerine göre, her Peygamber,
    şehit olarak ölmüştür. Bunu bilmiyen yoktur. Burhâneddîn Ali Halebî, [Ali
    Halebî şâfi'î 1044 [m. 1634] de Mısrda vefât etti.] (İnsân-ül'uyûn)
    ismindeki (Siyer) kitabında, derecesi aşağı olanda, derecesi yukarı olanda bulunmıyan
    bir üstünlük bulunabilir diyor ise de, bu sözün burada yeri yoktur. Çünkü bu
    söz, âyet-i kerimede veya hadis-i şerifte açıkça bildirilmemiş olan üstünlük
    içindir. Peygamberlerin şehit oldukları, hadis-i şerifler ile bildirilmiş
    olduğu için, Halebînin sözü, burada düşünülemez. Buhârîde ve Müslimde
    bildirilen hadis-i şerifte, (Mîraç gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın
    kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakta namaz kılıyordu)
    buyuruldu.
    Beyhekînin ve başkalarının bildirdikleri bir hadis-i şerifte, (Peygamberler,
    mezarlarında diridirler. Namaz kılarlar)
    buyuruldu. Başka bir hadis-i
    şerifte, (Allahü Teâlâ toprağın Peygamberleri çürütmesini haram
    etmiştir)
    buyuruldu.
    Bunun doğru olduğunu, âlimler sözbirliği ile bildirmektedir. Buhârîde ve
    Müslimde, (Allahü Teâlâ, Mîraç gecesinde, bütün Peygamberleri,
    Peygamberimize gönderdi. Onlara imam olup, iki rekât namaz kıldılar)
    yazılıdır.
    Namaz kılmak, rükû' ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, ceset ile,
    beden ile kıldıklarını gösteriyor. Mûsâ aleyhisselâmın, kabrinde namaz
    kılması da, bunu göstermektedir. (Mişkât) kitabının son cildinde, (Mîraç)
    bâbının birinci faslı sonunda, Müslimden alarak Ebû Hüreyrenin
    bildirdiği hadis-i şerifte, (Kâbenin yanında, Kureyş kâfirleri, bana
    Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular. Oralara dikkat etmemiştim. Çok sıkıldım. Allahü
    Teâlâ bana gösterdi. Kendimi Peygamberler arasında gördüm. Mûsâ aleyhisselâm,
    ayakta namaz kılıyordu, zayıf idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen'e
    kabîlesinden bir yiğit gibi idi. Îsâ aleyhisselâm, Urve bin Mes'ûd
    Sekafîye benziyordu)
    buyuruldu. Şen'e, Yemende bulunan bir kabîlenin ismidir.
    Bu hadis-i şerifler, Peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını
    gösteriyor. Onların cesedleri [bedenleri], ruhları gibi latîf olmuştur. Kesîf, katı
    değildir. Madde ve ruh âleminde görünebilirler. Bunun için Peygamberler,
    ruhları ve bedenleri ile görünebilirler. Hadis-i şerifte, Mûsâ ve Îsâ
    aleyhimesselâmın, namaz kıldıkları bildiriliyor. Namaz kılmak, çeşidli
    hareketler yapmaktır. Bu hareketler, beden ile olur. Ruh ile olmaz. Mûsâ
    aleyhisselâmı, orta boylu, eti az, zayıf, saçları toplu gördüm
    buyurması, ruhunu değil, bedenini gördüğünü gösteriyor. Peygamberler, başka
    insanlar gibi ölmez. Geçici olan dünyadan, sonsuz kalıcı olan âhırete göç ederler.
    İmâm-ı Beyhekî (Îtikat) kitabında buyuruyor ki, Peygamberler, mezara
    konduktan sonra ruhları bedenlerine geri verilir. Biz onları göremeyiz. Melekler
    gibi, görünmez olurlar. Yalnız, Allahü teâlânın kerâmet olarak ihsân ettiği
    seçilmiş kimseler görebilir. İmâm-ı Süyûtî de böyle bildirmiştir. İmâm-ı Nevevî
    ve Sübkî ve İmâm-ı Kurtubî üstâdından böyle haber vermişlerdir. [İmâm-ı Beyhekî
    458 [m.1066] de Nişâpûrda, imam-ı Ebül-Hasen Ali Sübkî 756 [m. 1355[ da Mısrda,
    Muhammed Kurtubî 671 [m. 1272] de vefât etmişlerdir.] Hanbelî âlimlerinden ibni
    Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-Ruh)da, onun bu haberini yazmaktadır.
    Şâfi'î âlimlerinden ibni Hacer-i Hiytemî ve Şemsüddîn-i Remlî ve kâdı Zekeriyyâ
    ve hanefî âlimlerinden Ekmelüddîn ve Şernblâlî ve mâlikî âlimlerinden ibni
    Ebî Cemre ve talebesi İbnülhâc (Medhal) kitabında ve İbrâhîm Lakânî (Cevheret-üt-tevhîd)
    kitabında ve daha birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. [İbni
    Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de, İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de,
    Şemsüddîn Muhammed Remlî 1004 [m. 1596] de, Kâdı Muhammed Zekeriyyâ 926 [m. 1520]
    da Mısrda vefât etmişlerdir.] Hicretin altmışbirinci senesinde (Harre) olayında
    Yezîdin adamları Medîne-i münevverede işkence yaptıkları gün, Saîd bin Müseyyib
    diyor ki, Mescid-i nebîde ezan okunamaz, namaz kılınamaz olunca, (Hucre-i
    nebeviyye)
    den ezan ve ikâmet sesi işitildi. Bunu, ibni Teymiyye de, (İktizâ-üs-Sırât-il-müstakîm)
    kitabında yazmaktadır. Çok kimse, selâmlara, Kabr-i saadetten cevap verildiğini, çok zaman işitmişlerdir.
    Başka kabirlerden de, selâmlara cevap verildiği, çok işitilmiştir. Bunu ileride, bildireceğiz. Peygamberlerin
    mezarlarında diri oldukları sözbirliği ile bildirilmiş olduğu anlaşıldı.
    Sahih hadiste, (Bana selâm verilince, Allahü Teâlâ, ruhumu geri gönderip,
    ona cevap veririm)
    buyuruldu. Bu hadis-i şerif, yukarıda bildirilenlere
    uygun olmuyor denilemez. Yâni, mübârek ruhunun cesed-i şerifinden ayrıldığını,
    selâm verilince geri verildiğini gösteriyor denilemez. Böyle söyliyenlere
    karşı, âlimler çeşidli cevaplar vermiştir. İmâm-ı Süyûtî, bu cevaplardan
    onyedisini bildiriyor. Bu cevapların en güzeli, Resûlullah, cemâl-i ilâhîyi görmeye
    dalmıştır. Bedendeki duyguları unutmuştur. Bir müslüman selâm verince,
    mübârek ruhu, bu dalgınlıktan ayrılıp, beden duygularını alır. Dünyada, böyle
    olanlar da az değildir. Bir dünya işi veya âhıret işi, aşırı düşünülürken, insan
    yanında konuşulanı duymaz. Cemâl-i ilâhîye dalan kimse, bir sesi işitebilir mi?

    Resûlullah uykuda ve uyanık iken görülebilir mi?
    Görülebilirse, görünen, kendisi midir, benzeri midir? Âlimlerimiz, buna çeşidli
    cevap verdiler. Kabirde diri olduğunu, sözbirliği ile bildirdikten sonra,
    kendisinin görüldüğünü çoğunlukla beyan buyurmuşlardır. Böyle olduğu,
    hadis-i şeriflerden de anlaşılmaktadır. Bir hadis-i şerifte, (Beni rü'yâda
    gören uyanık iken görmüş gibidir)
    buyuruldu. Bunun için, imam-ı Nevevî
    hazretleri, Onu rü'yâda görmek, tâm kendisini görmektir dedi. Nitekim,
    Abdürraüf Münâvînin, [Münâvî 1031 [m. 1621] de Kahirede vefât etti.] (Künûz-üd-dekâık)
    kitabında yazdığı ve Buhârîde ve Müslimde bulunduğunu bildirdiği hadis-i
    şerifte, (Beni rü'yâda gören doğru görmüştür. Çünkü şeytan, benim
    şeklime giremez)
    buyuruldu. Rü'yâda benzeri görülmüş olsaydı, doğru olarak
    görülmüş olmazdı. İbrâhîm Lakânî, (Cevheret-üt-tevhîd) kitabında diyor ki,
    hadis âlimleri, Resûlullahın uyanık iken de, rü'yada da görülebileceğini,
    sözbirliği ile bildirmişlerdir. Görülen, kendisi midir, benzeri midir, bunda
    ayrılmışlardır. Çokları, kendisidir dedi. İmâm-ı Gazâlî ve Ahmed Karâfî
    ve birkaç âlim ise, benzeridir dedi. Kendisi görülür diyenler
    çoğunluktadır.İçlerinde otuzdan çok hadis imamı, büyük âlimler vardır. Herbirinin
    senetlerini, vesikalarını, ayrı bir kitapta bildirdim. [Ekmelüddîn
    Muhammed Bâbertî 786 [m. 1384] da, Şernblâlî Hasen 1069 [m. 1658] da Mısrda,
    Abdüllah ibni Ebî Cemre 675 [m. 1276] de ve Muhammed ibnülhâc Fâsî 737 [m. 1337]
    de ve İbrâhîm Lakânî 1041 [m. 1632] de ve Ahmed Şihâbüddîn Karâfî 684 [m.
    1285] de vefât etmişlerdir.]

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Salı Tem. 20, 2010 2:50 pm


    İkinci kısm: Ölülerin işitmelerine ve görmelerine gelince, şehitlerin, kabirlerinde
    diri oldukları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmiştir. Velîler, Allahü teâlânın, kerâmet olarak
    ihsân etmesi ile, işitir ve görürler. Allahü teâlâ, sevdiği kulları için, âdetinin, kanûnlarının
    dışında şeyler yaratır. Önce Peygamberlerin ve hele bunların en yükseği olan
    Muhammed aleyhisselâmın ve şehitlerin ve Velîlerin, mezarlarında işittiklerine ve
    görmelerine inanmıyan câhilleri susturmak için, kâfirlerin bile mezarda
    duyduklarını ve işittiklerini bildireceğiz. Buhârînin bildirdiği hadis-i
    şerifte, (Meyyit mezara konup, mezar başındakiler dağılırken, onların
    ayak seslerini işitir)
    buyuruldu. Buhârîde ve Müslimde yazılı olan
    hadis-i şerifte, Bedrde öldürülen kâfirlerin, birkaç gün sonra, bir çukura
    konulması emrolundu. Bundan da birkaç gün sonra, Resûlullah çukurun başına gelip
    durdu. Çukurdakilere, ismlerini ve babalarının ismlerini birer birer
    söyliyerek, (Rabbinizin,size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere
    kavuştum)
    buyurdu. Hz. Ömer bunu işitince, (Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi
    söyliyorsun?) deyince, Resûlullah, (Beni doğru Peygamber olarak gönderen Rabbimin
    hakkı için söyliyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat
    cevap veremezler)
    buyurdu. Buhârînin ve Müslimin bildirdikleri hadis-i
    şerifte, (Meyyit,yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından azâb duyar) buyuruldu.
    İmâm-ı Nevevî, Müslim kitabını açıklarken, bu hadis-i şerif için, (Meyyit,
    yakınlarının bağırarak ağlamasından azâb duyar ve onlara gücenir) dedi.
    Muhammed bin Cerîr Taberî de böyle söyledi. Kâdı Iyâd da, en iyi söz
    budur diyerek, Resûlullahın, oğlu için yüksek sesle ağlıyan bir kadını
    susturduğunu bildirdi. (Ey müslümanlar! Mezardaki kardeşlerinize yüksek sesle
    ağlıyarak, onları incitmeyiniz!)
    buyurdu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki,
    meyyit, yakınlarının ağlamalarını işitmektedir. Bununla incinmekte ve azâb
    duymaktadır. [Muhammed bin Cerîr 310 [m. 923] da Bağdâdda, Kâdı Iyâd Mâlikî 544 [m.
    1150] de Merrâküşte vefât etti.]


    Resûlullah buyurdu ki, (Mezarda olanlara selâm vereceğiniz zaman, esselâmü aleyküm
    deyiniz!)
    Bunun için, (Esselâmü aleyküm! Yâ ehle dâril-kavmil müminin) denir. Böyle selâmın da,
    işiten ve anlıyan kimseye söyleneceği belli birşeydir. İşitmeselerdi, yokluğa ve
    taşa selâm vermek olurdu. Selef, yâni, islâmın büyük âlimleri, böyle selâm
    verileceğini, sözbirliği ile bildirdiler.

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Salı Tem. 20, 2010 2:53 pm

    Üçüncü kısm: Meyyit, kendini ziyârete gelenleri tanır.
    Ebû Bekr Abdüllah bin Ebiddünyâ, (Kitap-ül-kubûr)da diyor ki, Hz.
    Âişenin haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, din kardeşinin
    kabrini ziyârete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap
    verir) buyuruldu. Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, tanıdığının
    mezarı başına gidip selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir.
    Tanımadığı kimsenin kabrine gidip selâm verince, meyyit selâmına cevap
    verir) buyuruldu. Yûsüf ibni Abdülberr ve (Ahkâm) kitabının sahibi olan Abdülhak,
    bu hadis-i şerif için sahihdir dediler. İbni Kayyım-ı Cevziyye, bu hadis-i
    şerifi (Kitap-ür-Ruh)da bildiriyor. Sonra çeşidli haberleri de yazıp, burada yazacak daha birçok
    haberler vardır diyor. Hadis-i şeriflerde, ziyâret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni
    tanımasaydı, ziyâret kelimesi kullanılmazdı. Her
    dilde ve her lügatta, ziyâret kelimesi, tanıyan ve anlıyan kimselerin
    buluşmasında kullanılır. (Selâmün aleyküm) de anlıyan kimseye söylenir. Bir
    kimse, kabre yakın bir yerde namaz kılarsa, meyyitler bunu görür. Namaz
    kıldığını anlar ve imrenirler. Yezîd bin Hârûn Sülemî diyor ki: İbni Sâseb, bir
    cenâzede bulundu. Bir mezar yanında iki rekât namaz kıldı. Sonra kabre dayandı.
    Diyor ki, vallahi uyanıktım. Kabirden bir ses işittim. (Beni incitme! Siz
    ibâdet yaparsınız, fakat işitmezsiniz, bilmezsiniz. Biz ise biliriz. Fakat
    hareket edemeyiz. Bana göre, şu kıldığın iki rekâttan daha kıymetli birşey
    yoktur) dedi. Meyyit, İbni Sâsebin kabre dayandığını ve namaz kıldığını
    anlamıştı. İbni Kayyım, bunu bildirdikten sonra, meyyitin işittiğini gösteren, Eshâb-ı
    kirâmdan gelen çeşidli haberleri yazmıştır. Mezhepsizler, İbni Kayyım için
    müctehid diyorlar. Onu aşırı övüyorlar. Fakat, İbni Kayyımın bu yazılarına
    inanmıyorlar. İnananlara da müşrik diyorlar. Bu hâlleri, islâm âlimlerine kıymet
    verdiklerini değil, işlerine geldiği zaman övdüklerini, hiçbir âlimi beğenmediklerini
    göstermektedir. [İbni Ebiddünyâ 261 [m. 894] de Bağdâdda, İbni Abdülberr 463
    [m. 1071] de Şâtibede, Yezîd bin Hârûn Sülemî 206 [m. 821] da vefât etti.]

    Hz. Âişe, Bedr gazâsında çukura konulan kâfirlerin işitmediğini söyledi. Bunun için, bazı kimseler,
    hiçbir mevtâ, hattâ müminler bile mezarda işitmez sandı. Bazı câhiller, şehitlerin, hattâ
    Resûlullahın bile,işitmiyeceklerini söylediler. Meyyitin işitmesine inanmıyanlar
    aldandılar. Çünkü Âişe, yalnız o çukurdaki kâfirlerin işitmediğini söyledi.
    Mezardaki kâfirlerin işitmelerini, Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinin, (Sen
    ölüye duyuramazsın. Sen mezarlarda olanlara işittiremezsin!) meâl-i şerifindeki
    işitmek gibi olduğunu sandılar. Hâlbuki, böyle değildir. Büyük âlimler
    bildiriyor ki, âyet-i kerimedeki işittirememek, işitip kabûl etmek ve îman
    etmek demektir. Allahü teâlâ, bunun gibi âyet-i kerimelerde, diri olan
    ve kulakları, gözleri ve beyinleri olan kâfirleri mezardaki ölülere
    benzetmektedir. Bu benzetiş, duymak ve anlamak bakımından değil,
    duygusuzluk ve anlayışsızlık, yâni kabûl etmemek ve inanmamak bakımındandır. Hastanın
    ruhu gargaraya gelince, yâni âhıretteki yerini görmeye başlayınca, îmana
    gelmesi fayda vermez. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, (Ezelde şakî olarak
    yazılmış olanları îmana çağırman, onlara fayda vermez). Bunların îmana
    çağrılması, mezardakilerin îman etmeleri gibi, kendilerine fayda vermez. Çünkü
    kabirdekiler, görmeden inanmaları lâzım gelen şeyleri gördükten sonra
    îman etmişlerdir. Böyle îmanları kabûl olmaz. Buradaki işitmek, kabûl etmek
    demektir. Filan kadın şöyledir, hiç söz duymaz denir. Böyle söylemek,
    işittiği hâlde kabûl etmez demektir. Kâfirler için gelmiş olan iki âyet de
    böyledir. Onlar diridirler, gözleri ve kulakları vardır. Fakat Allahü teâlâ,
    onları şakî yaptığı için, kalblerini mühürlediği için, Peygamberine diyor ki: (Sen
    onlara duyuramazsın). Yâni, senin sözünle îmanı kabûl etmezler. Mezarda
    olanların îmanları kabûl olmadığı gibi, onlar da îmanı kabûl etmezler
    demektir.Hadis-i şeriflerde, ölülerin işittikleri bildiriliyor. Bu işitmek
    kulakla olan işitmektir. İki âyet-i kerimede bildirilen işittirememek ise, kabûl
    ettirememek demektir. Aklı olan, iyi düşünebilen bir kimse, bu iki işitmeyi
    birbirinden kolay ayırabilir. Allahü teâlâ, Neml sûresinin sekseninci âyetinde
    meâlen, (Sen ölüye işittiremezsin) buyurduktan sonra, (Sen ancak îman edenlere
    işittirebilirsin) buyurdu. Müminlerin işittiğini bildirdi. İşitmek, kabûl
    etmek demek olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Âyet-i kerimede
    işittiremezsin buyurulması, kulaklariyle duymazlar demektir denirse, Allahü teâlâ,
    kabirdeki müminlerin işittiklerini bildirmiş olur ki, bizim anlatmak istediğimiz
    de budur. Kabirdeki müminlerin işittikleri, Kur'an-ı kerim ile açıkça
    bildirilince, buna kimse inanmamazlık yapamaz. Kur'an-ı kerimden sonra
    müslümanların en sağlam kaynağı olan hadis-i şerife inanmıyanın da, buna
    inanması Îcap eder.
    Hz. Âişe, kabirdeki yalnız kâfirlerin işitmiyeceklerini
    söylemiştir. Çünkü, yukarıda yazdığımız, Onun bildirmiş olduğu hadis-i
    şerifte,(Bir kimse mümin kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında
    oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu.
    Onu tanıması ve selâm vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selâmını duyduğunu
    göstermektedir. Âişe kâfirlerin işitmediğini haber verdi ise de, onların
    bildiklerini de haber vermektedir. Kendisinin bildirdiği bir hadis-i
    şerifte, (Benim doğru söylemiş olduğumu, onlar şimdi bilirler) buyurulmaktadır.
    Âlimler buyuruyor ki, bilmek, işitmekle olur. Bunun için, ikisi arasında bir
    uygunsuzluk yoktur. İbni Teymiyye ve ibni Kayyım-ı Cevziyye ve ibni
    Receb ve Süyûtî ve daha birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü
    ölmek, bazı câhillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün
    duygularının yok olması lâzım gelirdi. Hz. Âişenin bildirdiği, Buhârîde yazılı olan
    hadis-i şerifte, meyyitin bildiği haber verildiği için, duygularının gitmediği
    anlaşılmaktadır. Diğer Sahâbîlerin haber verdikleri hadis-i şeriflerde
    ölülerin işittikleri bildirilmiştir. Hz. Âişenin, bu (işitmek) kelimesinin, kabûl
    etmek, îman etmek demek olduğunu zannetmesi, âlimlerin söz birliğine
    uymamaktadır.Eshâb-ı kirâmın sözleri ile Onun sözünü ve Onun haberindeki sözlerini
    birleştiren en doğru söz yine Onun haber verdiği ziyâret hadis-i
    şerifidir.[Abdürrahmân ibni Receb hanbelî 795 [m. 1393] de Şâmda vefât etti.]
    İbni Hümâm, (Hidâye şerhi) olan (Feth-ul-kadîr) kitabında diyor ki, Hanefî mezhebinin
    âlimleri yemin bilgilerini anlatırken diyorlar ki,(Meyyit işitmez. Bir kimse ile konuşmamak için
    yemin eden bir kişi, onun ölüsü ile konuşsa, yemini bozulmaz). (Hanefî âlimlerinin yemin için olan
    sözleri örf ve âdete dayanmaktadır. Bu sözler, ölünün işitmediğini göstermez. Hanefî
    âlimleri, yemin üzerinde bilgi verirken; bir kimse et yimemek için yemin etse,
    sonra balık yise, yemini bozulmaz. Hâlbuki, Allahü teâlâ balığa güzel et
    demiştir. Fakat âdette balık eti, başkadır. Bunun gibi bir kimse, birisi
    ile konuşmamaya yemin etse, öldükten sonra ona söylese, yemini bozulmaz.
    Çünkü,âdette konuşmak demek, karşılıklı konuşmak demektir. Meyyit işitir,
    fakat işitecek gibi konuşmadığı için âdete göre konuşulmuş olmaz. Bunun için, o
    kimsenin yemini bozulmaz) denilmiştir. Meyyit işitmediği için, yemini
    bozulmaz demek değildir. İbni Hümâm, Hz. Âişenin (Bedr çukurundaki kâfirlere
    söylemesi ve diriler, onlardan daha çok işitici değildirler diye yemin etmesi)
    hadis-i şerifine sahih değildir dediğini bildiriyor. Âişe, Allahü teâlâ, (Sen
    kabirde olanlara işittirici değilsin. Sen ölüye duyuramazsın)
    buyurduktan
    sonra, Resûlullahın öyle söylediği doğru olmaz demiştir diyor. Fakat bu
    hadis-i şerif sözbirliği ile bildirilmiştir. Hz. Âişenin buna inanmaması
    düşünülemez. Bu hadis-i şerif ile âyet-i kerime arasında uygunsuzluk da yoktur.
    Âyet-i kerimedeki ölü, kâfirleri bildirmektedir. İşittiremezsin demek de,
    faydalı olmaz demektir. İşitmezler demek değildir. Bekara sûresinin, (Sağırdırlar,

