Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır Kader Nasıl Anlaşılmalıdır

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır  Kader Nasıl Anlaşılmalıdır Empty Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır Kader Nasıl Anlaşılmalıdır

    Mesaj tarafından Admin Paz Ara. 19, 2010 2:50 am

    Madem meselemiz kaderdir. O halde konumuza geçmeden evvel bazı kelimelerin anlamlarını bilmek zorundayız. Bu kelimelerden bir tanesi kaderdir.
    Kader: “Cenab-ı Hakk’ın, kainatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, bütün halleriyle ezelde bilmesi ve daha onu yaratmadan önce, her şeyiyle, levh-i mahfuz denilen kader levhasında yazmış olmasıdır.”
    Kaza ise; “Allah’ın bu ezeli yazıyı ve takdiri, icad etmesi ve yaratmasıdır. “
    Demek ki, kader; Allah’ın ilminin bir neticesi, kaza ise;
    Allah’ın kudretinin bir tecellisidir. Yani Allah, ilmiyle yazmış, kudretiyle de yaratmıştır. Yazı: kaderdir, yaratmak: kazadır.
    Mesela: Bir insanın ne zaman doğacağı ve ne zaman öleceği önceden takdir edilmiştir. İşte bu takdir; kaderdir. O insanın vakti geldiğinde doğması ve vakti geldiğinde ölmesi, yani do-ğum ve ölüm hadiselerinin yaratılması ise kazadır.
    Cüz-i İrade ise: Allah tarafından insana verilen, dilediği gibi hareket edebilme yeteneği ve seçme serbestliğidir.
    Biraz daha bu kavramı açarsak; Allah insana okuma, yazma, koşma, yemek yeme, içme, oturma gibi birçok kabiliyetler ver-miştir. Bu kabiliyetlerin her birine “külli irade” denilir. Burada geçen “külli irade” tabirini, Allah’ın külli iradesiyle karıştırma-mak gerekir.
    Allah’ın “külli iradesi” : Allah’ın dilediği her şeyi yapabil-mesi ve emrinin önüne hiçbir şeyin geçememesidir.
    İnsanın “külli iradesi” ise; Kendisine verilen yeteneklerdir. İşte insan, o yeteneklerden bir tanesi ile bir işe yöneldiğinde o “külli irade” artık cüz-ileşmiş olur. Buradaki “cüz-i” ifadesi “ufaklık” manasında olmayıp, “belirlilik” manasındadır.
    Mesela insanda yemek yeme kabiliyeti vardır. Bu “külli ira-dedir.” İnsan bu kabiliyeti ile simit yemeğe başladığında artık bu kabiliyeti cüz-ileşmiş olur. Artık insan kendindeki külli iradeyi belli bir yönde kullanmış ve simit yemeğe başlamıştır. İşte buna cüz-i irade denilir. İnsan burada serbesttir. Simit yiyebileceği gi¬bi bir haramı yemeği de tercih edebilir. Zaten onu mesul eden: ona bu tercih yetkisinin verilmesidir.

    Kadere İman,
    İmanın Şartı mıdır?
    Kadere iman imanın bir şartı mıdır?
    Yani bir kimse kadere iman etmese ve onu inkâr etse, iman dairesinden çıkar mı? Böyle bir soruya verilecek tek cevap
    “evet” tir.
    Kadere iman, imanın bir şartıdır ve kaderi inkâr eden iman dairesinden çıkar. Zira kitabımız olan Kur'an-ı Kerim, birçok ayetiyle kadere imanı ders vermekte ve ezelde her şeyin Allah tarafından bilindiğini haber vermektedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

    وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

    “Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. Onun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru her şey levh-i mahfuzdadır” (En’am :59)

    قُلْ لَنْ يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ *

    “De ki, bize, Allah’ın yazdığından başkası asla erişmez. O bizim Mevlamızdır” (Tevbe :51)

    مَا أَصَابَ مِنْ مُصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلاَ فِى أَنْفُسِكُمْ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ *

    “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, onu daha yaratmadan önce, bir kitapta yazmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a çok kolaydır” (Hadid :22)

    وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ *

    “Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır” (Yasin:12)

    اللّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنْثَى وَمَا تَغِيضُ الأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ *

    “Allah her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi ek-sik neyi ziyade edeceğini bilir. Onun katında her şey ölçü iledir” (Ra’d: 8)

    يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ *

    “Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir. Bu, bir kitapta mevcuttur. Ve bu biliş Allah için çok kolaydır” (Hac:76)

    Bu ayetler ve bunlar gibi birçok ayetler, eşyanın daha yara-tılmadan önce, Allah’ın ilminde var olduğunu bildirmektedir. Zaten bunun akside düşünülemez. Zira Allah’ın ilmi her şeyi, her zamanı ve her mekânı kuşatmıştır. Bunu kabul etmemek;
    Allah’a cehaleti isnat etmek demektir ki, Allah bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.
    Eğer insan için bir kader olmasa ve Allah, insanın yapacaklarını yaptıktan sonra bilseydi, Allah’ın ilmine bir nihayet ve sınır gelirdi. Ve ilim sıfatında artma, eksilme ve değişiklik söz ko¬nusun olurdu ki, bütün bunlar Allah hakkında düşünülemez.
    Ezeliyet bahsinde de işleyeceğimiz gibi, Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yani bütün mevcudat, geçmiş, hal ve gelecek, evvel, ahir, zahir, batın, gizli ve açık her şey, her an onun şuhûd dairesindedir, ondan gizlenemez ve ilminden saklanamaz. Dolayısıyla “insan için bir kader yoktur” demek, Allah’ın yarını bilmemesi manasına gelir. Zira yarını bilirse, kader; ilahi ilmin bir unvanı olduğundan elbette herkes için bir kader olacaktır. Ve vardır.
    Kader meselesini iyi anlayabilmek için şu iki noktanın çok iyi bilinmesi gerekir. Bunlardan bir tanesi Allah’ın ezeli oluşu yani “Ezeliyet” bahsi ve diğeri de “İlmin maluma tabi olduğu” kaidesidir. Bu iki mesele izah edildiğinde ve anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulacaktır. Şimdi bu iki meselenin izahına geçiyoruz.

    Ezeliyet :

