Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:53 pm

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Abdalh10






    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ

    Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te
    Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri,
    Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
    İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün
    babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi.
    Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi.
    Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı.
    Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok
    cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini
    her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı.
    Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu
    gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin
    küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. SeyyidMustafa Efendinin içindeki
    dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.
    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî
    ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli
    şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık,
    münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf
    dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu
    rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
    Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle
    birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim
    zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce
    bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete
    düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla
    kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ
    kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu:
    "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir
    kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün
    heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle;
    "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda
    kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses
    işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap
    veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.
    Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum.
    Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine
    büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din
    bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek
    rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana
    hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın
    emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:
    "Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri
    bakımından çok yükseleceğine işârettir.
    Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında
    geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap
    üzerinde geçirdim.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:54 pm

    İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.
    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini
    mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid
    Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü.
    Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.
    Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî
    hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu.
    İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:
    Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al,
    elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de
    imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da
    elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.
    Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece
    cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni
    beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire
    muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.
    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip,
    ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü
    nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de
    tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden
    sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun
    olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun
    sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından
    Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.
    Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî
    faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:
    Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese
    yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği,
    giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum.
    Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O
    civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların,
    bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu.
    Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan
    getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim
    nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî
    olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek
    evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte
    devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.
    Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye
    gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli
    eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra,
    yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ
    tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:
    "Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan
    girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var
    mıdır?" dedi.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:55 pm

    Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla
    sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü
    şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:
    "Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda
    olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur
    olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem
    de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.
    Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek
    iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri
    kendisine:
    "Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî
    tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da
    icâzet verdim." buyurdular.
    Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda
    karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus
    askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri
    silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât
    şöyle nakletmektedir:
    Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada
    bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın
    başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare
    bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece
    oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara
    girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye
    emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi,
    câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu
    göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî
    aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol
    açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre
    kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve
    çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi
    Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana
    gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise
    Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor,
    büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve
    çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem
    oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan
    oldular.
    Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda
    elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi
    Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45
    dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak
    girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi,
    Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil
    ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur
    Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin
    rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz
    olarak bize ihsan edildi.
    Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş
    ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden
    râzı olsun.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:56 pm

    Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında
    oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek
    şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz
    elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya
    geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile
    Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı
    içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye
    Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi
    tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede
    yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum.
    İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.
    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari
    Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da
    Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs
    profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de
    üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye
    başladı.
    Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi.
    Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya
    gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o
    bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler
    görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin
    adı geçtiği zaman:
    "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o
    büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki
    kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
    Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim
    Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:
    Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta
    Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir
    bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve
    seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları
    çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor.
    Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve
    Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara
    katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi
    Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.
    Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu
    odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet
    adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi
    şöyle nakletmektedir:
    Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi
    nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini
    tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir
    deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri
    dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının
    bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada
    olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi
    bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki
    tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:56 pm

    Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır.
    Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak
    sorduklarında:
    "Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan
    kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh
    tipine âit teşhislerin en güzelidir.
    Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.
    Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi,
    ağlaması hep İslâmiyete ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören
    sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi.
    Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol
    tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ
    yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın
    beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.
    Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük velîden şu sözleri ve menkıbeleri
    nakletmişlerdir.
    Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart
    altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.
    Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."
    Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;
    "Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu
    muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.
    Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;
    "Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye
    mâliktir." buyurdu.
    Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;
    "Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her
    vâsıtayı, her imkânı bulabilir." buyurdu.
    Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:
    "Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler
    bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
    Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından
    sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da
    cevâben:
    "Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!"
    buyurdu.
    Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
    Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim.
    Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi
    olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra
    sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri
    anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz
    daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle
    gelmiştim.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:57 pm

    Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid
    Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
    "Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine
    yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
    Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
    Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni
    imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde
    oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip
    sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik.
    Gördük ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar
    bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı
    aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. Şimdi dağılmış."
    Yine Şakir Efendi naklediyor:
    İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi.
    Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna
    duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi
    hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden cevap
    verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç
    gözyaşları döktüler.
    Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
    Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda
    yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana
    bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid
    Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular.
    "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını
    unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın müşterileriniz
    oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini
    gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.
    Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz,
    eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan,
    güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra
    azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye
    geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde
    güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört
    yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk
    düşmekten kurtuldu.
    Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı
    Abdülkâdir Bey şöyle antalır:
    Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra
    hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak
    ucunda, yanyana diz üstünde oturduk. "Yanıma sokul, gözlerini kapa." buyurdu. Gözlerimi
    kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi.
    Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben
    işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında
    oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben
    hayatta iken kimseye söyleme." dedi. Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.
    Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
    Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım
    gibi, İkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi
    huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve
    avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe sürüklenmek
    mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten
    sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık
    olmasa, vesîka usûlü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık,
    vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş,
    müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlünü beklemezken "O
    olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:57 pm

    Fâruk Bey anlatır:
    Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının
    balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye
    dar attık. Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün
    mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler.
    Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki
    çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk
    gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece; "Mahzûnum,
    mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir
    zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun
    yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi, birâderzâdeleri olan
    Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden
    iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.
    Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın
    âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu
    mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık
    demişlerdir.
    Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
    Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden
    dolu döner."
    Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver."
    buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç
    kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları evden
    çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha
    uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup,
    celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak
    uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende
    olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
    Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir
    kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap
    okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin
    hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin
    huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı,
    âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek
    vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
    Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz
    edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet
    buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye
    düşünüyordum. Vardım. Bahçed yalnız oturuyorlardı. Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme
    bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül"
    dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ
    şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır
    efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim;
    ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın
    efendim." dedim.
    Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ
    Rabbî! Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 4:58 pm

    Hemen siyah sakallı birisi
    zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur.
    Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra,
    Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye
    düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha
    konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına
    hafifçe söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.
    Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden
    eczacılığı seçmesini istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise
    onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs ettiği
    takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih
    Câmii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta annesi diğer tarafta ise
    canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk
    kişiyle istişâre etmeye karar verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına
    yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi
    üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar.
    Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler. Ne
    yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
    hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki,
    bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl
    eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi
    hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra
    anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.
    Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm
    nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden
    bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara
    çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene
    teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda
    kaldım.
    Buyurdular ki:
    Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.
    Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı
    ile değildir. İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.
    Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
    Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.
    Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
    Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.
    Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir.
    Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile
    sevişemez.
    Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın
    ihsânıdır.
    Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle
    İslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz.
    Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
    Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.
    Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder.
    Güzel ve doğru onun dilediğidir.
    Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse,
    yanarız.
    Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.
    Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
    İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
    Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir.
    Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâyezîd, Bakırköy,
    Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları, bunların iftirâlarına sebeb oldu.
    Bunların tahriki ile Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürüldü. Bir müddet
    Meserret otelinde sonra bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa'ya
    nakli veya İstanbul'a iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını
    aldılar. Nihâyet Ankara'ya nakline müsâde çıktı. Bu karar üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı
    Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık'ın evine geldiler. Bu sırada hasta
    olduklarından Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943
    (H.1362)'te vefât ettiler. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.
    Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları mübarek nâşın İstanbul'a nakli için
    resmî makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. Şehrin belediye sınırları içinde
    ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli kolu bağlı mahzun ve
    üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu mezarlığa defnedilmeyi istemiyorlardı.
    O sırada evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli olmayan ak
    sakallı bir adam:
    "Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır. Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer
    orasıdır." dedikten sonra dönüp gitti. Meçhul adamın arkasından koştularsa da sanki sır oldu
    ve ortadan kayboldu.
    Keçiören'de dâmâdı İbrâhim Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı edâ edildikten
    sonra Ankara'nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum'a getirilerek defnedildi.
    Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; "Babam Hilmi'yi
    çok severdi. Onun sesini iyi tanır. Telkinini Hilmi versin." buyurdu. Böylece telkin vermek ve
    kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.
    Ağlasın kan ağlasın her müslüman
    Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân
    Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.
    Zâtına mevdu' idi sırr-ı nihân.
    Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi âfetlerin eksik olmadığı bir yerdi. Ancak
    Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet
    görmediklerini beyan etmişlerdir.
    Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve İslam Hukuku Erriyâz-ut-Tesavvufiyye
    isimli eserleri mevcuttur. Ayrıca talebelerine gönderdiği risâle büyüklüğünde pek çok
    mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler yazmıştır.
    Abdülhakim Efendi'nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Oğullarından Enver Bey hicret esnasında
    1918'de Eskişehir'de vefat etti. İkinci oğlu faziletli Ahmed Mekki ÜçışıkEfendi İstanbul'da
    Kadıköy müftiliğinde bulunmuştur. 1967'de İstanbul'da vefat etmiş olup kabri Bağlum
    kabristanındadır. üçüncü oğlu Münir Efendi, İstanbul belediyesinde uzun seneler çalışmış,
    doğruluğu, çalışkanlığı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır.
    1979'da
    vefat etti. Kabri Bağlum'dadır.
    Kızlarından Şefia Hanım da hicret sırasında Musul'da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâide hanım
    hayattadır. (1992)