    dilsizdirler,kördürler, anlamazlar) meâlindeki yüzyetmişbirinci âyet-i
    kerimesi de böyledir. Yâni kulakları vardır. Gözleri vardır. Fakat îmana ve
    doğru yola çağırmanı işitmedikleri ve görmedikleri için, Allahü teâlâ,
    onlara sağır gibi ve kör gibi buyurmuştur. (Sen ölüye işittiremezsin) âyet-i
    kerimesi için, imam-ı Beydâvî hazretleri, onlar doğru söze karşı kulaklarını
    tıkayanlar gibidir. Allahü teâlâ dilediğine işittirerek hidâyete kavuşturur
    diyor. Küfürde inat edenleri Allahü teâlâ, ölülere benzetiyor. Bu âyet-i
    kerime, Kasas sûresinin, (Sen sevdiğini îmana getiremezsin. Fakat Allahü
    Teâlâ, dilediğini îmana kavuşturur) meâlindeki ellialtıncı âyet-i kerimesine
    benzemektedir. İbni Hümâm, sözüne devam ederek, ölülere duyurmak
    yalnız Resûlullah içindir demektedir. Buna karşılık, bir şeyin Resûlullaha mahsûs
    olduğunu söyliyebilmek için delîl, senet lâzımdır deriz. Burada böyle
    bir senet yoktur. Hz. Ömerin suâli ve verilen cevap da, husûsî olmadığını
    göstermektedir.İbni Hümâm, Bedr çukurundaki kâfirlere söylemek, bir atasözünü
    tekrarlamak gibi olur diyor ise de, Hz. Ömere verilen cevap, böyle olmadığını
    göstermektedir.İbn-ül-Hümâma göre, Müslim kitabındaki, meyyitlerin cenâzede
    bulunanların dönüşlerindeki, ayaklarının seslerini işiteceklerini bildiren hadis-i
    şerif,meyyitin kabre konulduğu zaman, suâl ve cevap için işitmesini
    göstermektedir.Ondan sonra, artık hiç işitmiyeceğini bildirmektedir. Çünkü, âyet-i
    kerimeden,meyyitin işitmediği anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, kâfirlerin işitmediğini
    bildirmek için, onları ölüye benzetmiştir diyor. Buna cevap verilir ki, bu söz,
    kendi kendini çürütmektedir. Çünkü, meyyitin kabre konduğu zaman,
    işiteceğini söyliyenin, her zaman işiteceğine de inanması lâzımdır. Başka zamanlarda
    işitmez denilmemiştir. Kabre konulduğu zaman işiteceğini söylemenin de, âyet-i
    kerimeye uygun olmaması lâzım gelir.Kabirde bulunan meyyitlere selâm vermenin sünnet olduğunu,
    Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildirmiştir. Büyük âlim İbni Melek (Mesâbîh)
    kitabını şerh ederken (Kabirde bulunanlara selâm vermek) hadisini
    açıkladıktan sonra, (Bu hadis-i şerif, meyyitin işitmiyeceğini söyliyenlerin
    yanıldıklarını gösterdiği gibi, imam-ı Ahmedin ve Ebû Dâvüdün (Sünen) kitaplarında
    ve Hâkimin (Müstedrek) kitabında ve İbni Ebî Şeybenin (El-musannef)
    [b]kitabında ve Beyhekînin (Azâb-ül-kabir) kitabında ve Tayâlisî ile Abdü ibni
    Hamîdin (Müsned) kitaplarında ve Hammâd ibni Sırrînin (Ez-zühd) kitabında
    ve ibni Cerîr ve ibni Ebî Hâtemin ve başka âlimlerin sahih yollarla
    bildirdikleri Berâ' bin Âzibin bildirdiği,(Kabirdeki fitne ve suâl)
    hadisinin
    sonunda, (Mümin olan meyyit için, kulum doğru söyledi sesi işitilir. Kabre
    Cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetten
    bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Görebildiği yerlere kadar
    yayılır. Güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokular saçan birisi gelir.
    Buna,sen kimsin? Senin o hayrlı yüzün nedir der. Ben, senin sâlih amelinim
    der. Bunu işitince, Yâ Rabbî! Kıyâmet çabuk kopsa! Yâ Rabbî, kıyâmet çabuk kopsa
    da,çoluk çocuğuma ve mallarıma kavuşsam der) buyurulmuştur. Kâfir olan
    meyyit için, bunların tersi, sıkıntılar olur. Bu hadis-i şerif, meyyitin
    işittiğini ve gördüğünü ve konuştuğunu ve koku aldığını ve anlayışı olduğunu ve
    düşündüğünü ve cevap verdiğini göstermektedir. Bu işlerin hepsi, kabir suâlinden
    sonra olmaktadır.Böyle olduğunu, âlimler sözbirliği ile söylemişlerdir. İmâm-ı Süyûtî
    gibi hadis imamları, bu hadisin (Mütevâtir), yâni en doğru hadislerden
    olduğunu bildirmişlerdir. Bu hadis-i şerif, ölülere selâm vermenin, dirilere
    selâm vermek gibi olduğunu ve onların da işittiklerini göstermektedir)
    demektedir.[İmâm-ı Ahmed 241 [m.855] de Bağdâdda, Ebû Dâvüd Süleymân
    Sicstânî hanbelî 275 [m. 888] de Basrada, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405
    [m. 1014]de Nişâpûrda, Abdüllah ibni Ebî Şeybe 235 [m. 850] de, Ebû Bekr Ahmed
    Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrda, Ebû Dâvüd Süleymân Tayâlisî Basrî 204 [m.
    818[ de,Ebû Muhammed Abdü ibni Hamîd Keşî 249 [m. 863] da, Hammâd ibni Sırrî
    Dârimî 243 [m. 857] de Kûfede, Muhammed bin Cerîr Taberî 310 [m. 923] da Bağdâdda,
    Ebû Bekr Muhammed ibni Ebî Hâtem Nişâpûrî 320 [m. 932] de, Abdüllatîf ibni
    Melek 801 [m. 1399] de İzmirde Tirede vefât etmişlerdir].
    (Fetâvâ-yı Hindiyye) kitabında, (Kabir ziyâretinin yasak olmadığını imam-ı a'zam
    Ebû Hanîfe bildirmiştir. [Vehhâbî kitabı da, kabir ziyâretinin câiz olduğunu yazmaktadır.]
    İmâm-ı Muhammedin sözünden, kabir ziyâretinin, kadınlar için de câiz olduğu anlaşılmaktadır) diyor.
    (Tehzîb) kitabında,(Kabir ziyâreti müstehabdır. Meyyiti ziyâret etmek, yakın ve uzaklığına
    göre onu diri iken ziyâret etmek gibidir) diyor. Hüseyn Sem'ânînin (Hazânetül-müftîn)

    kitabında da böyle yazılıdır. Kabirleri ziyâret ederken, ayakkabılar çıkarılır. Meyyitin
    yüzüne karşı, kıbleye arka vererek durulur.(Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr!Allahü Teâlâ
    sizi ve bizi mağfiret eylesin! Siz bizim öncülerimizsiniz. Biz de sizin eserleriniziz!) denir. (Garâib)

    kitabında da böyle yazılıdır. Kabristanda, yüksek sesle veya yavaşça, (Sûre-i
    mülk) okunabilir.
    Diğer sûrelerin de okunacağı, (Zahîre) kitabında, (kabirlerin yanında
    Kur'an-ı kerim okumanın fazîleti) anlatılırken bildirilmektedir. Kâdîhân
    Hasenin [Kâdîhân Fergânî 592 [m. 1196] da vefât etti.] (Haniyye) fetvâlarında
    yazılı olduğu gibi, meyyitin Kur'an-ı kerim sesini duyarak rahatlamasını niyet
    eden kimse, yüksek sesle okur. Böyle niyet etmiyen kimse, yavaş okur.
    Çünkü, Allahü Teâlâ, Kur'an-ı kerimi nasıl okunursa okunsun işitir. (Bezzâziyye)de
    diyorki, kabristandaki yeşil otları koparmak mekruhtur. Çünkü, bu otlar,
    tesbîh eder. Bu tesbîhler, meyyitin azâbdan kurtulmasına yarar. Meyyit
    bu tesbîhlerle rahat eder. Şernblâlînin (İmdâd-ül-fitâh) kitabında
    ve Hanefî âlimlerinden başkalarının kitaplarında da böyle olduğu yazılıdır.
    Fetvâ vermek derecesine yükselmiş olan böyle büyük âlimlerin bildirdiklerine
    göre, meyyit dirilerin işitemediği, yeşil otların tesbîhi gibi sesleri
    işitince,kendisine seslenen insanın sesini işitmez olur mu? İşitmez diyenler,
    belki dünyada kulakla işitildiği gibi işitmezler demek istemişlerdir. Böyle
    olunca,fıkh kitaplarında yemin bahsinde yemini anlatırken söylediklerinin
    araları bulunmuş olur. Resûlullahın hadis-i şerifine de inanılmış olur. Âlimler
    arasında sözbirliği hâsıl olur. Mezhebin reîsi olan imam-ı a'zam Ebû
    Hanîfe buna inanmadığını bildirdi denilirse, bu yüce imam da, öteki mezhep
    imamları gibi,(Sahih hadisler benim mezhebimdir) buyurmuştur. Hattâ, Resûlullaha pek
    fazla uyduğu için, (Mürsel), hattâ (Zayıf) olan hadis-i şerifleri bile mezhebine senet
    olarak almıştır. Böyle bir imamın, sahih hadislere
    uymıyacağı düşünülebilir mi? Buradan da anlaşılıyor ki, meyyitin işitmiyeceğini
    söyliyen birkaç âlim, dünyada işitildiği gibi işitmez demek istemişlerdir. Çünkü,
    sahih hadisi bırakıp da, başkasının sözüne uymak hiç bir âlim için câiz olmaz.
    Resûlullah efendimizin ve iki kabir arkadaşı olan Ebû Bekr ve
    Ömernın mübârek mezarlarını ziyâret etmenin ve onlara selâm vermenin ve
    kendilerinden şefaat istemenin sünnet olduğunu, hanefî mezhebinin
    âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Resûlullahın ve iki arkadaşının
    işittiklerine inanmamış olsalardı, bu sözleri birbirini tutmazdı. Hattâ, (Her kabri
    ziyâret etmek sünnettir) sözlerine uymazdı. Bunların yemin üzerindeki
    sözlerinin,dünyada dirilerin işitmesi için olduğu söylenince, sözlerinin arasında
    uygunsuzluk hiç kalmamaktadır.
    Fayda: Ahmed ibni Teymiyye, [İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda vefât etti.]
    (Kitap-ül-intisâr-fil-imam-ı Ahmed) kitabında diyor ki, (Bedr)de çukura doldurulan kâfirlerin
    işitmelerine, Hz. Âişenin inanmaması, onun için suç olmaz. Çünkü O, hadis-i
    şerifi işitmemiştir. Fakat başkalarının inanmaması suç olur. Çünkü, bu
    hadis-i şerif her tarafa yayıldı. Zarûrî inanılması lâzım gelen bilgilerden
    oldu. İbni Teymiyyenin bu sözü, Bedr çukurundaki kâfirlerin işittiklerine
    inanmıyanların kâfir olacağını göstermektedir. Çünkü, dinde inanılması zarûrî olan
    birşeye inanmıyanın kâfir olacağı mezhep kitaplarının hepsinde yazılıdır.
    Meyyitin işitmiyeceğini söyliyen birkaç âlim ve meselâ Âişe, kabirdeki kâfirlerin
    işitmiyeceklerini söylemişlerdir. Fakat, Resûlullahın ve ümmeti içinde
    şehit olanların, Velî olanların, kabirlerinde işiteceklerine inanmıyan hiçbir
    âlim yoktur. Hz. Âişe de, başkaları da, buna inanmışlardır. Zamanımızda
    türemekte olan mezhepsizlerin ve bunlara aldanan bazı câhillerin, meyyit işitmez
    demelerinin, hattâ Resûlullahı da buna katmalarının kötülüğü,
    çirkinliği, buradan anlaşılmaktadır. Bu câhillerin, bu sapıkların cezâlarını, kahhâr
    olan Allahü Teâlâ elbette verecektir. İbni Teymiyye, ölülerin diriltilmesi
    üzerindeki fetvâlarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyâret edenleri
    bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman,
    bunun geldiğini anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor.
    Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara
    gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor. Hz. Hâlid ibni Zeyd Ebû
    Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin haber verdiği hadis-i şerifi Abdüllah ibni Mübârek
    nakletmektedir. Bu hadis-i şerifte, (Bir mümin vefât ederken, bir
    rahmet meleği, bunun ruhunu alır. Meyyitler, dünyada müjde istiyenlerin
    toplandığı gibi, bunun etrâfına toplanırlar. Ona sormaya başlarlar. İçlerinden
    birkaçı da,kardeşinizi bırakınız dinlensin! Çok sıkıntılı yerden geliyor derler.
    Etrâfına üşüşürler. Dünyadaki tanıdıklarını sorarlar. Filan adam ne yapıyor?
    Filanca kadın evlendi mi? derler) buyurulduğunu bildiriyor. [Hâlid bin Zeyd
    49 [m.670] senesinde, Süfyân bin Avf emrindeki asker ile İstanbulu muhâsara
    ederken dizanteri hastalığından vefât etti. İstanbulda (Eyyûb) denilen
    yerdeki türbesi çok muhteşem olup, ziyâretciler, mübârek ruhu ile tevessül
    etmektedirler.] Allahü Teâlâ,şehitlerin diri olduğunu ve
    rızklandırıldıklarını bildirdi. Bir hadis-i şerifte, şehit ruhlarının
    Cennete girdikleri haber veriliyor. Âlimlerden birkaçı, bu nîmetlerin, yalnız
    şehitler için olduğunu, sıddîkların böyle olmadıklarını söyliyorlar ise de,
    imamlarımızın ve Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun söylediği doğrudur.
    Bunlar, diri olmak ve rızklandırılmak ve ruhların Cennete girmesi, yalnız
    şehitler için değildir dediler. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden böyle
    anlaşılmaktadır buyurdular. Bunların yalnız şehitler için bildirilmesi,
    şehitlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihâddan korkulmasını önlemek
    içindir. Cihâda gitmeye ve şehit olmaya mani olan şüpheyi gidermek içindir. İsrâ
    sûresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyiniz!) meâlindeki otuzbirinci
    âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek câiz
    olmadığı hâlde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet-i
    kerime, vak'alara göre gönderilmiştir. Abdülvehhâb oğlu Muhammed bu âyet-i
    kerimeyi ileri sürerek, kabir ziyâretini yasaklamaktadır.Buraya kadar, Ahmed
    ibni Teymiyye-i Harrânînin kitabındaki vesikaları bildirdik. Vehhâbîler, ibni Teymiyyenin
    yolunda olduklarını söyliyorlar. Onun büyük âlim olduğunu bildiriyorlar. Kendisine
    Şeyh-ul-islâm diyorlar. Hâlbuki, onun kitaplarını ve fikirlerini kabûl etmiyorlar. O,
    bütün meyyitlerin, şehitler gibi diri olduklarını ve şehitler gibi
    rızklandırıldıklarını bildiriyor. Onun sözüne uymıyan ve onun sözüne
    uyanlara kâfir ve müşrik damgası basanların, onun yolunda olduklarına hiç inanılır mı?
    Resûlullah, işitmez ve ziyârete gelenleri, kendisine yalvaranları
    görmez, bilmez ve tanımaz diyen ahmaklar, ibni Teymiyyenin ve hiçbir kimsenin
    yolunda değildirler. Kendi nefsleri, keyfleri arkasındadırlar. Allahü teâlâ,
    bunlara akıl versin ve doğru yolu göstersin. Âmîn! Meyyitlerin, dirileri
    gördüklerini bildiren vesikalardan biri, Buhârîdeki, (Her meyyite, her sabah ve her akşam âhıretteki
    yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana,
    Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifidir. Gösterilir sözü, gördüklerini
    bildirmektedir. Allahü teâlâ, (Fir'avn)ın adamları için, (Onlara sabah
    akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek
    faydasız olurdu. Ebû Nu'aym, Amr bin Dînârdan alarak bildiriyor ki, (Bir
    kimse ölünce, ruhunu bir melek tutar. Ruh, bedenin yıkanmasına,
    kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir). Abdüllah
    ibni Ebiddünyânın [İbni Ebiddünyâ 281 [m. 894] de Bağdâdda vefât etti.] Amr bin
    Dînârdan alarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, öldükten sonra çoluk
    çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenliyenlere
    bakar) buyuruldu. (Buhârî)deki sahih hadiste, (Münker ve Nekîr
    melekleri, suâl ve cevaptan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü Teâlâ,
    değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsân eyledi derler. Bakar.
    İkisini birlikte görür) buyuruldu.
    İbni Ebiddünya ve Beyhekî (Şu'ab-ül-îman) kitabında,
    Ebû Hüreyreden bildirdikleri hadis-i şerifte, (Bir kimse tanıdığı
    kabir yanına gelip selâm verirse, meyyit de onu tanır ve selâm verir.Tanımadığı
    kabrin başına gelip selâm verirse, selâmına cevap verir) buyuruldu. Bu
    hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, meyyit kendini ziyâret edeni, kabri
    başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyada tanımamış olduğunu tanımaması
    bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevabı veriyor. İkincisinin selâmına,tanımayarak cevap veriyor.
    İmâm-ı Ahmed ve Hâkim, Hz. Âişeden haber veriyorlar ki,
    (Odama girer, elbisemi çıkarırdım. Çünkü, kabirlerde babam ve zevcim vardı. Hz.
    Ömer de defnedildikten sonra, odama girince, elbiselerimi çıkarmaz oldum.
    Çünkü, o yabancı idi. Ondan hayâ ederdim). (Erbe'în-üt-tâiyye) kitabında bildirilen
    hadis-i şerifte, (Bir meyyit, dünyada sevdiği kimse, kendisini
    ziyârete geldiği zaman sevinir) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, meyyitin,
    ziyârete geleni gördüğünü bildiriyor. Görmeseydi, tanımaz ve sevinmezdi.
    (Sahîh-i Müslim)de, Amr ibni Âstan [Amr ibni Âs 43 [m. 663] de Mısrda vefât
    etti.] haber veriliyor: Öleceği zaman buyurdu ki, (Beni defnedince, üzerime toprak
    atınız! Sonra bir hayvan kesilerek etleri parçalanacak zaman kadar, kabrimin
    başında bekleyiniz. Sizinle kabrime alışayım ve sizi göreyim. Böylece Rabbimin
    gönderdiği suâl meleklerine rahat cevap vereyim). Kabirdeki meyyitlerin
    duyduklarını ve gördüklerini bildiren böyle sağlam haberler çoktur.
    Lüzûmu kadar bildirdik. Uzatmaya hâcet olmasa gerektir. Dirilerin yaptığı
    işlerin ölülere gösterildiğini yukarıda bildirmiştik. Onlarda görmek olmasaydı,
    işlerin onlara gösterilmesi doğru olmazdı. Çünkü, işlerin gösterilmesi demek,
    iki omuzda bulunan (Kiramen kâtibîn) meleklerinin yazdığı şeylerin
    gösterilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu da mevtâların gördüğünü bildirmektedir.
    Bunun için, biz de, ölülerin görmesini anlattıktan sonra, dirilerin
    işlerinin onlara gösterilmesini bildiren hadis-i şerifleri yazmağı uygun bulduk.
    Bu bilgileri,câhiller anlamıyor. Çünkü, Resûlullahın sünnet-i seniyyesini
    ve bu konudaki hadis-i şerifleri işitmemişlerdir.Kendilerini âlim sanan bu adamlar,
    o kadar câhil ve o kadar ahmaktırlar ki, kabirde olan Peygamberler ve Velîler
    kabir başına gelip, kendilerinden şefaat istiyenleri ve yalvaranları nasıl bilirler diyorlar?
    Bunlara deriz ki, o büyüklere dünyada iken birçok şeyler bildiriliyor. Öldükten sonra da,
    niçin bildirilmesin?Yâhut deriz ki, Allahü teâlâ, âdet-i ilâhiyyesinin dışında olarak, bunlara
    ikrâm ve ihsân ederek, işitiyorlar ve biliyorlar. Dirilerin işlerinin ölülere
    gösterildiği, hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Buna inanmıyanlara
    karşı,vesika olan hadis-i şerifleri yukarıda bildirdik. Bu hadis-i şerifleri
    okuyup anlamıyan biri, ölü yalnız dünyada iken tanımış olduğu kimseleri görüp
    işitir derse, ona deriz ki, hadis-i şerifler, tanıdık ve tanımadık diye
    ayırmıyor. Fakat bunlar, inat ediyorlar. Ölüp de, başlarına gelinceye kadar inanmazlar.
    Ümmetin amellerinin Resûlullaha gösterildiğini bildiren pekçok hadis-i şerif vardır:
    Bezzâzın sahih kimselerden alarak, Abdüllah ibni Mes'ûd hazretlerinden haber verdiği
    hadis-i şerifte, (Hayatım, sizin için hayrlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım. Öldükten sonra,
    vefâtım da, sizin için hayrlı olur. Amelleriniz bana gösterilir. İyi işlerinizi
    gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman,
    sizin için af ve mağfiret dilerim) buyuruldu. Bu hadis-i şerif,
    Resûlullahdan işittim denilerek bildirildi. Başka sağlam kimseler, bunu (Mürsel)
    olarak da bildirmişlerdir. Amellerin, işlerin, tanıdıklara gösterildiğini
    bildiren hadis-i şerife gelince, imam-ı Ahmed ve Hakîm-i Tirmüzî (Nevâdir-ül-usûl)