    Kader meselesinin anlaşılamamasındaki en büyük sebep “zaman” ve “ezel” kavramlarının birbiriyle karıştırılması ve yanlış değerlendirilmesidir.
    İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için her hadiseyi ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezeli zamanın başlangıcı zannetmekle hata yapmaktadır. İşte kaderi anlayamamak, böyle yanlış bir kıyasın mahsulüdür.
    Zaman, kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır. Geçmiş, hal ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim, mahlûkata göredir. Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için söz konusudur.
    Ezel ise, zamanın başlangıcının evveli demek değildir. Ezel-de geçmiş, hal ve gelecek yoktur. Ezel bütün bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Dilerseniz şimdi, Al-lah’ın ezeliyet sıfatını misaller ile anlamaya çalışalım:
    Düz bir çizgi düşünün, bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çiz-ginin ortası ise, şimdiki zaman, yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. Bu çizginin solundaki nokta ise geçmiş zaman ol-sun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insanHz. Âdem (a.s.) ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey; hal ile geçmiş zamanın ifade edildiği bu iki nokta arasında var oldu.
    Zaman çizgimizin sağındaki nokta ise, gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametinde ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz hal noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise; torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey, hatta bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var.
    Ezel ise, bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sol tarafı değildir. İşte kaderi anlayamamamızın sebebi, ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli, burası zannettiğimizde, Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir. İşte bu zan ve ezeliyet kavramını yanlış anlamamız ise şu soruyu sormamıza sebep olacaktır: “Allah günahkâr olmamı yazmışsa benim suçum ne?”
    Şimdi ezel kavramını, zaman çizgimizde resmettiğimizde bu sorunun ne kadar manasız bir soru olduğu anlaşılacaktır.
    İşte ezel bu çizginin üst kısmındaki noktadır. Geçmiş zamanın sol tarafı değil, bir zamansızlıktır, hal, geçmiş ve geleceği ayna anda tutan ve gören bir makamdır.
    Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da, öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugün ile birlikte görmektedir.
    Allah için hal, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir. Şimdi bu meseleyi diğer bir örnek ile inceleyelim:
    Bir tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hal yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hal” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hal ile birlikte geçmiş ve geleceğinde bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti.Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım.
    İşte bu noktada ayna, hal, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı.
    İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir. İşte “Allah ezelidir” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.
    Şimdi de Ezeliyet kavramını başka bir misalde görelim:
    Erzurum’dan İstanbul’a doğru 3 vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve 3. vasıtamızda ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.
    Şimdi bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız, Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani istikbaldedir. Zira onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir.
    Eskişehir’de olan vasıtamız ise, İzmit’te olana göre geçmiş-tedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Zira daha bu araç onun mevkiine ulaşmamıştır.
    Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç ta Ankara’yı çoktan geçmiştir.
    Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken, yukarıda olan ve üç vasıtayı aynı anda aydınlatan güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez. Çünkü güneş bu üç vasıtayı aynı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü aynı anda kuşatmaktadır. İşte güneşin bu hali, yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir.
    Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır. Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak mahlûklar ise bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp, teneffüs ederek, maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizlerde bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız hale yani şimdiki zamana çıkacaklar.
    Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hal gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hal ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O, misalimizdeki güneş gibi bütün bu zamanları ayna anda ilminin ışığı ile ku-şatmıştır. O halde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz” denilemez, zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanları aynı anda kuşattığından bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak kader defterimize onu yazmıştır. Allah yazdı diye biz yapma-maktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.
    Ezeliyet bahsini daha iyi kavrayabilmemiz için son bir misal daha vereceğiz. Zira ezeliyeti anlamak, kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve Allah’ın zaman mefhumu ile kayıtlı olduğunun zannedilmesidir.
    Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde, güneşin üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vakıftır. Fakat şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela, altıncı mısra, dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp, altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise hal de yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O halde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir.
    Aynen bunun gibi; 19. asır ve o asırda yaşayanlar, 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar, geçmiş, hal ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir.
    Demek “Allah’ın ezeli ilmi” dediğimiz kader; geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp, zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir.
    O halde “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştire-mem” sözü son derece batıl bir sözdür. Zira Allah, bizim ne ya-pacağımızı bilmeden kader defterimizi yazmış ve bizi o yazıya göre hareket etmeğe mecbur etmiş değildir. Bilakis, cüz-i irademizle neyi tercih edecek ve hangi fiili işleyeceksek, ezeliyeti ile bilmiş ve kader defterimize yazmıştır.
    Aslında mazeret olarak öne sürülen “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem” sözü temelde de yanlıştır. Çünkü kader defteri, Allah’ın ilminin bir tecellisidir. İlim ise zorlama sıfatı değildir. Bu yazı sadece bir beyandır. Mesela, ben şimdi şöyle bir yazı yazsam: “siz yaklaşık 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatacaksınız”
    Şimdi siz, 15 dakika sonra televizyonunuzu kapatsanız, diyebilir misiniz ki, “eğer bu yazı olmasaydı ben televizyonumu kapatmazdım” elbette diyemezsiniz. Çünkü bu sadece bir yazıdır. Bir haberdir. Zorlama değildir.
    Aynen bunun gibi, “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem” sözü de son derece yanlıştır. Bizlerin fiillerini Allah’ın ilmi yaratmıyor ki, ilmin unvanı olan kader defterini suçlayabilelim.
    Bizim fiillerimiz Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır. İlmin bu yaratmada hiçbir tesiri yoktur. O halde nasıl olurda biz, fiillerimizin icadında hiçbir tesiri olmayan kader defterimizi sorumlu tutabiliriz? Bu olsa olsa kişinin kendini aldatmasından başka bir şey değildir.
    Zira bu sözü söyleyen kişiye deseniz ki:
    “Niçin okula gidiyorsun, kaderini değiştiremezsin ki, eğer kaderinde doktor olmak varsa, zaten olacaksın, bunun önüne geçemezsin, çalışmasan da doktor olursun. Yok, eğer kaderinde doktor olmak yoksa beyhude yoruluyorsun”
    Ya da şöyle desek: “Niçin dükkanını açıyorsun ki, kaderinde bugün kazanmak varsa, o zaten sana gelir, dükkanını açmasan da olur, Yok eğer kaderinde bugün kazanmak yoksa, dükkanını açsan da kazanamazsın, kaderini değiştirecek değilsin ya”
    Eğer ona bunları söylesek, kaderini değiştiremeyeceğini, bu yüzden okula gitmemesini ve dükkânını açmamasını tavsiye etsek, hemen savunmasını yapar ve der ki; “Sen çalışacaksın ki, Allah versin” Ama iş farzları eda etmeğe ya da haramlardan kaçmaya geldi mi, hemen kadere sığınır, teslimiyetçi olur, suçu kadere yükler. Bu kişinin kendisini aldatması değildir de nedir?
    Hâlbuki ezeliyet bahsinde gördük ki, Allah bizi hiçbir günaha zorlamıyor. Sadece, zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle, bizim ne yapacağımızı biliyor ve kader defterimize yazıyor.
    Acaba günahımızı kadere yüklememize sebep olan ve “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem” dedirten şey: Ne yapacağımızı Allah’ın ezeliyeti ile bilmesi mi?
    Yani, eğer Allah bizim ne yapacağımızı bilmeseydi biz mesul olurduk da, bildiği için mesul olmayacak mıyız? Günahını kadere yükleyen insan ne istediğine bir baksın! Ve bundan utansın!
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır  Kader Nasıl Anlaşılmalıdır Empty Geri: Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır Kader Nasıl Anlaşılmalıdır