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ Empty Geri: ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ HAKKINDA GENİŞ BİLGİ

    Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 07, 2010 5:02 pm

    Sevdiği kimselerden, Sabri Bey var idi ki,
    O da şu hâdiseyi, anlatır bizâtihî:
    Bir gün râhatsızlandım ve gittim hastâneye,
    Apandisit teşhîsi, kondu muâyenede.
    Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyât,
    Bir başka hastâneye, sevkettiler o sâat.
    Çıkıp, o hastâneye, gitmeden daha önce,
    Efendi'ye uğrayıp, haber verdim hemence.
    Ellerini öperek, oturunca, o derhâl,
    Bana; "Sen hasta mısın?" diyerek etti suâl.
    "Evet." deyip gösterdim, o ağrının yerini,
    Tam onun üzerine, dokundurdu elini.
    "Burası mı?" diyerek, o yeri ovdu biraz,
    Onun bereketiyle, gitti benden o maraz.
    O, mübârek elini, dokununca o yere,
    Apandisit ağrısı, kayboldu birden bire.
    Kırk beş sene oluyor, o günden îtibâren,
    Apandisit ağrısı, görmedim bir daha ben.

    Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,
    Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:
    "Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,
    İmâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?"
    Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,
    Başladı Abdülkâdir Geylânî'yi övmeye.
    Buyurdu: "Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,
    Ânında yetişirdi, istese her kim imdât.
    Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,
    Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta.
    Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,
    Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın.
    Ve kıyâmete kadar, her Velî'ye feyiz, nûr,
    Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.
    Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,
    Allahü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak.
    Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,
    Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman."
    Böylece bu Velî'den, bahsedip uzun uzun,
    Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun.
    Sonunda buyurdu ki: "Bütün bunlara rağmen,
    İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım ama ben."

    Hâlid Turhan Bey anlatır:
    Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana
    verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış
    okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra;
    "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ
    kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım.
    Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara'da imtihana
    girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de
    ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum,
    tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca,
    Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.

    Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,
    Pek çoktu Efendi'ye, bağlılığı, sevgisi.
    O'na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,
    Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta.
    Bir gün ziyâretine, giderken Efendi'nin,
    Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.
    Diyeyim ki: "Efendim, istemiyorum ama,
    Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma.
    Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,
    Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?"
    Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,
    Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.
    Ve hemen buyurdu ki: "Bir müslümanın eğer,
    Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,
    Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,
    Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir."
    Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,
    Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını.

    1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1023
    2) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.34-73
    3) Başbuğ Velîlerden; s.336-351
    4) O ve Ben
    5) Eshâb-İ Kirâm; s.164-166, 287-293
    6) Son Devrin Din Mazlumlarİ; s.319-336
    7) Şerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; s.160-164
    8] Cihâd Önderleri-I; s.125-131
    9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.25
    10) Sefînet-ül-Evliyâ

      Forum Saati Perş. Kas. 21, 2024 10:56 am