    kitabında ve Muhammed bin İshak ibni Mende [İbni Mende 395 [m. 1005] de
    vefât etti.] adındaki meşhûr hadis âlimlerinin bildirdikleri hadis-i şerifte, (Yaptığınız
    işler, kabirde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi
    görünce sevinirler. Böyle olmıyan işleriniz için, yâ Rabbî! Bizi doğru
    yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuştur. Ondan sonra ruhunu al!
    derler) buyuruldu. Büyük hadis âlimi Süleymân Ebû Dâvüd Tayâlisî [Ebû Dâvüd 204 [m. 819] da
    vefât etti.] (Müsned) kitabında, Câbir bin Abdüllahdan gelen hadis-i şerifi şöyle bildiriyor:
    (Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değil
    ise, yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmaları için kalblerine ilhâm eyle derler). İbni ebî Şeybe
    (Musannef) kitabında ve Hakîm-i Tirmüzî ve ibni Ebiddünya,
    İbrâhîm bin Meysereden haber veriyorlar ki, Ebû Eyyûb-el-Ensârî,
    İstanbula gazâ etmeye gitti. Birinin yanından geçerken, (Bir kimsenin öğle vakti
    yaptığı işler, akşam olunca mezardakilere gösterilir. Akşam yaptığı işleri,
    sabah olunca, mezardakilere gösterilir) dediğini işitti. Ebû Eyyûb hazretleri,
    böyle ne söylüyorsun dedikte, vallâhi bunu sizin için söylüyorum, dedi. Ebû
    Eyyûb, yâ Rabbî, sana sığınırım. (Ubâdet-ebn-i Sâmitin ve Sa'd bin Ubâdenin
    yanında, onlar öldükten sonra, yaptıklarımdan dolayı, yüzümü kara etme) dedi. O
    kimse cevabında, Allahü teâlâ kullarının kusurlarını örter, amellerinin
    iyisini gösterir buyurdu. Hakîm-i Tirmüzînin (Nevâdir) kitabında
    bildirdiği hadis-i şerifte, (İnsanların yaptıkları işler, Pazartesi ve Perşembe
    günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Peygamberlere, Evliyâya ve
    ana-babaya Cuma günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı
    artar. Allahdan korkunuz! Ölülerinizi incitmeyiniz!) buyuruldu. İnsanların
    yaptığı işler, mezardaki tanımadıkları ölülere de bildirilir. Abdüllah ibni
    Mübârek ve ibni Ebiddünyanın, Ebû Eyyûb-el-Ensârîden bildirdikleri hadis-i şerifte,
    (Yaptığınız işler, ölülere bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Kötü işlerinizi
    görünce üzülürler) buyuruldu. Hakîm-i Tirmüzînin ve İbni
    Ebiddünyanın ve Beyhekînin (Şu'ab-ül-îman) kitabında Nu'mân bin Beşîrden
    bildirdikleri hadis-i şerifte, (Mezardaki kardeşleriniz için Allahü teâlâdan
    korkunuz! Yaptığınız işler, onlara gösterilir) buyuruldu. Bu iki hadis-i
    şerif, bütün ölüler içindir. Ebüd-derdâ buyuruyor ki, yaptığınız işler, ölülerinize
    gösterilir. Bununla sevinirler veya üzülürler. İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye (Kitâbür-ruh)
    kitabında, İbni Ebiddünyadan, o da Sadaka bin Süleymân Câferîden
    bildiriyor ki, bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişman oldum. Bu
    taşkınlıklarımdan vazgeçtim. Bir aralık bir kabahat yaptım. Babamı
    rü'yâda gördüm. Ey oğlum! Senin güzel işlerinle kabrimde rahat ediyordum.
    Yaptığın işler bize gösteriliyor. İşlerin sâlihlerin amellerine benziyor. Fakat,
    son yaptığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtâlar arasında
    beni utandırma, dedi. Bu haber, yabancı mevtâların da, dünyadaki işleri
    anladıklarını gösteriyor. Çünkü, çocuğun işleri babasına gösterildiği
    zaman, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere utandırma demektedir. Yabancı
    ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rü'yâda
    böyle söylemezdi. Hz. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârînin bildirdiği hadis-i
    şerifte de, tanıdığı bütün ölülere dünyadaki işlerin gösterildiğini,
    yukarıda bildirmiştik.


    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Salı Tem. 20, 2010 3:21 pm

    Dördüncü kısm: Meyyitlerin birbirini ziyâret etmeleri ve
    buluşmaları da, sahih haberlerle bildirilmiştir. Hâris bin Ebî Üsâme ve
    Ubeydullah bin Sa'îd Vâyilî (İbâne) kitabında ve Ukaylî, Câbir
    binAbdüllahdan haber verdikleri hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenini
    güzel yapınız! Onlar, kabirlerinde birbirlerini ziyâret ederler ve övünürler)

    buyuruldu. (Müslim) sahihindeki hadis-i şerifte, (Kardeşinin cenâze
    işini görenleriniz, kefenini güzel yapsın!)
    buyuruldu. Çünkü,
    meyyitler birbirini ziyâret ederler ve övünürler. Ebû Hüreyrenin bildirdiği
    hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenlerini güzel yapınız! Çünkü, birbirlerini
    kefenleri içinde olarak ziyâret ederler)
    buyuruldu. Tirmüzî ve İbni
    Mâce ve Muhammed bin Yahyâ Hemedânî (Sahîh) kitabında ve İbni Ebiddünyâ
    ve Beyhekî (Şu'ab-ül-îman) kitabında, Ebû Katâdeden bildirdikleri
    hadis-i şerifte, (Biriniz din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini
    güzel yapsın! Çünkü onlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyâret ederler)
    buyuruldu.

    [Hâris bin Ebî Üsâme Bağdâdî 282 [m. 895] de, Ubeydüllah Vâyilî 440 [m. 1048] de,
    Muhammed bin Ömer Hicâzî Ukaylî 322 [m. 934] de, Muhammed Tirmizî 320 [m. 932] de Bag şehrinde,
    Muhammed ibni Mâce 273 [m. 886] de Kazvinde, Muhammed Hemedânî Mısrî Şâfi'î 347 [m. 959] de,
    Abdüllah ibniEbiddünyâ 281 [m. 894] de Bağdâdda, Ahmed Ebû Bekr Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrun Beyhek
    köyünde vefât etmiştir].

    İbni Teymiyye fetvâlarının çeşidli yerlerinde diyor ki, (kabirlerin bulunduğu şehirler, dünyada birbirlerine yakın olsa da,
    uzak olsa da, mevtâlar birbirlerini ziyâret ederler. Uzak şehirlerde bulunan mevtâların ruhları, birbirleri ile buluşurlar.)
    Hanefî mezhebinin âlimleri, fıkh kitaplarında kefenin güzel olması sünnettir. Çünkü, mevtâlar, birbirlerine övünürler ve
    birbirlerini ziyâret ederler, yazılıdır. Hattâ, bütün mezheplerin âlimleri, fıkh kitaplarında,
    bunun böyle olduğunu bildirmektedirler.Böyle olduğunu bildiren haberler ve insanı hayrete düşüren
    vak'alar çok bildirilmiştir. Okumak arzu edenler, hadis âlimi imam-ı Süyûtî hazretlerinin
    (Şerh-us-sudûr) kitabına mürâce'at buyursun. [Mezhepsizler, hadis âlimlerine güvendiklerini söylüyorlar.
    Hadis kitaplarından, senet, vesika olarak çok hadisler yazıyorlar.En büyük islâm âlimi
    İbni Teymiyyedir diyorlar. Bu hadis kitaplarında, ölülerin, bizim bilmediğimiz ve
    nlamadığımız bir görmekle ve işitmekle duyduklarını okuyorlar da, bunlara inanmıyorlar.
    Resûlullah efendimizin ve Evliyânın işittiklerine inananlara kâfir diyorlar. Müşrik diyorlar.
    Peygamberimizin mübârek türbesi önünde, (Şefaat yâ Resûlallah) diyen hâcıları müşrik biliyorlar.
    Bundan dolayı yüzbinlerce hâcının (Minâ)da kestikleri yüzbinlerce
    kurbana necistir, leştir diyerek, bu kurban etlerini yemiyorlar. Toprakla örtüp üzerlerinden buldozer geçiriyorlar. Müşriklerin kestikleri
    yenmez ve satılmaz diyorlar.]

    Beşinci kısm:Ölüler, dünyada diri olanların yaptıkları işleri, kendilerine gösterilmeksizin de bilmektedirler. Mezhepsizlerin,
    allâme dedikleri, çok büyük bildikleri İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh) kitabında, şöyle yazmaktadır:

    FASL:
    Hâfız, yâni hadis âlimi, Ebû Muhammed Abdüllah Eşbîlî burada uzun şeyler bildirmektedir. Ölüler dirilerin işlerinden
    haber sorarlar. Dirilerin sözlerini ve işlerini anlarlar. Kitabında, bir sayfa sonra, Amr bin Dînâr diyor ki, (İnsan ölünce, geride
    bıraktıklarındaki olan bitenleri bilir. Kendisini yıkadıklarını ve kefenlediklerini görür. Onlara bakar). İbni Kayyım-ı Cevziyye, kitabında,
    bir sayfa daha sonra, diyor ki, Sa'b bin Cüsâme ile Avf bin Mâlik, birbiri ile âhıret kardeşi oldular. Hangimiz önce ölürsek,
    rü'yâda görünelim dediler. Sa'b önce öldü. Avfa rü'yâsında göründü. Avf sordu: Allahü teâlâ sana ne yaptı?
    Affeyledi dedi. Konuşmalarının sonunda, kardeşim: Ben öldükten sonra, bana yakın olanların yaptığı herşey bana
    bildiriliyor.Hattâ kedimizin, şu kadar gün önce öldüğünü haber aldım. Kızım, altı güne kadar ölecektir. Ona vasî ol, dedi.
    Rü'yâda söylediği gibi oldu. Kitabında bundan sonra, Sâbit bin Kaysın, Hâlid bin Velîdin askeri arasında bulunan birisine
    rü'yâsında göründüğünü bildiriyor. Hâlid bin Velîde git, ona söyle ki, şehit olduğum zaman, islâm askerinden birisi yanıma geldi.
    Sırtımdan çelik gömleğimi çıkarıp çadırına götürdü. Çadırı, en sondadır. Çadırı yanında uzun yuları olan bir at otlamaktadır.
    Gömleğimi ondan alsın, dedi. Bu kimse, Hâlide bunları bildirdi. Gittiler. Gömleği çadırda buldular.

    Altıncı kısm: Dirilerin yaptıkları işleri haber alınca, ölülerin incindikleri, İmâm-ı Süyûtînin (Şerh-us-sudûr)
    kitabında,Deylemînin Âişe vâlidemizden bildirdiği hadis-i şerifi yazıyor. Burada, (İnsan,evinde iken nelerden incinirse,
    kabrinde de onlardan incinir)
    buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî (Tezkire) kitabında diyor ki, dünyada olanların yaptıkları
    şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yâhut alâmet ile, işaretle veya başka bir yoldan, ölülere bildirir.
    İbnül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh) kitabında diyor ki, (Dirilerin ruhları ile ölülerin ruhlarının buluştuklarını
    bildirenlerden biri de şudur: Diri, ölüyü, rü'yâda görerek, ondan birşeyler soruyor. Meyyit dirinin bilmediklerini
    ona haber veriyor. Verdiği, olmuş veya olacak haberler doğru çıkıyor.
    Çok defa, diri iken gömmüş olduğu ve kimseye bildirmediği malın yerini haber veriyor.
    Alacağı olduğunu ve şâhitlerini bildirmesi de çok görülmüştür. Kimsenin bilmediği, kendinin gizli yaptığı
    bir işi haber vermesi ve bildirdiği gibi çıkması çok görülmüştür. Çok şaşılacak birşey de, şu zamanda öleceksin
    dediği kimsenin, o zamanda öldüğü görülmüştür.Bir dirinin gizlice yaptığı bir işin, bir ölü tarafından başka bir
    diriye bildirilmesi de çok görülmüştür. Sa'b ve Sâbit öldükten sonra rü'yâda dirilerle
    konuşmuşlardır.Bunları yukarıda bildirmiştik). İmâm-ı Süyûtî, (Şerh-us-sudûr) kitabında, Muhammed bin
    Sîrînden bildiriyor ki, meyyitin bildirdiği şeyler, hep doğrudur. Çünkü meyyit, hiç yalan ve yanlışlık
    olmıyan bir âlemdedir. O âlemde olanlar, hep doğru söyler.Gördüklerimiz ve
    anladıklarımız, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir.İbnül-Kayyım ve
    başkaları da böyle söylediler. Ruh, latîf olduğu için, duygu organları ile anlaşılmıyan
    şeyleri anlamaktadır. Hakîm ve Beyhekî (Delâil) kitabında, Süleymândan haber veriyorlar ki,
    Ümm-i Seleme hazretlerinin yanına girdim. Ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum. Resûlullahı
    rü'yâda gördüm.Ağlıyordu. Mübârek başında ve mübârek sakallarında toprak vardı. Mübârek yüzünüz
    niye böyle diye sordum. Oğlum Hüseynin şehit edildiğini gördüm buyurdu.Bunu, Hatîb-i Tebrîzi
    (Mişkât-ül-mesâbîh)
    kitabında da yazmaktadır. İbni Ebiddünya, Benî Esed kabîlesinden bir
    mezarcıdan bildiriyor. Mezarcı diyor ki,bir gece kabristanda idim. Bir kabirden şöyle ses geldi: Ey Abdüllah dedi.
    Ne istiyorsun yâ Câbir, cevabı verildi. Yarın bizim yanımıza annemiz gelecek dedi. Onun bize faydası olmaz.
    Bize duâ olunmaz.Babam ona kızmıştı. Duâ etmemek için yemin etmişti, cevabı verildi. Sabah olunca,
    bir kimse geldi. Bu iki kabir arasına bir mezar kazmamı söyledi. Gece ses işitmiş olduğum
    iki kabri gösterdi.Bu kabirdekilerin ismi nedir dedim. Bunun ismi Câbirdir. Şunun ismi
    Abdüllahdır diyerek gösterdi. Gece işittiklerimi, ona söyledim. Evet, onun için duâ etmemeye
    yemin etmiştim. Şimdi yeminimi bozup duâ edeceğim ve kefaret vereceğim, dedi.
    [Abdüllah Eşbîlî mâlikî 497 [m. 1104] de, Sa'b bin Cüsâme, Ebû Süfyânın hemşîresi Zeyneb binti
    Hârbin oğlu olup, Hz. Ebû Bekrin hilâfeti zamanında vefât etti. Ebû Şücâ Şehrdâr Deylemî 558
    [m. 1164] de, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405 [m. 1014] de, Süleymân bin Yesâr, Meymûnenın azâdlısı idi.
    107 [m. 726] de, Veliyyüddîn Muhammed Hatîb-i Tebrîzî şâfi'î 749 [m. 1347] da, Ahmed ibni Hacer-i Askalânî
    852 [m. 1448] de Mısrda, Hâfız Yûsüf ibnü Abdilberr mâlikî 463 [m. 1071] de Endülüste, Şâtibede vefât etti].