    Mesaj tarafından Admin Paz Ara. 19, 2010 3:05 am

    Buraya kadar verdiğimiz misaller ile Allah’ın ezeliyetini anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki, verdiğimiz bütün misaller, sadece akılların anlamaktan aciz kaldığı bir hakikati yakınlaştırmak için küçük birer dürbündür. Yoksa akıllar, nasıl ki, Allah’ın kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan acizdir, aynen bunun gibi, Allah’ın ezeliyetini ve bütün zaman ve mekânlara ilminin aynı anda münasebetini de tam idrakten acizdir. Ancak şu sönük dürbünler bile, “Allah kaderimi böyle yazmış, benim suçum ne?” sözünün ne kadar batıl olduğunu anlatmakta ve meselenin tam anlamıyla anlaşılmasını sağlamaktadır.
    Allah'ın ezeliyeti ile birlikte, “ilmin mâlûma tâbi olduğu” kaidesi de anlaşılınca, göreceksiniz, kader hakkında cevapsız zannedilen bütün sorular, birden cevaplarını nasıl bulacaklar.

    İlim Mâlûma Tâbidir

    Kader meselesinin anlaşılabilmesi için; iki noktanın çok iyi anlaşılması gerektiğini daha önce ifade etmiştik.
    Bu iki noktadan bir tanesi; Allah’ın ezeliyeti idi. Bu bahsi detaylarıyla inceledik ve anladık ki, Allah ilmi ile bütün zamanları, geçmişi, hali ve geleceği aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımızı, daha yapmadan evvel, ezeliyeti ile bilir.
    Şimdi ise, çok iyi anlaşılması gereken bu iki noktadan ikinci noktayı; “ilmin mâlûma tâbi olması” kaidesini inceleyeceğiz. Bu nokta da iyi kavrandığında, çözülmez bir muamma zannedilen kader bahsinin, ne kadar anlaşılır olduğunu ve içinde cevaplanamaz hiçbir soru olmadığını göreceksiniz.
    Kader meselesini kavrayabilmek için “ilmin mâlûma tâbi olması” kaidesini, ezeliyet bahsi kadar iyi anlamak zorundayız. Bu yüzden bu kaide ile ilgili tam on misal vereceğiz. Bu on misalden sonra bir daha aklınıza, “Allah günah işleyeceğimi yazmış, benim suçum ne?” diye bir soru asla gelmeyecek.

    Misal: 1

    İlim: Bir şeyin zihindeki şeklidir.
    Mâlum ise: O şeyin hariçteki gerçek halidir.
    Mesela bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, mâlûm ise elmanın kendi şeklidir. Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle? Yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, mâlûm olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa mâlûm olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı?
    Biraz daha açarsak: eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim, elma karpuza dönüşür müydü? Elbette ki hayır! Çünkü mâlûm olan elmanın şekli, ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için, o, bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O halde ilim, yani elmanın zihnimde ki şekli, mâlûma yani elmanın gerçek haline tabidir.