    En son Admin tarafından Perş. Tem. 22, 2010 1:33 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Salı Tem. 20, 2010 3:22 pm

    Yedinci kısm:Ölülerin iş yaptıkları, Allahü teâlânın izni ile,
    onlardan birçok şeyler görüldüğü sahih kitaplarda bildirilmektedir.
    Hadis âlimi, imam-ı Süyûtî (El-mütekaddim) kitabında ve hâfız
    ibn-iHacer, fetvâlarında buyuruyorlar ki, müminlerin ruhları (İlliyyîn)
    denilen makamda, kâfirlerin ruhları (Siccîn) denilen yerdedir.
    Her ruh,cesedine, bilinmiyen bir hâlde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyadaki
    bağlılıklar gibi değildir. Rü'yâ gören kimsenin gördüğü şeylere olan bağlılığı
    gibidir. Fakat, ölülerin cesedlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rü'yâ görenin
    bağlılığından pekçok kuvvetlidir. Bunun içindir ki, ibnü Abdilberrin,
    ruhlar kabirlerinin yanındadır sözü ile yukarıdaki sözün arasını bulmak güç
    olmaz. Ruhların kendi cesedlerine te'sîr ve tasarruf etmelerine ve kabirde
    bulunmalarına izin verilmiştir. Meyyit kabirden çıkarılıp başka kabre konursa, ruhun
    bedenleolan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp, toprak maddeleri, sıvıları ve
    hâsıl olan gazları dağılınca, bu bağlılık yine bozulmaz. İmâm-ı Süyûtî
    buyuruyor ki,ruhun İlliyyînde olduğu hâlde, bedene bağlanmasına ve tasarruf yapmasına
    izin verildiğini İbni Asâkirin, Abdüllah ibni Abbâstan haber verdiği şu
    hadis-i şerif göstermektedir: Resûlullah, Câfer Tayyâr hazretleri şehit olduktan
    sonra buyurdu ki, (Bir gece Câfer Tayyâr yanıma geldi. Yanında melek vardı.
    İki kanadlı idi. Kanadlarının uçları kana boyanmış idi. Yemendeki Bîşe
    denilen vâdiye gidiyorlardı.)
    İbni Adînin Hz. Ali ibni Ebî Tâlibden haber
    verdiği hadis-i şerifte, (Câfer bin Ebî Tâlibi meleklerin arasında gördüm.
    Bîşe ahâlîsine yağmur geleceğini müjdeliyorlardı)
    buyuruldu. Hadis âlimlerinden
    Hakîmin Abdüllah ibni Abbâstan verdiği haberde, Resûlullahın yanında
    oturuyordum. Esmâ bint-i Umeys yanımızda idi. Resûlullah, aleyküm selâm dedikten sonra,
    (Yâ Esmâ!Şimdi, zevcin Câfer, Cebrâîl ve Mikâil ile birlikte yanıma geldiler.
    Bana selâm verdiler. Selâmlarına cevap verdim. Bana dedi ki, (Mûte) gazâsında
    kâfirler ile birkaç gün savaştım. Vücûdümün her tarafında yetmişüç
    yerimden yaralandım. Bayrağı, sağ elime aldım. Sağ kolum kesildi. Sol elime
    aldım, sol kolum kesildi. Allahü teâlâ, iki kolum yerine bana iki kanad verdi,
    Cebrâîl ve Mikâîl ile birlikte uçuyorum. İstediğim zaman Cennetten çıkıyorum.
    İstediğim zaman girip meyvelerini yiyorum)
    buyurdu. Esmâ, bunları işitince,
    Allahü Teâlânın nîmetleri Câfere âfiyet olsun. Fakat, herkes bunu benden
    işitince inanmazlar diye korkuyorum. Yâ Resûlallah, minbere çık sen söyle! Sana
    inanırlar dedi. Resûlullah mescide teşrîf edip, minbere çıktı. Allahü
    teâlâya hamd ve senâ eyledikten sonra, (Câfer ibni Ebî Tâlib, Cebrâîl ve
    Mikâîl ile birlikte yanıma geldiler. Allahü teâlâ, ona iki kanad vermiş. Bana selâm
    verdi)
    buyurdu. Sonra, Esmâya haber verdiklerini bir bir söyledi. Bu hadis-i
    şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ, şehit olan ve sâlih olan kullarına,
    insanlara faydalı olan işleri yapmak için izin vermektedir. Bunu bildiren, daha
    nice haberleri hadis âlimleri yazmışlardır. Bunlardan birini, imam-ı
    Celâleddîn Süyûtî şöyle bildiriyor: İbni Ebiddünya diyor ki, Ebû Abdüllah Şâmî,
    rumlarla gazâya gitmişti. Düşmanı kovalıyorlardı. İki kişi askerden uzaklaştılar. Birisi
    şöyle anlatıyor: Düşman kumandanına rastladık. Üzerine hücûm ettik. Çok
    savaştık. Arkadaşım şehit oldu. Geri döndüm. Askerlerimizi aradım. Sonra kendi
    kendime dedim ki, sana yazıklar olsun! Ne için kaçıyorsun. Geri döndüm. Düşman
    kumandanına saldırdım. Kılıncım boşa gitti. O, bana saldırdı. Beni devirdi.
    Göğsümün üstüne oturdu. Beni öldürmek için eline bir şey aldı. Tâm o
    sırada, şehit olmuş olan arkadaşım yerinden fırladı. Ensesinden saçlarını
    yakaladı. Üstümden çekti. Birlikte kâfiri öldürdük. Uzaktaki bir ağaca kadar
    birlikte konuşarak yürüdük. Orada ölü olarak yattı. Arkadaşlarıma gelip, olanları
    haber verdim. Hanefî mezhebi âlimlerinden (Ravdat-ül-Ulemâ) kitabının
    sahibi Hüseyn Buhârî Zendüvistî [Zendüvistî Hüseyn Buhârî 400 [m. 1009]
    da vefât etti.] ve (Zübdet-ül-Fukaha) kitabının sahibi de, bu vak'ayı
    bildirmişlerdir. Hadis âlimlerinden Mehâmilî (Emâliyyül-İsfehâniyye)
    kitabında bildiriyor ki, Abdülazîz bin Abdüllah dedi ki, bir arkadaşla
    Şâmda idik. Yanında zevcesi de vardı. Bunların oğlunun şehit olduğunu daha
    önceden biliyordum. Yanımıza bir süvârî geldi. Arkadaşım, bunu karşıladı.
    Zevcesine dönerek, bu bizim oğlumuz dedi. Zevcesi, şeytan senden uzak olsun. Sen
    aldanıyorsun. Oğlunun çoktan şehit olduğunu unuttun mu dedi. Adam,
    söylediğine pişman oldu. Fakat, süvârîye yaklaştı. Dikkat ile bakarak, vallâhi bu
    bizim oğlumuz dedi. Kadın da, bakmak zorunda kaldı. Vallâhi o diye bağırmaya
    başladı.Babası, oğlum sen şehit olmuştun değil mi? dedi. Evet babacığım. Fakat,
    Ömer bin Abdülazîz şimdi vefât etti. Şehitler, onu ziyâret etmek için
    Rabbimizden izin istedik. Ben ayrıca size selâm vermek için de izin istedim, dedi.
    Vedâ' edip yanlarından ayrıldı. Az zaman sonra, Ömer bin Abdülazîzin vefât
    ettiği işitildi. İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, bu haberler, sağlamdır, doğrudur.
    Hadis âlimleri, vesikaları ile birlikte bunları yazmışlardır. Bunu, imam-ı
    Yâfi'î yazmıştır. Onun yazısını kuvvetlendirmek için, ben de bildirdim. Böyle
    vak'alar, imam-ı Süyûtînin kitabında çok yazılıdır. Anlamak istiyenler
    oradan okuyabilirler.
    İmâm-ı Yâfi'î buyuruyor ki, mevtâları iyi veya kötü hâlde
    görmek, Cenâb-ı Hakkın bazı kullarına ihsân ettiği bir keşftir,
    kerâmettir.Dirilere müjde vermek, vaaz olmak, yâhut ölüler için hayrlı bir iş
    yapılmasına, borçlarının ödenmesine yaraması içindir. Ölüleri görmek daha çok rü'yâda
    olmaktadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ için, hâl sahipleri için
    kerâmettir. Kitabının başka bir yerinde diyor ki, Ehl-i sünnet
    mezhebinin âlimleri buyuruyor ki, ölülerin İlliyyîndeki veya Siccîndeki ruhları,
    arasıra yâni Allahü teâlâ dileyince, mezarlarındaki cesedlerine red olunurlar.
    En çok Cuma geceleri, böyle olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar.
    Cennetlik olanlar, nîmetlere kavuşur. Azâb görecekler, azâb olunurlar. Ruhlar,
    İlliyyînde veya Siccînde iken, ceset olmaksızın da, nîmetlenir ve azâb çekerler.
    Kabirde ise, ruh ve ceset birlikte nîmetlenir. Yâhut azâblanır. İbn-ül-Kayyım-ı
    Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da diyorki, bu yazılardan anlaşılıyor ki,
    ruhun hâli, kuvvetli ve zayıf ve büyük ve küçük olduğuna göre değişmektedir.
    Büyük ruhlar için olanlar, başka ruhlar için olmaz. Dünyada da ruhların,
    kuvvetli, zayıf, sür'atli olduklarına göre başka başka hâlleri olduğu
    bilinmektedir.Bedenin esaretinden ve bağlılığından ve tasarrufundan kurtulan ruhların
    kuvvetleri,nüfûzları, himmetleri, sür'atleri ve Allahü teâlâya ve madde âlemine
    te'allukları, bedene bağlı olan ruhlar gibi elbet değildir. Ruhun
    kendisi yüksektir, temizdir, büyüktür, yüksek himmet sahibidir. Bedenden
    ayrıldıktan sonra, daha başka olur. Başka şeyler yapabilir. İnsanların öldükten
    sonra ruhları, rü'yâda görülüp öyle şeyler yapmışlardır ki, diri iken, bedene
    bağlı oldukları zaman bunları yaptıkları görülmemiştir. Bir kişi veya iki kişi
    veyabirkaç kişinin, büyük bir orduyu mağlup etmesi çok görülmüştür.
    Resûlullah ve Ebû Bekr ve Ömer, çok defa rü'yâda görülmüş ve ruhları, kâfir ve zâlim
    askerlerini dağıtmış, kaçırmıştır. Bu yazdıklarımız, (Nâzi'ât) sûresinin
    5. âyetinin tefsîrinde, bazı müfessirlerin meselâ Beydâvînin (Evliyânın ruhu
    bedenden ayrılınca, melekler âlemine gider. Oradan Cennet bahçelerinde
    dolaşır.Bedenine de bağlılığı kalıp, te'sîr eder) demelerine uygun olmaktadır.
    [Hüseyn bin Yahyâ Zendüvistî Buhârî 400 [m. 1010] de vefât etti.
    (Ravdat-ül-ulemâ)
    kitabı meşhûrdur. Ahmed Mehâmilî şâfi'î 415 [m.
    1024] de Bağdâdda, Ömer bin Abdülazîz 101 [m. 720] de, Afîfüddîn
    Abdüllah Yâfi'î şâfi'î 768 [m. 1367] de Mekkede, Kâdı Abdüllah Beydâvî Şîrâzî 685
    [m.1281] de Tebrîzde vefât etti.]


    En son Admin tarafından Perş. Tem. 22, 2010 1:40 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Salı Tem. 20, 2010 3:22 pm

    Sekizinci kısm: Dirilerin, mezardaki nîmetleri ve azâbları anlaması
    ve baş gözü ile görmesi câiz olduğu, Allahü teâlâ ve Resûlü
    tarafından haber verilmiştir. Ehl-i sünnet ve cemaat âlimleri, kabirde
    nîmet ve azâb olduğunu, bunun hem ruha, hem de bedene birlikte olduğuna inanmak
    lâzım geldiğini sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Akâ'id) kitapları, bunları
    uzun uzun bildirmektedir. Kabir azâbına yalnız (Mu'tezile) ve (Hâricîler)
    inanmıyorlar. Kabir azâbının doğru olduğu, hadis-i şeriflerle ve Eshâb-ı
    kirâmın eserleri ile, Selef-i sâlihînin yazıları ile bildirilmektedir.Bazı
    câhillerin kabir azâbına inanmamaları, bu vesikalardan haberleri
    olmadığı içindir. Onların îmanını kuvvetlendirmek için, vesikalardan bir kaçını
    bildirmek uygun görüldü.Peygamberlerin kabirde bilmediğimiz bir hayat ile diri
    olduklarını, namaz kıldıklarını yukarıda bildirmiştik. Peygamberlerin,
    vefâtlarından sonra, hac ettikleri, Buhârîde ve Müslimde bildirilmektedir.
    Peygamber olmıyanlara gelince, Ebû Nu'aym bildiriyor ki, Sâbit-ül-Benânî
    diyor ki, Hamîd-i Tavîle sordum: Mezarda yalnız Peygamberler mi namaz kılar?
    Hayır başkaları da kılabilir dedi. Sâbit, yâ Rabbî! Bir kimsenin mezarda namaz
    kılmasına izin veriyor isen, Sâbitin de kabirde namaz kılmasını nasip eyle
    dedi. Ebû Nu'aym, yine bildiriyor ki, Şeybân bin Cisr dedi ki, kendinden
    başka ilâh bulunmıyan Allahü teâlâya yemin ederim ki, Sâbit-i Benânîyi mezara
    koydum.Hamîd-i Tavîl de yanımda idi. Üzerine toprak örttük. Toprak bir yerinden
    çöktü.Kabre baktım, namaz kıldığını gördüm. İbni Cerîr (Tehzîb-ül-Âsâr)
    kitabında ve Ebû Nu'aym, İbrâhîm bin Sâmitten haber veriyorlar ki, seher
    vakitlerinde kabristandan geçenler, Sâbit-i Benânînin kabrinden Kur'an-ı
    kerim sesi duyduklarını söylerlerdi. İbnül Cevzî (Safvet-üs-Safve)

    kitabında da bunu bildirmektedir. Tirmüzî ve Hâkim ve Beyhekî, Abdüllah ibni
    Abbâstan haber verdiler ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçı, bir yere çadır kurmuşlardı.
    Burada bir kabir bulunduğunu bilmiyorlardı. Çadırda, (Mülk) sûresinin
    okunduğu işitildi. Resûlullaha bunu haber verdiklerinde, (Bu sûre-i şerife
    insanı kabir azâbından korur)
    buyurdu. Ebül-Kâsım-ı Sa'dî (Kitap-ür-ruh)
    kitabında diyor ki, meyyitin kabirde okuduğunu bu hadis-i şerif isbât
    etmektedir. Çünkü, Abdüllah ibni Ömer de bir yere çadır kurmuştu.
    Çadırda Kur'an-ı kerim sesi işitti. Resûlullaha haber verdi. Bu sözü tasdik
    buyurdu.Hadis âlimlerinden Abdürrahmân ibni Receb (Ehvâl-ül-Kubûr)

    kitabında diyor ki, Allahü teâlâ dilediği kuluna kabirde sâlih işler yapmağı ihsân
    eder.İnsan ölünce amel, ibâdet yapmak vazîfesi biter. Kabirdeki ibâdete sevap
    verilmez. Fakat, Allahü teâlânın ismini söylemekle ve ibâdet etmekle
    zevklenir.Melekler ve Cennette olanlar da böyledirler. İbâdet yapmaktan lezzet
    duyarlar.Çünkü zikir ve ibâdet ruhu temiz olanlar için, en tatlı şeydir. Ruhu
    hasta olanlar, bunun tadını duyamaz. İbnül Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da
    ve ibni Teymiyye ve daha birçok âlimler ve imam-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr)
    kitabında bunu bildirmektedirler. Ebül-Hasen bin Berâ' (Ravda)

    kitabında bildiriyor ki, mezarcı İbrâhîm, (Bir mezar kazmıştım. Mezardan ve kerpiç
    parçalarından misk kokusu duydum. Kabre baktım. Bir ihtiyâr oturmuş
    Kur'an-ı kerim okuyordu) dedi. Muhammed bin İshâk ibni Mende, Âsım-ı Sekâtîden
    haber veriyor ki, Belh şehrinde bir kabir kazdık. Yanındaki kabrin içi
    göründü.İçeride yeşil kefenli bir ihtiyâr, elinde Kur'an-ı kerim okuyordu. Bu
    kitapta,bunun gibi çok şeyler yazılıdır. Hadis âlimlerinden Ebû Muhammed Helâl (Kerâmât-ül-Evliyâ)
    kitabında, Ebû Yûsüf Gasûlîden haber veriyor: Şâmda İbrâhîm bin Edhem
    hazretlerinin yanına gittim.Bugün, şaşılacak birşey gördüm dedi.O nedirdedim.Karşıdaki kabristanda
    bir kabir yanında idim.Kabir yarıldı.Yeşil kefenli bir ihtiyâr göründü. Yâ İbrâhîm! Allahü teâlâ beni, senin için
    diriltti. Dilediğini benden sor dedi. Allahü teâlâ seni nasıl karşıladı dedim.
    Etrâfımı kötü amellerim sarmıştı. Seni üç şey için affettim buyurdu: Benim
    sevdiklerimi severdin, dünyada hiç içki içmezdin, aksakalınla huzuruma geldin.
    Böyle huzuruma gelen müminlere azâb yapmaktan utanırım buyurdu. İhtiyâr,
    bundan sonra kabirde gayb oldu. İbnül Cevzî (Safvet-üs-Safve) kitabında
    Mu'âzeyi anlatırken bildiriyor: Ümmül Esved dedi ki, Mu'âze benim süt
    anam idi.Birgün dedi ki, Ebüs-sahbâ ve oğlum şehit olunca, dünya gözüme zindan
    oldu. Hiçbir şeyden tad alamaz oldum. Yalnız şunun için yaşamak istiyorum ki, cenâb-ı
    Hakkın rızasına kavuşturacak birşey yapabilsem de, Ebüs-sahbâ ile ve oğlum ile
    Cennette buluşabileyim. Muhammed bin Hüseyn bildiriyor: Mu'âze vefât
    ederken ağladı. Sonra güldü. Sebebini sorduk. Namazdan, orucdan ve Kur'an-ı kerim
    okumaktan ve Allahü teâlâyı zikretmekten ayrılıyorum diye üzülmüştüm.
    Sonra Ebüs-sahbâyı gördüm. İki parça yeşil elbise giymiş. Dünyada böyle
    görmemiştim.Bunun için de güldüm dedi. Mu'âze, Hz. Âişeyi görmüştü. Ondan hadis-i
    şerif haber vermişti. Hasen-i Basrî ve Ebû Kılâbe ve Yezîd Rekâşî gibi büyük
    âlimler,Mu'âzeden hadis rivayet etmişlerdir.[Zübde müellifi İbrâhîm Mısrî 957 de, Muhammed ibni Cerîr
    Taberî 310 [m. 923] da, Ebülferec Abdürrahmân ibnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1200]
    de, İbni İshâk Muhammed 151 [m. 768] de Bağdâdda, İbni Mende Muhammed 395 [m.
    1005] de, Ebû Muhammed Abdüllah Helâl mâlikî 616 [m. 1219] da Mısrda, İbni Receb hanbelî 795 de vefât etmiştir].

    Kabir azâbını görenler de vardır. Mümin sûresinin kırkaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen,
    (Fir'avna ve adamlarına her sabah ve akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir) buyuruldu.
    (Buhârî) ve (Müslim)deki hadis-i şerifte, (Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabir azâbını, benim
    işittiğim gibi, size de işittirmesi için, duâ ederdim)
    buyuruldu.Kabir
    azâbı ruha ve cesede birlikte olmaktadır. Çünkü, küfrü ve günahları
    ikisi birlikte yapmaktadır. Yalnız, ruha azâb yapılması, hikmete ve ilâhî
    adalete uygun değildir. Âlimler buyuruyor ki, beden kabirde çürüyüp yok olmakta
    görülüyor ise de, Allahü Teâlânın ilminde vardır. Eshâb-ı kirâmdan
    birçoğu,ölülerin ruhlarına bedenleri ile birlikte azâb yapıldığını görmüş ve
    haber vermişlerdir. İbn-i Kayyım-ı Cevziyye (Kitap-ür-ruh)da ve imam-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr)da
    ve Abdürrahmân ibni Receb hanbelî [İbni Receb 795 [m. 1392] de vefât
    etti.] (Ehvâl-ül-kubûr)da bildiriyorlar ki, bir kimse, Resûlullahın yanında (Topraktan birinin
    çıktığını gördüm. Bir adam buna sopa ile vurarak yerde gâib olduğunu, böylece
    toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resûlullah bunu işitince, (O gördüğün Ebû Cehldir.
    Kıyâmete kadar böyle azâb çeker)
    buyurdu. Bu ve bunun gibi haberler,
    Peygamberler ve Evliyâ gibi, herkesin de kabirdekileri görebileceğini
    bildirmektedirler. Evliyânın görmesi, hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ile görmektedirler.

    Buraya kadar yazdıklarımız, mevtâların mezarda, kabir hayatı
    denilen bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını göstermektedir.
    İslâm âlimlerinin hepsi diyor ki, ölmek, yok olmak değildir. Bir evden bir eve
    göç etmek demektir. Peygamberler ve Velîler de, islâmiyeti yaymak için
    çalışmışlardır. Hepsi şehitlik derecesine kavuşmuşlardır. Şehitlerin
    diri oldukları, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Böyle olunca,
    onlardan tesebbüb ve teşeffû' ve tevessül etmek şaşılacak bir şey midir? (Tesebbüb)
    demek, onları sebep yapmak, yâni Allahü teâlâ katında yardım etmelerini
    dilemektir. (Tevessül) demek, bizim için duâ etmelerini dilemektir.
    Çünkü onlar, Allahü teâlânın dünyada da, âhırette de sevgili kullarıdır.
    Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin verileceğini,
    Kur'an-ı kerim bildirmektedir. Böyle olan meyyitlerden, dirilerden
    beklenen şeyleri bekliyen bir kimse kötülenebilir mi? Bunlardan beklenen şeyleri,
    Allahü Teâlânın yaratacağına, Allahdan başka yaratıcı bulunmadığına inanan bir
    kimsenin, mezardaki Peygamberleri, Velîleri sebep kılması, vesîle yapması, hiç
    inkâr olunabilir mi? Bunları, onlar çürüdü, toprak oldu, yok oldu
    zannedenler inkâr eder. İslâmiyeti bilmiyenler ve onların büyüklüğünü, yüksekliğini
    anlıyamıyanlar inanmaz. Peygamberlerin ve Evliyânın yüksekliklerini ve
    üstünlüklerini anlamıyan kimseler, din câhilleridir. İslâmiyeti
    anlamamışlardır. Onların câhil dedikleri müslümanlar, kendilerinden daha
    bilgili ve daha anlayışlıdırlar. Evliyânın ve Peygamberlerin mezarlarına
    gidip,onların vâsıtası ile, onları sebep kılarak, Allahü teâlâdan birşey
    istemenin ve kıyâmet günü bize şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmanın câiz
    olduğu,hadis-i şeriflerde bildirilmiştir ve islâm âlimleri sözbirliği ile haber
    vermişlerdir. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın hadis-i
    şeriflerine ve Onun yolunda giden seçilmişlerin, sevilmişlerin kitaplarına
    inanmak nîmetini bize ihsân eden Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun!
    Bu büyük nîmeti Rabbimiz bize ihsân etmeseydi, kendimiz anlıyamaz, bulamaz,
    helâk olurduk.Peygamberlerin ve Evliyânın vâsıtası ile yâni onları sebep
    yaparak, vesîle ederek, Allahü teâlânın yaratmasını istemek câiz
    olduğunu gösteren âyet-i kerimeleri bildirelim: Mâide sûresinin otuzsekizinci
    âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! Ona yaklaşmak
    için vesîle arayınız)
    ve İsrâ sûresinin elliyedinci âyetinde meâlen, (Ol kimseler
    ki, duâ ve ibâdet ederler, Rablerine yaklaşmak için, vesîle ve sebep
    ararlar. Sebeplerin Allahü teâlâya en çok yaklaştıranını isterler)
    buyuruldu.
    Bu âyet-i kerimelerde Allahü Teâlâ, sebebe, vesîleye yapışmayı
    emretmektedir.Vesîlenin kendisine en çok yaklaştırıcı bir şey olduğunu bildirmektedir.
    Vesîlenin belli bir şey olduğu bildirilmedi. Bunun için, Allahü teâlânın
    rızasına kavuşturan herşey, yâni Hâricîlerin dedikleri gibi yalnız
    duâları değil, şefaatleri ve Allahü Teâlâ indinde mertebeleri ve kıymetleri ve
    kendileri hep vesîledirler. [(Vehhâbî) kitabının doksanyedinci
    sayfasında de bu âyet-i kerimelerden ikincisi yazılı olup, Katâdenin
    (Allahü Teâlâya, râzı olduğu ibâdetleri yaparak yaklaşınız) dediğini bildiriyor.
    Vesîle, Peygamberlerin ve onların yolunda olanların gittikleri yoldur.
    Onların yolu vesîledir, kendileri vesîle değildir diyor.] Ehl-i sünnet âlimleri
    ise,Peygamberlerin ve onlara tâbi olanların gittikleri yol, yâni îman ve
    ibâdet ve ihlâs, vesîle olduğu gibi, o büyüklerin şefaatleri, makamları,
    kerâmetleri,duâları ve kendileri de vesîledir dedi. Kendileri vesîle olamaz
    diyenler,Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ve Peygamberlere ve Evliyâya iftirâ
    ediyorlar. Peygamberlerin ve Evliyânın kendilerinin vesîle edilmesi, Kur'an-ı
    kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir.Enfâl sûresinin
    otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azâb etmem) buyuruldu.
    Tefsîr kitaplarında ve Buhârîde bildirildiği gibi, kâfirler Peygamberimiz ile alay
    ediyorlardı. Rabbine söyle de, bize çabuk azâb göndersin diyorlardı. Bu
    sözleri üzerine, yukarıdaki âyet-i kerime nâzil oldu. Resûlullahın mübârek
    cesed-i şerifinin kâfirler arasında bulunması, onlara azâb gelmesini
    önlemektedir buyuruldu. Resûlullah, Peygamberlik makamı ile, yâhut duâ ederek, yâhut
    şefaat ederek, azâb gelmesini önlüyordu denilemez. Çünkü, kâfirlere duâ ve şefaat
    edilmediği gibi, inanmadıkları Peygamberliğin onlara faydası olamaz.
    Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinin devamında meâlen, (Onlar
    istiğfâr ettikleri için Allahü teâlâ onlara azâb yapmaz)
    buyuruldu.
    Selef-i sâlihînden birçoğu bu âyet-i kerime için, onlardan, istiğfâr edecek olan
    çocuklar dünyaya geleceği için, onlara azâb etmem demektir dedi. Allahü
    Teâlâ,kâfirlerden müminler dünyaya getirmeyi ezelde takdîr buyurduğu için, o
    kâfirlere azâb etmem buyurdu. Böyle söyliyen âlimlere göre, kâfirlerin
    kanında bulunan, müminlerin zerreleri, azâbı önlemeye sebep olmaktadır.
    Bakara sûresinin ikiyüzellibirinci âyetinde ve Hac sûresi kırkıncı âyetinde meâlen,
    (Allahü teâlâ insanları birbirine karşı serbest bıraksaydı, yeryüzü altüst olurdu) buyuruldu.
    Tefsîr âlimlerinden birkaçı,bu âyet-i kerimeye, Allahü Teâlâ, müminleri yaratmayıp yalnız kâfirleri
    yaratsaydı, yeryüzü karmakarışık olurdu. Müminlerin vücûdları,
    yeryüzünün karışmasını önlemektedir dedi. Saadet, insanın kendisindedir. İşleri ile
    hâsıl olmaz. Bunun için hadis-i şerifte, (İnsan, dünyaya gelmeden önce Sa'îddir,
    iyidir. Yâhut şakîdir, kötüdür)
    buyuruldu. İnsana sa'îd olmasında,
    iyi işlerinin te'sîri bulunması, görünüştedir. Hakîkatte böyle değildir.
    Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Bir kimse, Cehenneme götürücü kötü
    işleri yapar. Cehenneme yaklaşır. Ümm-ül kitapta, yâni ilm-i ilâhîde sa'îd ise,
    son günlerinde Cennete götürücü bir iş yaparak Cennete gider)
    buyuruldu.
    Amel,insanı Cennete götürmez. Cennete gitmeye sebep olur. Bunun içindir ki,
    hadis-i şerifte, (Hiç kimse iyilikleri ile, ibâdetleri ile Cennete girmez) buyuruldu.
    Senin için de böyle midir? Yâ Resûlallah! dediklerinde, (Benim için de
    böyledir. Ancak Allahü teâlânın merhameti ile, ihsânı ile kurtulurum)
    buyurdu.
    İyi işler, ibâdetler yapan, elbet Cennete gider denilemez. Ezelde sa'îd
    yazılmış olan elbet Cennete gider denilir. Saadet ve şekâvet, insanların
    işlerine değil, kendisine göredir. Allahü teâlânın, Muhammed aleyhisselâmı,
    insanlar arasından seçmesi ve Onu bütün Peygamberlerinden üstün yapması,
    mübârek zatı içindir, kendisi içindir. Bunu her mümin bilmektedir.Resûllerin,
    Nebîlerin, Velîlerin üstünlükleri de, hep böyledir. Mevkı', mertebe ve her
    yükseklik zata tâbidir. Zat, mevkı'e tâbi değildir. [Meselâ, insan pâşa
    olduğu için kıymetlidir, denilmez. Kıymetli olduğu için, pâşa olmuştur denir.]
    Vehhâbîlerin, madde, cism ve zat, sebep olamaz sözlerinin yanlış olduğu
    anlaşıldı. Âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve Resûlullahın sünnet-i
    seniyyesi, onların yanlış ve bozuk yolda olduğunu göstermektedir.
    Hadis-i şerifte, (Toprağımızın ve birimizin tükrüğünün
    bereketi ile ve Rabbimizin izni ile hastamız şifâ bulur)
    buyuruldu.
    Bir kimse temiz toprağı, temiz tükrüğü ile karıştırıp, hastaya ilâc yaparsa,
    Allahü Teâlâ şifâ ihsân eder. Toprak ve tükrük ve eczâcının te'sîri belli olan
    ilâcları, hep maddedir, cismdir, yâni zâttırlar. Bunların mevkı'i,rütbesi ve
    şefaati düşünülemez. İmâm-ı Müslim Şâfi'înin (Sahîh-i Müslim)
    kitabındaki hadis-i sahihde buyuruldu ki, (Zemzem suyu, içenin
    niyetine göre fayda verir).
    Zemzem suyu, dünya ve âhıretin herhangi bir faydası
    için niyet ederek içilirse, istenilen fayda hâsıl olur. Böyle olduğu çok
    görülmüştür. Zemzem suyu, zâttır, maddedir. Şifâ, fayda vermek için,
    rütbesi ile te'sîr etmesi, yâhut duâ ve şefaat etmesi düşünülemez.
    Sahih olan hadis-i şerifte ve bütün fıkh âlimlerinin
    sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Kâbe kapısı ile (Hacer-ül-esved)
    taşının arasındaki tavâf yerine (Mültezem) denir. Bir kimse,
    burada karnını Kâbe duvarına değdirip, (Mültezem)i vesîle ederek, Allahü
    teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan, kusurdan korur. Böyle olduğu çok
    tecrübe edilmiştir. Herkesin bildiği gibi, Mültezem, Kâbe duvarında
    birkaç taştır. Bu taşlar zâttır. Yâni maddedir. Allahü teâlâ, her maddeye belli
    hâssalar, özellikler verdiği gibi, bu taşlara da, hayra, faydaya vesîle
    olmak hâssasını vermiştir. [Aspirine ağrı kesmek, kinine sıtma
    plasmodyumlarını öldürmek, ispirtolu suya aklı gidermek hâssalarını verdiği gibi, bu
    taşlara, başka taşlardan fazla olarak, duâların kabûl olmasına sebep olmak
    hâssasını vermiştir.] Kâbenin kuzey tarafında bulunan su oluğunun altındaki tavâf
    yerine ve Mescid-i Haram içindeki, Kâbe kapısı karşısında bulunan (Makam-ı
    İbrâhîm)
    denilen yere ve (Hacer-ül esved) denilen Kâbe
    köşesindeki taşı öpmeye ve elini yüzünü sürmeye de, böyle faydalı hâssalar
    verilmiştir.Bunlara tevessül edenlerin, yâni bunları vâsıta kılarak duâ edenlerin,
    duâları kabûl olmak hâssasını, kıymetini, Allahü teâlâ bu maddelere vermiştir.
    Bu maddelerin,duâların kabûl olmasına vesîle oldukları biliniyor ve görülüyor ve
    inanılıyor da, Resûlullahı ve Onun yolunda olan, Allahü teâlânın sevgili kullarını
    vesîle ederek yapılan duâlar hiç kabûl olmaz mı? Eğer bir kimse, yerdeki
    toprağın ve bazı kimselerin tükrüğünün ve Zemzem suyunun ve Mültezemdeki taşların ve
    İbrâhîm aleyhisselâmın mübârek ayaklarının izi bulunan Makam-ı İbrâhîmin
    ve Hacer-ül-esved taşının, yâni bu maddelerin hepsinin faydalı şeyler için
    vesîle,sebep olmaları, Peygamberlerin ve Evliyânın mezarlarının da, vesîle
    olacağını göstermez derse, bu kimsenin din câhili olduğunu, Allahdan ve
    Resûlullahdan ve müslümanlardan utanmadığını gösterir. Çünkü, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın
    zat-ı şerifini çok yüksek bilirler, pek saygı gösterirlerdi.Urve-tebni
    Mes'ûd-issekafînin (Buhârî)de ve başka kitaplarda bildirilen sözleri meşhûrdur. Urve diyor ki, (Hudeybiye)
    sulhu için, müşriklerin elçisi olarak, Resûlullahın yanına gelmiştim.
    İşim bittikten sonra Mekkeye, Kureyş büyüklerinin yanına döndüm. Onlara dedim
    ki,biliyorsunuz. Acem şâhı olan Kisrâlara ve Bizans kıralı olan Kayserlere
    ve Habeş pâdişâhı olan Necâşîlere çok gittim, geldim. Bunlara yapılan
    hurmetin,Muhammed aleyhisselâmın Eshâbının, Muhammed aleyhisselâma yaptıkları
    hurmet kadar çok olduğunu görmedim. Muhammed aleyhisselâmın tükrüğünün yere
    düştüğünü görmedim. Eshâbı avuçları ile kapışıp yüzlerine, gözlerine sürüyorlardı.
    Abdest almış olduğu suyu da kapışıp, bereket için saklıyorlardı. Traş olunca,
    bir kılı yere düşmeden önce Eshâbı kapışıyorlardı. En kıymetli cevher gibi
    saklıyorlardı. Saygılarından, edeblerinden, yüzüne bakamıyorlardı dedi.
    Eshâb-ı kirâmın Resûlullahın zâtından ayrılan en ufak zerrelere, hattâ başkaları
    için pis, çirkin sayılan şeylerine bile nasıl kıymet verdikleri bu haberden
    anlaşılmaktadır. Bu saygı ve edebler mübârek tükrüğünün ve mübârek
    uzvlarına değmiş olan abdest sularının, onlara duâ etmeleri veya şefaat etmeleri,
    yâhut rütbe ve kıymetleri olduğu içindir denilebilir mi? Bunlar, maddedir.
    Fakat, en şerefli bir zâttan, maddeden ayrıldıkları için, kıymetli olmuşlardır.
    Hakîkî din adamıyız, tevhîd ehliyiz diyerek övündükleri hâlde, Resûlullahı Lât
    putu ile bir tutuyorlar. Resûlullahın ve Onun Eshâbının yaptıklarını ve
    emrettiklerini puta tapmaya benzetiyorlar. Onlar gibi söylemekten, onlar gibi
    düşünmekten ve onlar gibi inanmaktan Allahü Teâlâya sığınırız.