    Misal: 2

    Farzedelim ki, kasamda 500 lira var ve ben kasamda 500 liranın olduğunu biliyorum. İşte benim kasamdaki 500 liranın varlığını bilmem; ilimdir.
    Mâlûm ise; kasamda ki 500 liradır. Şimdi yine aynı soruyu soralım: ben bildiğim için mi kasamda 500 lira var. Yoksa kasamda 500 lira olduğu için mi ben böyle biliyorum. Yani ilmim mâlûma mı tabi, yoksa mâlûm olan kasadaki para, ilmime mi tabi?
    Elbette ilim mâluma tâbi. Yani ben bildiğim için kasada 500 lira yok, bilakis kasada 500 lira olduğu için ben öyle biliyorum. Eğer bunun tersi olsaydı, yani, ilim mâluma tabi olacağı yerde, mâlûm ilme tâbi olsaydı; ben kasada 500 lira yerine 500 milyonun var olduğunu zannettiğimde kasada o kadar paranın olması gerekirdi. Hâlbuki bu olmuyor.
    Sebebi ise: mâlûmun ilme değil, ilmin mâlûma tâbi olmasıdır.

    Misal: 3

    Yüksek bir tepede oturduğumuzu farz ediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan, tren yolunun hem sağını, hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki, aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların 2 dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden, elinizdeki deftere “bu iki tren 2 dakika sonra çarpışacak” diye yazdınız. Ve trenler iki dakika sonra çarpıştı.
    Şimdi kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki: “işte bu benim defterim, ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım”
    Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır? “Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın, biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin” Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani mâlûma tâbidir.
    Başka bir ifadeyle: Siz, onların çarpışacağını gördüğünüzden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar, siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için, onların göremediklerini; aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.
    Hem sizin yazınız sadece bir tespittir. Zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza, sizin yazınız yüzünden olsaydı, o halde şunun da olması gerekirdi: Siz, çarpışacak bu iki tren hakkında “çarpışmayacaklar” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim malûma tabi olacağı yerde, mâlûm ilme tâbi olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine, “bugün hiç kaza olmayacak” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz. Şimdi bu misali şöyle özetleyelim:
    1- Siz kaza yapacaklarını yazdığınız için onlar kaza yapmadı, bilakis onlar kaza yapacakları için siz yazdınız. Yani ilminiz ve yazınız, mâlûma, “onların yapacakları kazaya tâbidir.”
    2- Sizin yazınızdan dolayı onlar mesuliyetten kurtulamaz. Zira onlar bu yazının yazılmasına sebep olmuşlardır.

    Misal: 4

    Daha senenin başında iken aldığınız bir takvim de, senenin bütün günlerinde ki, güneşin doğuş ve batış saatlerinin yazılı olduğunu görürsünüz.
    Mesela senenin son günü olan 31 Aralığa baksanız, güneşin doğuş vaktinin: 7:15 ve batış vaktinin 16:45 olduğunu görürsünüz.
    İşte takvimdeki bu yazı ilimdir.
    Mâlûm ise: Güneşin o saatte doğacak ve batacak olmasıdır.
    Yine sorumuz aynı; Acaba takvimde yazıldığı için mi güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor? Yani mâlûm olan güneşin doğup batacağı saat, ilim olan takvimde ki yazıya mı tabi? Yoksa güneşin o saatte doğup, o saatte batacağı önceden hesaplanıp, bilindiği için mi takvime kaydedilmiş? Yani ilim mâlûma mı tabi? Elbette ikinci şık, yani ilmin mâlûma tabi olması doğru.
    Zira güneşin doğacağı ve batacağı saatler hesaplanmış ve yazılmış. Eğer tersi olsaydı, mâlûm ilme tabi olup, yazıldığı için doğup-batsaydı; o zaman takvime güneşin doğuş vakti olarak, 7:15 yerine 12:00 yazdığımızda, güneşin 12:00 de doğması, hatta “bugün güneş doğmayacak” yazdığımızda güneşin o gün doğmaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Sebebi ise: ilmin yani takvimdeki yazının, mâlûma yani güneşin kendisine tabi olmasıdır.
    Şimdi şunu düşünelim: İnsan son derece aciz, zayıf, ilmi noksan, zaman ve mekânla kayıtlı olduğu halde, bir sene sonra güneşin ne zaman doğacağını ve ne zaman batacağını, önceden bilebiliyor ve onu takvime kaydediyor. Ve hiçbir insanın aklına; “takvimde güneşin doğma ve batma vakitleri yazıldığı için güneş bu saatlerde doğmak ve batmak mecburiyetinde kalıyor, bu yazı olmasaydı, güneş bu saatlerde doğup, batmazdı” gibi batıl bir fikir gelmiyor.
    Hal böyle iken, acaba kudreti sonsuz, ilmi nihayetsiz, za-man ve mekânların kayıtlarından münezzeh, ezelin sultanı olan Allah’ın, bir takvim hükmünde olan kader defterine, bizim doğacağımız günü ve batacağımız yani öleceğimiz günü ve bu iki gün arasında neler yapacağımızı yazmasını niçin kavrayamıyo-ruz?
    Takvimde yazıldığı için güneşin doğmadığını bildiğimiz halde, niçin kader takvimimizde yazıldığı için o işleri yapmadığımı¬zı, bilakis biz yapacağımız için onların yazıldığını yani Allah’ın ilminin, mâlûm olan fiillerimize tabi olduğunu anlayamı¬yoruz? Ve günahımızı kadere yüklemeye çalışıyoruz?