    Peygamberleri ve Onların yolunda olan seçilmiş, sevilmiş
    Velîleri vâsıta kılarak Allahü teâlâdan dilekte bulunmanın câiz olduğunu
    gösteren hadis-i şerifler o kadar çoktur ki, bunlara kötü düşmanlarımız
    hiç cevap veremiyor. Şaşırıp kalıyorlar: Buhârî ve Müslim kitaplarında
    yazılı olduğu üzere, Esmâ bint-i Ebî Bekr yanındakilere Peygamberimizin yeşil
    bir cübbesini gösterdi. Yakası ipekten idi. (Bu palto, Hz. Âişenin yanında
    idi. O vefât edince, ben aldım. Bu cübbeyi hastalarımıza giydirerek, tedâvî
    etmekteyiz. Hastalarımız bununla iyi oluyorlar) dedi. Görülüyor ki,
    Allahü Teâlânın sevgili Peygamberi ve bütün üstünlüklerin sahibi giymiş olduğu
    için,Eshâb-ı kirâm bu cübbeyi şifâ bulmak için vesîle etmektedirler.
    Muhammed Humeydî Ezdî mâlikî Endülüsînin [Humeydî 488 [m.
    1095] de Bağdâdda vefât etti.] iki sahih kitaptan toplıyarak hazırladığı
    kitabında, Abdüllah bin Mevhib diyor ki, zevcem beni, Ümm-i Seleme
    vâlidemize gönderdi. Elime içinde su bulunan bir kadeh verdi. Ümm-i Seleme
    hazretleri,gümüşten bir kutu getirdi. İçinde Resûlullahın sakal-ı şerifi vardı.
    Sakal-ı şerifi, elimdeki suya sokup kaşık gibi çalkaladı ve çıkardı. Nazar
    değmiş olanlar ve başka derdi olanlar, su getirip, hep böyle yaparlar, bu suyu
    içerek şifâ bulurlardı. Gümüş kutuya baktım, birkaç dâne kırmızı kıl gördüm dedi.
    Humeydînin, Buhârîden ve Müslimin sahihinden topladığı
    kitabında, Sehl bin Sa'd diyor ki, Resûlullah mübârek gömleğini bana
    hediye etmiş idi. Annem, benden almak istedi. Bunu kefen yapmak için,
    saklıyacağım dedim. Resûlullah efendimizin mübârek gömleği ile bereketlenmek istedim,
    dedi.Görülüyor ki, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın mübârek gömleğini, azâbdan
    kurtulmak için vesîle ve sebep yapıyorlardı.Buhârî ve Müslimde Ümm-i Selîmden haber veriliyor:
    Resûlullah yanımda uyuyordu. Mübârek yüzü inci gibi terlemişti.
    Terlerini alıp bir yere koyarken uyandı. (Yâ Ümm-i Selîm! Ne yapıyorsun?) buyurdu.
    Yâ Resûlallah! Mübârek terin ile çocuklarımızın bereketlenmesini istiyorum
    dedim. (İyi yapıyorsun) buyurdu. İbni Melek (Mesâbîh) kitabının şerhinde
    diyor ki, bu hadis-i şerif gösteriyor ki, tasavvuf büyüklerinin ve âlimlerin
    ve sâlihlerin kullandıkları şeylerle de, Allahü teâlânın rızasını kazanmak
    câizdir.İmâm-ı Müslim Sahihinde diyor ki, Resûlullah sabah namazını
    kılınca, Medîne halkı, içinde su bulunan kablarla huzuruna gelirlerdi.
    Her kaba mübârek ellerini sokardı. İbn-ül Cevzî (Beyan-ül müşkil-il Hadis)
    kitabında diyor ki, Medîne ehâlîsi böylece, Resûlullah ile bereketlenirler idi.
    Bir âlime gelip de böyle bereketlenmek istiyenleri, âlimin boş
    çevirmemesi iyi olur. İbni Cevzînin bu sözü ve imam-ı Nevevînin (Sahîh-i Müslim) şerhindeki
    yazıları ve Kâdı İyâdın (Müslim şerhi) ve Hanefî âlimlerinden Abdüllatîf
    ibni Melekin [İbni Melek 801 [m. 1399] da Tîrede vefât etti.]
    yazılarından anlaşılıyor ki, böyle bereketlenmek, faydalanmak, Hâricîlerin
    zannettikleri gibi, yalnız Resûlullaha mahsûs değildir. [Hâricîlerin bu âlimlerin
    kitaplarından haberleri olmadığı yâhut bile bile inat ettikleri
    anlaşılmaktadır. Bu ise, kötü niyetli, ard düşünceli olmak demektir.]
    Buhârî kitabında,İbni Sîrînden haber veriyor: İbni Sîrîn
    diyor ki, Resûlullah efendimizin sakal-ı şerifinden bir parça elime
    geçti. Bunu Ubeydeye söyledim. Bende bir sakal-ı şerif bulunmasını, dünyada olan
    herşeyden daha çok severim dedi.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Perş. Tem. 22, 2010 2:09 pm

    Buhârî-i şerifte diyor ki, Resûlullahın çok zaman hizmetinde
    bulunmakla şereflenmiş olan Enes bin Mâlik, kendisi ile berâber bir
    sakal-ı şerifin defnolunmasını vasıyet etti. Kabirde, Allahü teâlânın
    huzuruna sakal-ışerif ile birlikte çıkmak istedi. Kâdı İyâd (Şifâ) kitabında
    diyor ki,Resûlullahın fazîletlerinden ve kerâmetlerinden ve bereketlerinden
    birisi de şudur ki, Hâlid bin Velîd, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerif
    taşırdı. Bunu taşıdığı her muhârebede zafer kazanırdı. Hâlid, mübârek bir kılı
    sebebi ile murâdına kavuşuyor da, Resûlullahın mübârek zat-ı şerifini vesîle
    ederek Allahü teâlâdan dilekte bulunanlar kavuşmaz olur mu? Büyük islâm âlimi,
    Resûlullahın âşıkı olan İmâm-ı Muhammed Busayrî şâzilî [Busayrî 695 [m. 1295]
    de Mısrda vefât etti.](Kasîde-i bürde)de bu inceliği çok güzel anlatmaktadır.
    Buhârî ve Müslim sahihlerinde diyor ki, Abdüllah ibni
    Abbâsın haber verdiği hadis-i şerifte, Resûlullah iki kabrin yanına
    geldi.İkisinin de azâbda olduğunu anladı. Bir hurma dalı istedi.
    İkiye ayırıp,kabirler üzerine dikti. (Bunlar yeşil kaldıkca, azâbları hafîfler)
    buyurdu. Bir kabirde azâbın hafîflemesi için, üzerine yeşil hurma dalı
    konulması, hadis-i şerifte bildirilmiştir. Allahü teâlâ, yeşil otların
    bereketi ile kabirdeki azâbı hafîfletmektedir. Yeşil ot, bir zâttır, bir
    maddedir. Bunu dikmekle azâbın azalması, Resûlullaha mahsûs değildir.
    Yeşil hurma dalının her zaman kabir üzerine dikilmesini, islâm âlimleri,
    sözbirliği ile bildirmektedir.İslâm mezarlıklarına servi ağaçları dikilmesi
    bundan ileri gelmektedir. Hurma dalı gibi bir madde, azâbın azalmasına sebep oluyor da,
    varlıkların,maddelerin en kıymetlisi olanı sebep ve vesîle etmek câiz olmaz mı?
    Aklı olan,doğru düşünebilen kimse, buna olmaz diyebilir mi?
    Maddeyi, zâtı, Allahü Teâlânın rızasını kazanmaya vesîle
    etmek câizdir. Ebû Süfyânın zevcesi olan Hind, (Uhud) gazvesinde
    Hz.Hamzanın karaciğerinden bir parçasını, ağzına alarak, çiğnemişti.
    Resûlullah, (Hamza,ind-i ilâhîde çok kıymetlidir. Onun bedeninden hiçbir parçasını
    Cehennemde yakmaz) buyurdu. [Hindin îmana geldiği, Cehenneme gitmiyeceği buradan da
    anlaşılıyor.] Mâlik bin Sinân, Resûlullahın mübârek kanını içtiği zaman,
    (Cehennem ateşi seni yakmaz!) buyuruldu. Bunun gibi, Abdüllah bin Zübeyr,mübârek
    hacamât kanından içince, (İnsanlardan sana çok şeyler olur. Senden de insanlara
    çok şeyler olur) buyurdu. İçtiği için darılmadı. Mübârek artığını içen kadına da,
    (Karın ağrısı hiç çekmezsin) buyurdu. Bu hadis-i şerif sahihdir. Kadının ismi
    (Bereke)dir. Bunu birçok âlimler, meselâ Kâdı İyâd, (Şifâ) kitabında ve Kastalânî
    (Mevâhib-ül-ledünniyye) kitabında yazmışlardır. Ey müslümanlar! Resûlullahın
    mübârek bedeninden ayrılan kan ve benzeri şeyler, bunları içenlerin Cehennem
    ateşinden kurtulmasına sebep ve vesîle oluyor ve ağrıları önlüyor da, mübârek
    vücûdlarının, zâtının, bu
    iyiliklere vesîle ve sebep olmasına niçin inanılmasın? Mübârek zâtı, Allahü Teâlânın
    nûrundan idi. Gölgesi yere düşmezdi. Böyle olduğunu, Câbir ve başkaları bildirdiler.
    Allahü Teâlânın sevgilisi ve Peygamberlerin en üstünü için, vesîle edilmez, Allahü
    Teâlânın yaratmasına sebep olmaz diyen bir kimse,o yüce Peygamberin ümmetinden midir,
    yoksa düşmanlarından mıdır? Kâfirlere bile rahmet olduğu, âyet-i kerimelerde bildirilmiştir.
    Müslümanlar için ve Ona âşık olan (Ehl-i sünnet vel-cemaat) için, rahmete, vesîle ve sebep olmaz mı?
    (Vesîle arayınız!) âyet-i kerimesinin emrettiği vesîle, hem ibâdetlerdir, hem duâlardır,
    hem de mübârek kıymetli zâtların kendileridir. Yukarıda bildirdiğimiz hadis-i şerifler ve
    olaylar bunu açıkça göstermektedir.
    Mahlûklardan herşeyi,hattâ insanın yapamıyacağı, fakat
    kerâmet olarak Allahü Teâlânın Evliyâsına ihsân ettiği şeyleri istemek
    câiz olduğunu gösteren çeşidli âyet-i kerimeler vardır. Bunlardan biri (Neml)
    sûresindeki âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime, Süleymân aleyhisselâmın
    meâlen,(Ey cemaatim! Onu kürsîsi ile hanginiz getirirsiniz?) dediğini
    bildirmektedir. Cemaatin içinde, cin ve insanlar ve şeytanlar da vardı.
    Cinnin kötü kısmlarından, İfrît, sen yerinden kalkmadan onu getiririm, dedi.
    Süleymân aleyhisselâm bundan daha çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleymân
    aleyhisselâmın kâtibi olan Âsâf bin Berhıyâ, ben daha çabuk getiririm,
    dedi.Belkısın kürsîsi Yemende idi. Süleymân aleyhisselâm, Şâmda idi. Arada,
    [insane yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan Şâma yer altından hemen
    getirdi. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir kerâmet
    idi. Allahü Teâlâ, Velîleri için, sevdiği iyi kulları için, âdetinin, kanûnlarının
    dışında olarak kerâmet vermektedir. Allahü Teâlâ, sâlih kulu olan bir
    Velîsine verdiği kerâmeti, Kur'an-ı kerimde, överek bildiriyor. Bu kerâmeti
    istediği için, Süleymân aleyhisselâma darılmıyor. Ben sana şah damarından daha
    yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların yapamıyacağı birşeyi, benden
    başkasının gücü yetmiyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi.
    Çünkü, Süleymân aleyhisselâm, Allahü Teâlânın Peygamberi idi. Bu sözün, bu
    dileğin, sebeplere yapışmak olduğunu ve sebeplere yapışmanın Onun dînine uygun
    olduğunu biliyordu. Allahü Teâlâ, sebeplere yapışmağı emretmektedir.
    Resûlullahdan ve şehitlerden ve sâlih kullardan birşey istemek de, bunun gibidir. Allahü
    Teâlânın onlara ihsân etmiş olduğu kerâmetlerden faydalanmaktadır. Onlar
    sebebdir, vâsıtadır, vesîledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü Teâlâdır.
    Velîlerin kerâmeti, Peygamberlerin üstünlüklerinden, mucizelerindendir.
    Velîler, Peygamberlere uydukları için, onların vâsıtaları ile
    kerâmetlere kavuşmaktadırlar.
    Allahü Teâlânın sevdiği kullarına ve herşeyden önce
    Peygamberlerin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tevessül etmenin,
    onlardan şefaat istemenin câiz olduğunu gösteren âyet-i kerimelerden birisi de,
    Bekara sûresinin seksendokuzuncu âyet-i kerimesidir. Hadis âlimleri, sözbirliği
    ile bildiriyorlar ki, bu âyet-i kerime, Hayber yahudileri için gelmiştir.
    Câhiliyye zamanında, yâni Resûlullahdan önce, bu yahudiler, (Esed) ve (Gatfân)
    kabîleleri ile harp ediyorlardı. Harp ederken, (Yâ Rabbî! Âhır zamanda
    göndereceğin Peygamber hakkı için, bize yardım et!) diyerek
    yalvarıyorlardı.Âhır zaman Peygamberini vesîle ederek, zafer kazanıyorlardı. Fakat,
    Resûlullah gelip, islâmiyeti bildirince, kıskandılar, inat ettiler, inanmadılar.
    İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Bedâyi'-ul-Ferâid) kitabında diyor ki,
    yahudiler, câhiliyye zamanında komşuları olan arablarla harp ederlerdi.
    Resûlullah dünyaya gelmeden önce, onun mübârek vücûdu ile Allahü
    Teâlâdan yardım isterlerdi. Allahü Teâlâ, onlara yardım eder, gâlib gelirlerdi.
    Resûlullah,dünyaya gelip, islâmiyeti yaymaya başlayınca, inanmadılar, kâfir
    oldular.Dünyaya gelmeden önce inanmamış olsalardı, onun sebebi ile yardım
    istemezlerdi.(Beydâvî) tefsîrinin bazı açıklamalarında, Sa'deddîn-i
    Teftâzânîden şöyle naklolunuyor ki, Resûlullahın mübârek ismini söyliyerek yardım
    istiyorlardı. Mübârek ismini, şefaatcı ediniyorlardı. Sâlih ve zâhid
    âlimlerden Takıyyuddîn Husnî, (Mevlid-ün-nebî) kitabında diyor ki, bir
    müslüman, Resûlullahın iyi huylarını, yumuşaklığını, affını ve sabrını öğrenince,
    Onun Allahü Teâlâ yanındaki kıymetini, üstünlüğünü anlayıp, her işinde Onu
    vesîle eder. Çünkü O, şefaatcıdır. Allahü Teâlâ, Onun şefaatini red etmez.
    Allahü Teâlânın sevgilisidir. Onu vesîle kılarak, Onu şefaatcı ederek istenilenleri,
    Allahü Teâlâ verir. Allahü Teâlâ, bunu Kur'an-ı kerimde bildiriyor ve
    Evliyâsına ilhâm ediyor. Onun ve bütün müslümanların düşmanı olan bile,
    Onu vesîle kılarak, istediklerine kavuştuklarını, Kur'an-ı kerim haber
    veriyor. Onu çok sevdiği, çok üstün yaptığı için, onların dileklerini verdim buyuruyor.
    Abdüllah ibni Abbâs buyuruyor ki, câhiliyye zamanında, Hayber yahudileri,
    Gatfân denilen arab kâfirleri ile döğüşürlerdi. Yahudiler, mağlup olurdu.
    Allahü Teâlâya duâ ederek, yâ Rabbî! Âhır zamanda bize göndereceğini söz
    verdiğin sevgili Peygamberinin hakkı için, hurmeti için, bize yardım et diyerek
    yalvarırlardı. Her zaman böyle duâ ederek, Gatfân kâfirlerine gâlib gelirlerdi.
    Allahü Teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı, Peygamber olarak gönderince
    inanmadılar.Kâfir oldular. Allahü Teâlâ, bunu, yukarıdaki âyet-i kerimede
    bildirmektedir.Muhammed aleyhisselâmın Allahü Teâlâ yanındaki kıymetine, şerefine ve
    üstünlüğüne bakınız ki, Onu vesîle eden kâfirlerin bile duâsını kabûl
    buyurmaktadır. Yahudilerin, O sevgili Peygambere en büyük düşman
    olacaklarını ve O yüce Peygamberi çok inciteceklerini bildiği hâlde, Onu vesîle
    ederek yaptıkları duâları kabûl buyururdu. Dünyaya teşrîf etmeden önce, şerefi,
    şefaati böyle olunca, âlemlere rahmet olarak gönderildikten sonra, Onu
    vesîle ve şefaatcı etmenin suç olacağını, hangi akıllı, insâflı kimse iddiâ
    edebilir? Buna inanmıyanların, yahudilerden daha kötü oldukları anlaşılmaktadır.
    Peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâm da, Onu vesîle yaparak
    duâ edince, duâsı kabûl olmuş idi. Tefsîrler ve hadis kitapları, bunu uzun
    bildirmektedir. Bunları anlıyanlar, Onu vesîle etmeye inanmıyanların
    nasıl kimseler olduklarını iyi anlarlar.
    FASL: Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle ve şefaatcı yaparak, Allahü Teâlâdan istenilen
    şeylerin hâsıl olması, onların kerâmetinden ve üstünlüklerindendir. Öldükten
    sonra da kabirlerinde kerâmet sahibidirler. Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleri,
    kerâmetin var olduğunu ve kerâmete inanmak vâcib olduğunu sözbirliği ile
    bildirmişlerdir. Evliyânın kerâmeti olduğunu, Allahü Teâlânın kitabı haber vermektedir.
    Âyet-i kerime, Süleymân aleyhisselâmın, Belkısın kürsîsinin bir ânda, Yemendeki
    Sebe'şehrinden Şâma getirilmesini istediğini haber veriyor. Bu kürsî, altın
    ve kıymetli taşlar ile süslenmişti. Bunu, Âsâf bin Berhıyâ, bir ânda
    getirdi.Tahtın hiçbir yeri bozulmadan geldi. Âsâf, Velî idi. Tahtı bir ânda
    getirmesi, kerâmet oldu. Hz. Meryemin kerâmeti de Kur'an-ı kerimde, İmrân sûresinin
    otuzyedinci âyetinde bildirilmektedir. Hz. Meryemin yanına Zekeriyyâ
    aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. Zekeriyyâ, her girişinde Hz.Meryemin
    yanında tâze meyve görürdü. Bunların Allahü Teâlâdan
    geldiğini söylerdi. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki,
    Peygamberlerin mucizeleri olduğu gibi, Evliyânın da kerâmetleri vardır.
    Çünkü,Peygamberlere tâbi olanları, Onlara uyanları, Allahü Teâlâ çok sever.
    Onlara diri iken de, öldükten sonra da, kerâmetler ihsân eder. Peygamberlerin
    ve Evliyânın öldükten sonra da, mucize ve kerâmet göstermeleri, onların
    doğru söylediklerini daha iyi bildirmektedir. Çünkü, diri iken olan mucizeleri
    ve kerâmetleri gören düşmanlar, kâfirler, bunları başkasından öğrenerek
    yapıyorlar sanırlar. Fakat, öldükten sonra hâsıl olan mucize ve kerâmetler için,
    öyle sanmak ve söylemek olmaz. Mucizeleri ve kerâmetleri, Allahü Teâlâ
    yaratmaktadır. Yalnız Onun kudreti ile olmaktadır. Peygamberlerine ve
    Velîlerine ihsân ederek, ikrâm ederek, onların sebebi ile, onların şefaatleri
    ile yaratmaktadır. (Mucize) Peygamberlerden, (Kerâmet)
    ise,Peygamberin yolunda olduğu bilinen sâlih müminden hâsıl olmaktadır.
    Peygamberler mâsumdur. Hiç günah işlemezler. Şeytan, Peygamberin şekline
    giremez. Evliyâ da, Peygamberlerin vârisleridir. Şeytan, onlara da
    yaklaşamaz. Ömer ve Abdüllah ibni Mes'ûd ve daha birçok Sahâbeden şeytanın kaçtığı
    kitaplarda yazılıdır. Ali Uşî Fergânevî (Bed'ül-emâlî) kasîdesinde:
    Velînin kerâmetleri dünyada,Vardır, onlar ihsân sahipleridir.
    buyuruyor. Anlayışlı,akıllı kimseler için bu beytte
    takılacak birşey yoktur. Çünkü, Velîlerin kerâmetleri dünyada hâsıl olur
    demektedir. Çünkü, Ehl-i sünnet ile mu'tezile arasında dünyadaki kerâmet
    için ayrılık olmuştur. Onlar dünyada kerâmet olmaz dedi. Kerâmet olursa,
    mucize ile karışır. Peygamber ile Velî ayrılamaz sandılar. Ehl-i sünnete göre,
    mucize sahibinin, Peygamber olduğunu bildirmesi lâzımdır. Kerâmet sahibinin,
    Velî olduğunu söylemesi yasaktır. Söylerse, Velî olmadığı anlaşılır.
    Mezhepsizler, bunu anlasalardı, zındıkların, yalancıların çirkin sözlerini ileri
    sürerek,Evliyâya dil uzatamazlardı. Yukarıdaki beyt, Velînin kerâmetleri,
    dünyada da vardır. Kendilerinden istenilen şeyleri ve şefaat etmelerini, Allahü
    Teâlâ dilek sahiplerine ihsân eder demektir. Anlayışı az olanlar, yukarıdaki
    beyti,Velînin yalnız dünyada iken kerâmeti olur sanıyor. Velî ölünce, kerâmeti
    olmaz diyorlar. Böyle anlamak yanlıştır. Çünkü, derin âlimler, meselâ
    Şerefüddîn Halîl Neccârî Yemenî hanefî [Halîl Yemenî 332 [m. 943] de vefât etti.]
    (Nefîs-ür-riyâd) ismindeki Emâlî kasîdesi şerhinde ve Eşbâh muhşîsi
    şeyh Ahmed [ve Kâmûs mütercimi Ahmed Âsım Efendi Emâlî kasîdesini şerh
    ederken] bu beyti bizim bildirdiğimiz gibi açıklamışlardır. Hattâ insanlar, kıyâmet
    kopuncaya kadar, yâni âhıret hayatı başlayıncaya kadar, dünyadadırlar
    denir.Muhammed bin Süleymân Halebî Reyhâvî, Emâlî kasîdesinin şerhi olan (Nuhbet-ül-leâlî)
    kitabında da, bunu uzun açıklamaktadır.
    Velîlerin, öldükten sonra, sayılamıyacak kadar çok
    kerâmetleri görülmüştür. Âlimler bunları, sözbirliği ile
    bildirmişlerdir. Burada yalnız birkaç dânesini bildireceğiz: (Buhârî) kitabında
    diyor ki, Eshâb-ı kirâmdan Âsım, hiçbir müşrike dokunmamak için ve hiçbir müşrikin
    de kendisine dokunmaması için, Allahü Teâlâya söz vermiş idi. Kâfirler
    kendisini şehit edince, yanına yaklaşmak istediler. Cenâb-ı Hak, arılar göndererek
    Âsımı korudu. Arılar, o kadar çoktu ki, müşrikler yanına yaklaşamadılar. Bu,
    Âsıma ölümünden sonra ihsân edilen kerâmet idi. Eshâb-ı kirâmdan Hubeybi
    kâfirler yakaladı. Muhammed yalancıdır dersen seni bırakırız. Böyle söylemezsen
    öldürürüz dediler. Muhammed aleyhisselâmın mübârek ayağına bir diken
    batmaması için, cânımı feda ederim buyurdu. Şehit ettiler. Birkaç Sahâbî gece
    gelip,şehîdin ipini kestiler. [Alıp kaçırırlarken] Yere düştü. Yerde
    göremediler. Nereye gittiğini anlıyamadılar. Hanzala ismindeki Sahâbî, Resûlullah ile
    gazâya gitmek için acele etti. Gusül abdesti almaya vakit bulamadı. Şehit oldu.
    Kendisini melekler yıkadı. Bunun için, (Gasîl-ül-Melâike) adı ile
    meşhûr oldu. Bunların hepsi, (Buhârî) kitabında yazılıdır. Muhammed bin
    Abdüllah Tebrîzî şâfi'î [Tebrîzî 749 [m. 1348] de vefât etti.] (Mişkât)
    kitabında diyor ki, Âişe buyurdu ki, Habeş pâdişâhı (Necâşî)
    îmana geldi. Kabri üzerinde her zaman nûr parladığını çok kimseden işittim.
    Hz.Alînin kardeşi olan Câfer, şehit olduktan sonra, Yemendeki (Bîşe)
    şehrine meleklerle giderek yağmur yağacağını müjdelediğini Resûlullah
    haber verdi. Bunu yukarıda bildirmiştik. Hz. Hüseynin mübârek başı yanında
    kâri',yâni hâfız, (Kehf) sûresini okuyordu. (Eshâb-ı Kehf, bizim âyetlerimizden
    şaşırıp kaldı) meâlindeki âyet-i kerimeyi okuyunca, mübârek baştan,
    (Beni öldürmek ve sürüklemek, Eshâb-ı Kehften daha çok şaşılacak bir şeydir)
    sesi işitildi. Nasr-ül-Hazâî Me'mûn halîfe tarafından asılmıştı. Elinde
    mızrak olan biri, yanına bırakılıp, Nasrın yüzünü kıbleden çevirmesi emrolunmuştu.
    Gece karanlık basınca, mübârek yüzü kıbleye döndü. O sırada (Ankebût) sûresinin
    (Îman ettik diyenlerin kendi hâline bırakıldıkları mı sanıldı) meâl-i şerifindeki
    ikinci âyet-i kerimesini okuduğu işitildi. Bir kabirde (Mülk)
    sûresinin sonuna kadar okunduğu işitildi. Bunu yukarıda yazmıştık. Bu
    haberlerin hepsi doğrudur. Hadis âlimleri bildirmiştir.
    İbni Asâkir Ali [İbni Asâkir 571 [m. 1176] da Şâmda vefât etti.]
    bildiriyor ki, Umeyr bin Habbab Selemî dedi ki, sekiz arkadaşımla
    birlikte, Emevîler zamanında rumlara esîr olduk. Bizi, Rum kayserine
    götürdüler. Bunların boynunu vurunuz emrini verdi. Önce öldürülmek için
    arkadaşlarımın önüne geçtim. Papazlar bana acıdı. Benim bu hâlime
    şaşırdılar.Beni affetmesi için Kayserin elini ayağını öptüler. Papazın biri, beni
    evine götürdü. Güzel bir kızı yanıma getirdi. Bu benim kızımdır. Sana nikâh
    ediyorum dedi ve bizim dînimize gir dedi. Zevce için ve mal için dînimi bırakmam
    dedim.Birkaç gün geçti. Bir gece, papazın kızı beni bahçeye çağırdı. Babamın
    dediğini niçin yapmıyorsun dedi. Ben, kadın için, mal için dînimden dönmem dedim.
    Burada kalmak mı, yoksa memleketine gitmek mi istersin dedi. Memleketime gitmek
    isterim, dedim. Gökte bir yıldız gösterdi. Geceleri bu yıldıza doğru
    git,gündüzleri gizlen! Böylece vatanına kavuşursun dedi ve yanımdan ayrıldı:
    Üç gece yürüdüm. Dördüncü günü saklanmıştım. Sesler işittim. Umeyr, Umeyr
    diyerek beni çağırıyorlardı. Baktım. Şehit olan arkadaşlarımı gördüm. Siz şehit
    olmadınız mı? Evet olduk. Fakat, Allahü Teâlâ şimdi şehitlere emretti.
    Ömer bin Abdülazîzin cenâzesinde bulununuz dedi. At üzerinde idiler. İçlerinden
    biri, yâ Umeyr! Elini uzat dedi. Elimi uzattım. Beni arkasına oturttu. Sür'at ile
    gittik. Kendimi, Elcezîrede evimin yanında buldum dedi.
    Abdürrahmân ibnül Cevzî [İbnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1202]
    de vefât etti.] diyor ki, Ebû Ali Berberî, Şâmdan Tarsûsa ilk olarak
    gidip yerleşen üç kişiden biridir. Rumlarla gazâ ediyordu. Arkadaşları ile
    birlikte esîr oldu. Umeyrin başına gelenler, bunlara da oldu. İki arkadaşını
    şehit ettiler.Papazlardan biri, bunu kurtarıp evine götürdü. Bunu aldatmak için,
    kızını araya koydu. Fakat Allahü Teâlâ, kıza hidâyet ihsân eyledi. İkisi yola
    çıktılar,gündüz saklandılar. Ayak sesi duydular. Şehit olan iki arkadaşını gördü.
    Yanlarında melekler vardı. İki arkadaşına selâm verdi. Hâllerini sordu.
    AllahüTeâlâ, bizi sana gönderdi. Bu kız ile nikâhında sana şâhit olacağız
    dediler.Nikâhdan sonra gittiler. Bunlar Şâma geldi. Berâber çok yaşadılar. Bu
    hâl,Şâmda yayıldı. [Muhammed Mâsum-ı Fârûkî Serhendî, 1068 [m. 1658] senesi
    ibtidâsında, Hindistândan ayrılarak, deniz yolu ile, önce Medîne-i
    münevvereye,sonra Receb başında Mekke-i mükerremeye geldi. Mübârek oğulları ile, hac
    yaparak, 1069 başında Hindistâna avdet eyledi. Bu bir sene içinde, Cennetül mu'allâda ve
    Cennetül Bakîde ziyâret ettiği zevât-ı kiram ve Hucre-i saadeti
    ziyâretinde Resûlullah, mübârek bedenleri ile görünerek, verdikleri
    müjdeleri hergün oğullarına haber vermiştir. Bunlardan Muhammed Ubeydüllah, bu
    haberleri arabî olarak toplamış, hâsıl olan risâleye (Yevâkît-ül-haremeyn) ismini
    vermiştir.
    Üç sene sonra fârisîye tercüme edilmiştir.] İbni Ebiddünyânın
    kitabında böyle vak'alar ve ölülerin kabir hayatı yazılıdır. Ebû
    Nu'aymın (Hilye) kitabında ve İbn-ül-Cevzînin (Safvet-üs-Safve) ve (Uyûn-ül-Hikâyât)
    kitaplarında ve daha birçok kitaplarda yazılıdır. İbni Teymiyye ve
    İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye de, Evliyânın kerâmetlerini güzel yazmışlardır.
    [Şâfi'î âlimlerinin büyüklerinden İsmâ'îl Mûsulî, (Müzîl-ül-şübühât
    fî-isbât-il-Kerâmât) kitabında, Evliyânın kerâmet sahibi olduklarını
    vesikalarla isbât etmektedir. Kendisi, 654 [m. 1255] de vefât etmiştir.]
    Hanefî mezhebindeki birkaç din adamının ve vehhâbîlerin,
    Evliyânın az zamanda uzak yerlere gitmelerine inanmamaları şaşılacak
    şeydir. Bu da, çeşidli kerâmetlerden biridir. Hanefî âlimleri, fıkh ve akâid
    kitaplarında bunlara güzel cevap vermişlerdir. Meselâ, garbda bulunan bir kimse,
    şarkta bulunan bir kadınla evlense, zevcesinden uzun zaman uzak kalsa, birkaç
    sene sonra, zevcesi hâmile kalsa, doğacak çocuk, bu adamın olur dediler.
    Çünkü, (tayy-ı mekân) ile zevcesinin yanına gelmesi, mümkindir. Böyle kerâmet
    sahibi olması câizdir dediler. Fıkh âlimleri, bunu sözbirliği ile
    bildirmektedir.Akâid kitaplarında da yazılıdır. (Vehbâniyye) kitabında, tayy-ı
    mesâfe, yâni bir ânda uzak yere gitmek, Evliyâya ihsân olunan kerâmetlerdendir.
    Buna inanmak vâcibdir demektedir. (Nesefî)de, (Fıkh-ı ekber)de
    ve (Sivâd-ı a'zam) ve (Vasıyet-i Ebû Yûsüf)de ve bunların şerhlerinde ve (Mevâkıf)
    ve (Mekâsıd) kitaplarında ve bunların şerhlerinde [ve (İbni
    Âbidînde] de yazılıdır. Buna nasıl inanılmaz ki, âyet-i kerimede açıkça
    bildirilmiştir.Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerimeden alarak yazmışlardır. Kerâmete
    inanmak,vâcibdir demişlerdir. Âyet-i kerimede bildirilen (Belkıs)ın
    arşının bir ânda Şâma getirilmesi, tayy-ı mesâfenin kerâmet olduğunu göstermektedir.
    Hakîm-i Semerkandî İshak bin Muhammedin [Semerkandî 342 [m.
    953] de vefât etti.] (Es-Sivâd-ül-a'zam) kitabının otuzikinci
    maddesinde, Evliyânın kerâmeti çok güzel anlatılmaktadır. Burada
    bildirmeyi uygun gördük:
    Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine
    inanmıyan, bid'at sahibi, sapık olur. Evliyânın kerâmetine inanmamak iki
    türlüolur: Kerâmetleri bildiren âyet-i kerimelere inanmıyorsa, kâfir olur. Bu
    âyet-ikerimelere inanır, fakat onlar Peygamber idi derse, yine kâfir olur.
    Âyet-i kerimelere inanır ve onlar Peygamber idi demezse ve âyet-i kerimeler,
    Evliyânın kerâmetlerini bildiriyor demesi câiz olur. Çünkü, Allahü Teâlâ, yukarıda
    bildirdiğimiz âyet-i kerimede, Belkısın arşını bir ânda getirenin ilim
    sahibi olduğunu bildiriyor. Bu da, Âsâf bin Berhıyâ idi. Velî idi. Peygamber
    değildi. Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden idi. Süleymân aleyhisselâmın
    ümmetinden birinin kerâmeti, Kur'an-ı kerimde bildiriliyor da, Muhammed
    aleyhisselâmın ümmetinin kerâmetlerine niçin inanılmasın? Muhammed aleyhisselâm,
    Süleymân aleyhisselâmdan elbet daha üstündür. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti de,
    Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden elbet daha üstündür. Mezhepsizler, bu
    sözümüze karşılık, bu kerâmet Süleymân aleyhisselâmın idi derse, ona deriz ki, bu
    ümmetin Evliyâsının kerâmeti de, Muhammed aleyhisselâmdandır. Meryem
    sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Hurma kütüğünü kendine doğru çek!
    Sana ondan tâze hurma düşer) buyuruldu. Allahü Teâlâ, hurma kütüğünden, Hz.
    Meryem için meyve çıkardığını bildiriyor. Hz. Meryem, Peygamber değildi.
    Zekeriyyâ aleyhisselâmın, Hz. Meryemin yanında gördüğü meyveler ve Eshâb-ı Kehf
    vak'ası hep kerâmet idi. Bu kerâmetlerin sahipleri Peygamber değildiler. Önce
    gelen Peygamberlerin ümmetlerinde, kerâmet sahibi Velîler bulunuyor da,
    Muhammed aleyhisselâmın ümmetinde kerâmet sahibi Evliyâ niçin bulunmasın? İmrân
    sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz, ümmetlerin en iyisi
    oldunuz) buyuruldu.
    Kerâmete inanmıyanlar bu sözümüze karşılık, bir kimsenin bir gecede
    Kâbeye gidip gelmesi olamaz derse, Resûlullah, bir ânda yedi kat göklere ve
    Allahü Teâlânın dilediği yerlere götürülüp getirildi. Bundan büyük kerâmet olurmu?
    Yine deriz ki, mümin mi kıymetlidir, kâfir mi? Kâfirlerden birinin bir
    ândaşarktan garba gidip geldiğini işitiyoruz ve inanıyoruz. Bu kâfir
    bildiğimiziblistir. Bu kâfire verilen şey, Allahü Teâlânın sevgili kullarına niçin
    verilmez olsun? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lâzımdır. (Sivâd-ül a'zam)
    kitabının şerhinden tercüme burada tamam oldu. İbni Teymiyye ve
    başkaları bildiriyor ki, Evliyânın kerâmetlerine inanmıyanlar, hâricîler
    ve mu'tezilî ve bazı şîîlerdir. Çünkü, bu sapıkların kerâmetleri yoktur.
    Kerâmet sahipleri de yoktur. Bunun için, görmüyorlar, işitmiyorlar ve inanmıyorlar.
    (Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitabına cevap
    olarak, Dâvüd bin Süleymânın (Minhat-ül-Vehbiyye fî
    Redd-il-Vehhâbiyye) kitabından yaptığımız tercüme burada tamam oldu. Bu hayrlı sebep ile,
    kitabın tamamı tercüme edilmiş oldu. [Hasen-i Basrî 110
    [m. 727] de Basrada, Ebû Kılâbe Abdülmelik 276 [m. 889] da Bağdâdda, Sa'düddîn-i Teftâzânî Mes'ûd şâfi'î
    792 [m. 1389] de Semerkandda, Ali Ûşî 575 [m. 1180] de, Şerefüddîn Halîl
    Neccârî Yemenî 632 [m. 1235] de, Seyyid Ahmed Âsım efendi Ayntâbî 1235 [m. 1820]
    de İstanbulda, Muhammed bin Süleymân Halebî Reyhâvî 1228 [m. 1813] de,
    halîfe Memûn bir Hârûn 218 [m. 833] de ve Dâvüd bin Süleymân Bağdâdî 1299 [m.
    1881] de vefât etmiştir].
    Abdülganî Nablüsî (Keşf-ün-Nûrmin-Eshâb-il-kubûr) kitabında
    buyuruyor ki, Allahü Teâlâ, kendisine yaklaşmış olan kullarına
    kerâmetler ihsân etmiştir. (Kerâmet), Evliyâ denilen insanlarda Allahü Teâlânın
    yarattığı, âdet ve fen bilgileri dışında olan şeylerdir. Allahü Teâlâ,
    kendi kudreti ile ve irâdesi ile, yâni dilediği zaman, bu şeyleri, bu
    kullarında yaratmaktadır. Kulun kudretini de Allahü Teâlâ yaratmaktadır. Bu
    şeylerin yaratılmasında, kulun kudretinin ve irâdesinin te'sîri yoktur. Kulun
    irâdesi ve kudreti, kerâmetlerin yaratılmasına ancak sebep olmaktadır. Kul,
    istediği zaman, kendi kuvveti ile kerâmet yapar diyen kimse ve böyle inanan kimse
    kâfir olur.Kendisinde kerâmet hâsıl olan Velî, bu kerâmetin yalnız
    Allahü Teâlânın dileği ile ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin
    ve kudretinin hiçbir te'sîri olmadığını bilmektedir. Bunun gibi, kendi
    bedenindeki, görmek, işitmek, tad almak, sertlik, sıcaklık duymak,
    düşünmek, ezberlemek, hâtırlamak gibi duygularının ve iç ve dış organlarının
    hareketlerinin, hâsılı bütün işlerinin hep Allahü Teâlânın dilemesi ile
    ve kudreti ile ve yaratması ile olduğunu her an bilmektedir. Evliyâlık da,
    bu demektir. Yâni, böyle olduğunu her an bilen ve inanan kimse, Allaha yakîn
    olmuş, Velî olmuştur. Bu bilgisi, her an bütün varlığını kaplamaktadır.
    Allahü Teâlâ, Velîsine bâzan gaflet verir. Bu bilgisini unutturur. Bu zaman,
    Velîliği kalmaz ise de, önceki zamanlarında Velî olduğu için, böyle zamanlarda
    da, kendisine Velî denilir. Bunun gibi, îmanı olan insana mümin denildiği
    için, uyku zamanında, gaflet hâlinde olduğu zaman da, kendisine mümin
    denilmektedir. Bu gaflet zamanı, Evliyânın aşağı hâlleridir. Allahü Teâlânın (Sen
    elbette ölüsün. Onlar da ölüdürler!) buyurduğu ölü olmak hâli de bunun
    gibidir.Bunun için Velîler, her şeylerinin Allahü Teâlâdan olduğunu anlamaları
    hâllerine [(Fena fillah) veya] (mevt-i ihtiyârî) demişlerdir.Hadis-I şerifte,
    (Kendini tanıyan, Rabbini tanımış olur) buyuruldu.
    Bütün hareketlerinin ve işlerinin, görünen ve görünmiyen kuvvetlerinin
    kendisinden olmadığını, başka bir irâde ve kudret sahibi tarafından
    meydana getirildiğini anlıyan kimse, bu kudret sahibi olan Allahü Teâlâyı
    tanımış olur. Allahü Teâlânın emrettiği farzların hepsini yapan ve ayrıca Muhammed
    aleyhisselâmın ibâdetlerini, yaşayışını, hâllerini, yâni nâfile
    ibâdetleri de yapan bir müslüman Allaha yaklaşır, Velî olur. Duyguları ve hareketleri
    kendisinden değil, Allahü Teâlâdan olduğu meydana çıkar. Böyle olduğunu
    bildiren hadis-i şerif, tasavvuf kitaplarında yazılıdır.
    Âriflere göre, Velî olmak için, kendisinin (Mevt-iihtiyârî) denilen bir mevt ile ölü
    olduğunu bilmek lâzımdır.Velîlerde kerâmetin hâsıl olması için, böyle ölü olmaları lâzımdır.
    Böyle olduğunu anlayan kimse, meyyitte kerâmet olmaz diyebilir mi? Câhiller, gâfiller,
    kendi işlerini kendi irâdeleri ile ve kudretleri ile yaptıklarını sanırlar.Herşeyi
    Allahü Teâlânın yarattığını unuturlar.
    Evliyânın, öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını fıkh
    kitapları da bildirmektedir. Hanefî mezhebinde kabir üzerine basmak,
    oturmak,uyumak, abdest bozmak mekruhtur. Çünkü bunlar ihânet, hakâret etmektir.
    Hadis-i şerifte, (Kabir üzerine basmaktansa, ateşe basmağı tercîh ederim) buyuruldu.
    Bu sözler, insana öldükten sonra da saygı göstermek lâzım olduğunu
    bildiriyorlar. Yâni dînimiz, ölülerin kerâmet sahibi yâni muhterem
    olduklarını bildiriyor. Kerâmet, âdet hârici yapılan iş demek olduğunu yukarıda
    bildirmiştik. İnsanın yer yüzünde yürümesi, oturması âdet olduğu için,
    müminin kabri üzerine basılmaması, oturulmaması, ona kerâmet yâni ikrâm ve ihsân
    olmaktadır. Her mümine öldükten sonra böyle kerâmet veren dînimiz, ilim,
    irfân sahibi olan Evliyâya daha kıymetli kerâmetler de ihsân olunacağını göstermektedir.
    Peygamberimiz (Bakî') kabristanını ziyâret eder,
    mezar yanında ayakta duâ ederdi. Bu da, ölülerin kerâmet sahibi
    olduklarını göstermektedir. Çünkü, müminin kabri başında yapılan duânın kabûl
    olacağını bilmeseydi, orada duâ etmezdi. Müminin kabri başında duânın kabûl
    olması, onun kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Her mümin için böyle kerâmet
    olunca, Evliyâ için daha çok olacağı meydandadır. Mümin ölünce, onu
    yıkamak, kefenlemek ve defnetmek lâzımdır. Dînimiz bunu emretmektedir. Bu emr,
    müminin öldükten sonra da, kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Kâfirlerin ve
    hayvanların ölülerinde bu kerâmet yoktur. Mümin ölürken
    necâsetlenmektedir. Onu bu necâsetten kurtarmak, temizlemek
    için yıkamak emrolundu. Bu emr, müminin öldükten sonra da
    kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. (Câmi'ul-fetâvâ) kitabında
    âlimlerin ve seyyidlerin mezarları üzerine binâ, türbe yapmak mekruh değildir diyor.
    Yine bu kitapta,ölü yıkayanın temiz olması lâzımdır. Cünüb olması mekruhtur diyor. Bu
    da, her müminin öldükten sonra kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Hâlbuki,
    diri iken her mümin kerâmet sahibi olmaz. Yalnız Evliyâ diri iken de kerâmet
    sahibidir. İmâm-ı Abdüllah Nesefînin (Umdet-ül-îtikat) kitabında,
    (Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Bunun
    gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, Peygamber olan
    ve îman sahibi olan ruhdur. İnsan ölünce, ruhunda bir değişiklik olmaz)
    demektedir.İnsan, beden demek değildir. İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak
    yeridir.Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrâîl aleyhisselâm,
    Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahâbî
    şeklinde görünürdü. Eshâb-ı kirâmdan bazıları da, Cebrâîl aleyhisselâmı insan
    şeklinde gördüler. Cebrâîl aleyhisselâm insan şeklinden çıkarak, kendi şekline
    girince,ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsan
    ruhu da,bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir.
    Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerâmetinin kalmıyacağını göstermez. [(Câmi-ul-fetâvâ)nın
    yazarı Muhammed Semerkandî hanefî 556 [m. 1162] da, Abdüllah Nesefî hanefî 710
    [m. 1310] da Bağdâdda vefât etti.]
    Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını
    bildiren bir çok vak'a ve hikâyeler kitaplarda yazılıdır. Meselâ, büyük
    Velî, Muhyiddîn-i Arabînin (Ruh-ul-Kuds) kitabında, Ebû Abdüllah bin
    Zeyn-ül-bürî İşbilînin çeşidli kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebül
    Kâsım bin Hamdin ismindeki kimsenin imam-ı Muhammed Gazâlîyi red eden, kötüliyen
    bir kitabı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu kitabı
    hiç okumıyacağına yemin etti. Allahü Teâlâ kabûl buyurup, görmek ihsân
    eyledi. Bu da, imam-ı Gazâlînin öldükten sonra olan bir kerâmetini göstermektedir.
    İmâm-ı Yâfi'î (Ravdur-Riyâhîn) kitabında diyor ki,
    Evliyâdan biri, kabirdekilerin derecelerinin kendisine gösterilmesi için
    duâ etti. Bir gece çeşidli kabirler gösterildi. Kimi tahta üzerinde, kimi
    ipek yatakta, kimi kokulu çiçekler arasında, kimi sevinçli, kimi ağlar, kimi
    güler idi. Bir ses işitti. Bu hâlleri, dünyadaki amellerinin karşılığıdır
    diyordu. Güzel huylular, şehitler, nâfile orucları da tutanlar, Allahü Teâlâ için
    sevişenler, günah işleyenler, tevbe edenler, ayrı ayrı hâlde idiler.
    Mezardakilerin hâlleri bazı Evliyâya uykuda, bazılarına da uyanık hâlde
    iken gösterilir. İmâm-ı Yâfi'î (Kifâyet-ül-Mu'tekad) kitabında, bazı
    Evliyânın babasının mezarına gidip konuştukları yazılıdır.
    Elkâî, (Es-sünnet) kitabında, Yahyâ bin Mu'în diyor
    ki, inandığım, güvendiğim mezarcı bir arkadaşım dedi ki, şaşılacak çok
    şeyler gördüm. En çok şaştığım şey, bir meyyitin, müezzinin ezanını tekrar
    ettiğini işittim dedi. [Hibetullah Elkâî 418 [m. 1027] de vefât etti.]
    Ebû Nu'aym, (Hilye) kitabında diyor ki, Şeybân bin
    Cisrden işittim. Sâbit-ül-benânîyi mezara koyduk. Hamîd-üt-tavîl de
    yanımda idi, kabrin kerpici düştü. Sâbitin kabirde namaz kıldığını gördüm. Sâbit
    diri iken, her zaman, (Yâ Rabbî! Bir kuluna kabirde namaz kılmak kerâmetini
    ihsân edersen, bana da ihsân et!) diyerek duâ ederdi. [Abdüllah Yâfi'î 768 [m.1367]
    de Mekkede, Yahyâ bin Mu'în Bağdâdî şâfi'î 233 [m. 848] de Medînede, Ebû
    Nu'aym İsfehânî 430 [m. 1038] de vefât etti.]
    İmâm-ı Tirmizî ve Hâkim ve Beyhekî bildiriyorlar: Abdüllah
    ibni Abbâs söyledi ki, birkaç Sahâbî yolculukta bir çadır kurduk. Burada
    kabir olduğunu bilmiyorduk. Birisinin sûre-i Mülkü başından sonuna kadar
    okuduğunu işittik. Medîneye gelince, bunu Resûlullaha söyledik. (Bu sûre,
    meyyiti kabirdeki azâbdan kurtarır) buyurdu. Ebül-Kâsım Sa'dî, (İsfâh)
    kitabında, bunu anlatıyor ve bu, meyyitin kabirde Kur'an okuduğunu isbât
    etmektedir diyor.İbni Mendeh haber veriyor: Talhâ, Ubeydullahdan haber veriyor
    ki, ormanda idim. Akşam oldu. Abdüllah bin Âmir bin Hizâmın kabri
    yanında oturdum. Kabirde çok güzel sesle Kur'an okuduğunu işittim. Resûlullaha
    haber verdim. (Bunu okuyan Abdüllahdır. Allahü Teâlâ ruhları kabz edince,
    Cennetteki yerlerinde muhâfaza olunur. Her gece, sabaha kadar,
    kabirlerine bırakılır) buyurdu. [Muhammed ibni Mendeh 395 [m. 1005] de vefât etti.]
    İnsan ölünce, ruh da ölmez. Ruh bedenden başka bir
    varlıktır. Mezardaki beden ile, toprak olduktan sonra da, ilgisi yok
    olmaz.Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamış olan câhiller ve
    mezhepsizler ve Cehenneme gidecekleri bildirilmiş yetmişiki fırkadan olan sapıklar,
    ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bilmiyorlar. İnsan ölünce, hareketi
    yok olduğu gibi, ruhun da bedenin bir sıfatı, özelliği olduğunu, hareketin
    yok olduğu gibi ruhun da yok olacağını sanıyorlar. Evliyâ da, her insan
    gibi, ölür,toprak olur, insanlığı ve ruhaniyeti kalmaz diyorlar. Mevtâlarına hurmet
    etmiyorlar. Hakâret ediyorlar. Evliyânın kabrini ziyâret ederek, onlarla
    bereketlenmeği, tevessül etmeyi inkâr ediyorlar. Bir gün Velî Arslan
    Dımışkînin kabrini ziyârete gidiyordum. Sapıklardan birisi, toprak ziyâret olunur
    mu dedi.Buna çok şaştım. Müslüman olduğunu bildiren bir kimsenin böyle
    söylemesine çok üzüldüm. Hadis-i şerifte, (Kabir, yâ Cennet bahçelerinden bir
    bahçedir. Yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyuruldu. Bu
    hadis-i şerif, ruhların, çürümüş cesedlerle birleştiklerini açıkça
    bildirmektedir.Müminlerin mezarlarının muhterem, mübârek olduğunu göstermektedir.
    Âlime hakâret edenin, düşmanlık edenin kâfir olmasından korkulur.
    Meyyitler de, diriler de Allahın mahlûklarıdır. Hiçbirinin,
    hiçbir şeye te'sîri yoktur. Herşeye te'sîr eden, yalnız Allahü Teâlâdır.
    Fakat, müminin ölüsüne de, dirisine de tâzîm, saygı göstermek vâcibdir. Çünkü,
    müminlerin ölüleri de, dirileri de, Allahü Teâlânın (Şe'âir)i
    oldukları için, tâzîm edilmelerini Kur'an-ı kerim emretmektedir. Hac sûresinin
    otuzikinci âyetinde meâlen, (Allahü Teâlânın şe'âirini tâzîm etmek, kalblerin
    takvâsından dolayıdır) buyuruldu. Şe'âir, Allahü Teâlâyı hâtırlatan, bildiren
    şeyler demektir. Âlimlerin, sâlihlerin ölüleri ve dirileri şe'âirdir.
    Âlimleri, Velîleri tâzîm etmek, bunlara saygı göstermek,
    çeşidli şekilde olur. Bunlardan biri, kendilerine tahtadan tabut yapmak
    ve mezarları üzerine kubbe yapmaktır. Sarıklarının büyük olması,
    elbiselerinin geniş ve temiz olması da bunları tâzîm etmek içindir. (Câmi'ul-Fetâvâ)da
    Âlimlerin, Velîlerin, Seyyidlerin mezarları üzerine binâ, türbe yapmanın mekruh
    olmadığı yazılıdır. Evliyânın kabirlerine nefret edilmemek, saygı
    göstermek için sanduka, örtü ve sarık koymak, bunları kabir sahiplerini hakâretten
    korumak, tâzîm ve saygıya sebep olmak niyeti ile yapmak, bize göre
    câizdir.Selef-i sâlihîn zamanında bunlar yapılmazdı. Fakat, o zaman herkes
    kabirlere hurmet ederdi. Fıkh kitaplarında vedâ' tavâfından sonra, geri geri
    giderek, Mescid-il-haramdan çıkmalıdır. Böyle çıkmakla, Kâbeye tâzîm edilmiş olur
    yazılıdır. Selef-i sâlihîn, geri geri çıkmazdı. Fakat onlar, Kâbeyi
    tâzîm etmekte kusur yapmazlardı. Kâbeye örtü koymak eskiden yoktu. Buna
    sonradan fetvâ verildi, meşru oldu. Kabirler üzerini örtmek de, bunun gibi meşru
    olmaktadır. Hadis-i şerifte, (Bir kimse güzel, yâni islâmiyete uygun
    çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevap gibi, buna da
    verilir) buyuruldu.


    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR Empty Geri: VEHHÂBÎ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR

    Mesaj tarafından Admin Cuma Tem. 30, 2010 3:55 pm

    25- Vehhâbîlerin ictihâdlarının bozuk olduğunu kendileri de söylemektedir.

    25 - Ehl-i sünnet âlimlerinin haklı olduklarını, vehhâbîler de söylemektedir. Allahü teâlâ, bu
    doğru sözü, onlara da söyletmektedir. Bakınız, bu kitabın dörtyüzotuzikinci
    sayfasında Ehl-i sünneti nasıl övmektedir: (Resûlullah, Muâzı Yemene hâkim
    olarak göndereceği zaman,
    (Ne ile hükm edeceksin?) buyurdu.
    Allahın kitabı ile dedi.
    (Allahın kitabında bulamazsan?) O zaman,
    Resûlullahın sünneti ile hükm ederim dedi.
    (Orada da bulamazsan)
    buyurunca, ictihâd ederek, anladığıma göre, hükm edeceğim dedi. Bunun üzerine,
    (Resûlünün
    hâkimine, Resûlünün râzı olduğunu ihsân eden Allahü teâlâya hamd ederim)
    buyurdu.
    Muâz Eshâb-ı kirâmın fıkh, helâl ve haram bilgilerini en çok bilenlerden idi.
    Bunun için, ictihâd yapabilecek, yüksek âlim idi. Allahü teâlânın Kitabında ve
    Resûlullahın sünnetinde bulamadığı şeyleri, kendi ictihâdına göre hükm etmesi
    câiz idi. Fakat bugün ve bundan önce, Allahü teâlânın Kitabındaki hükmleri ve
    Resûlünün sünnetini bilmiyenler, böyle câhil oldukları hâlde, kendilerinin
    ictihâd edebileceklerini sanıyorlar. Bunlara yazıklar olsun)
    diyor.

    Bütün vesikalarını Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından
    almış olduğu gibi, bu satırlarını da, o büyük âlimlerin kitaplarından almıştır.
    Çünkü, İbni Teymiyyeden önce, onun sapık fikirleri gibi yazanlar yoktu. Bu
    çığrı o açtı. Ondan sonra gelenler, işi azıttılar. Taşkınlık yaptılar. Ehl-i
    sünnet kitaplarından aldıkları kıymetli yazılara, yanlış bozuk mânalar
    verdiler. Herkes, arabî öğrenmeli ve ictihâd yapmalıdır dediler. Doğru yoldan
    ayrıldılar. Milyonlarca insanı da saptırdılar. Yukarıdaki yazı, kendi
    iddiâlarını çürütmekte, onlar gibi câhillerin ictihâd yapamıyacaklarını,
    çıkaracakları hükmlerin, mânaların yanlış, bozuk olacaklarını göstermektedir.

    Son günlerde, ictihâda inanmıyanlar çoğalmaktadır. (Mezhep
    ne imiş. Mezhepler, müslümanları bölmüşler. Dîni güç duruma sokmuşlar. Allah
    kolaylık emrediyor. İslâmiyette mezhep diye birşey yoktur. Bunlar sonradan
    uydurulmuştur. Ben Eshâbın yolundayım. Başka yol tanımıyorum)
    diyorlar.

    Böyle sözleri din câhilleri çıkarmıştır. Şimdi de,
    müslümanlar arasına yayıyorlar. Hem de, çok kurnaz davranıyorlar. Önce, Ehl-i
    sünnet âlimlerinin kitaplarından doğru bir bilgi söyleyip, bundan sonra kendi
    yalanlarını söyliyorlar. Doğrusunu işitenler, hepsini doğru sanıp aldanıyorlar.
    Kurtuluş yolu, Eshâb-ı kirâmın yoludur. Beyhekînin haber verdiği ve (Künûz-üd-dekâık)
    kitabında yazılı hadis-i şerifte, (Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir.
    Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz!)
    buyuruldu. Bu hadis-i şerif
    gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine uyan, Onun yolunu tutan, dünya
    ve âhıret saadetine kavuşacaktır. Deylemînin bildirdiği hadis-i şerifte, (Eshâbım,
    iyi insanlardır. Allahü teâlâ, Onlara hep iyilik versin)
    buyuruldu. Yine
    Deylemînin bildirdiği hadis-i şeriflerde, (Eshâbımın kabahatlerini
    konuşmayınız!)
    ve (Muaviye elbet melik olacaktır) buyuruldu.



    Eshâb-ı kirâmın yolundayız diyenler, bu yolu nereden
    öğrenecekler? Bin sene sonra gelmiş olan mezhepsizlerden mi? Yoksa, Eshâb
    zamanında bulunan, onların yetiştirdikleri âlimlerin kitaplarından mı? Eshâb-ı
    kirâmın yetiştirdikleri ve onların talebesinin yetiştirdikleri âlimler (Ehl-i
    sünnet vel-cemaat)
    mezhebinin âlimleridir. (Mezhep), yol demektir.
    Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi demek, Resûlullahın ve Onun cemaatinin yâni
    Eshâbının yolunda olan müslümanlar demektir. Bu mübârek âlimler, hep Eshâb-ı
    kirâmdan öğrendiklerini yazmışlardır. Kendi görüşleri ile birşey
    yazmamışlardır. Kitaplarında, vesikasız, senedsiz bir kelime yoktur. Dört
    mezhebin îmanları birdir. Eshâb-ı kirâmın yolu, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin
    kitaplarından öğrenilebilir.
    Eshâb-ı kirâmın yolunda olmak istiyenin, Ehl-i sünnet
    mezhebinde olması lâzımdır.Sonradan türeyen bozuk yollardan sakınması lâzımdır.

      Forum Saati C.tesi Eyl. 21, 2024 11:48 am