    Misal: 5

    İstanbul- Ankara arası 500 km.dir. Bu mesafenin bizler tarafından bilinmesi ve kitaplarda yazılması; ilimdir. Mâlûm ise: bu mesafenin kendisidir. Burada da durum aynıdır. İlmimiz, mâlûma tabidir.
    Bu misalde ki mâlûm: İstanbul - Ankara arasının 500 km. olduğudur. Eğer ilmimiz mâlûma tabi olacağı yerde, mâlûm ilme tabi olsaydı; yani biz bu mesafeyi böyle bildiğimiz için bu mesafe bu kadar olsaydı o zaman biz bu mesafenin 1000 km. olduğunu zannettiğimizde mâlûm mesafenin 1000 km. ye çıkması gerekirdi.
    Hatta aradaki mesafenin sadece 1 metre olduğunu zannettiğimizde de İstanbul’dan bir adım atarak Ankara’ya ulaşmamız gerekirdi. Ama bunların hiçbiri asla olmuyor. Biz ne bilirsek bilelim, ilmimizin mâlûm üzerinde bir etkisi gözükmüyor. Sadece mesafenin 500 km. olduğunu bildiğimizde doğru biliyoruz, diğer zanlarımızda ise yanlış biliyoruz.
    Aynen bu misalde olduğu gibi; doğuşumuz ile ölümümüz arasında ne kadar mesafe varsa ve bu mesafede hangi istasyonlara uğrayıp, o istasyonlarda neler yapacaksak bunların hepsi mâlûmdur. Bu mâlûmun Allah tarafından bilinmesi ve Allah’ın ilminin bir unvanı olan kader defterinde yazılması ise ilimdir.
    Kaidemiz neydi? “İlim mâlûma tabidir” o halde Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim ne yapacağımızı Allah ezeliyeti ve nihayetsiz ilmi ile bilmiş ve kader defterine kaydetmiştir.
    Burada önemli olan; “İlmin mâlûma tâbi olması” kaidesini, Allah’ın ezeliyeti ile beraber düşünmenizdir. Ezeliyeti kavramadan, bu kaidenin tek başına anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepten biz bu kaideye geçmeden evvel, Allah’ın ezeliyetini farklı misaller ile anlamaya çalıştık. Allah’ın ne yapacağımızı, ezeli ilmi ile bilmesi, asla zorlama sebebi değildir. Bu sadece bir tespittir.
    Hakikat böyleyken bunun aksini düşünüp ben kaderin mahkûmuyum diyerek suçu kadere atmak ne kadar manasızdır. Onların bu ifadesi şu manaya gelir ki ilim mâlûma tabi değil mâlûm ilme tabidir yani Allah bu kul cehennemlik olsun demiş o da cehennemlik olmuştur veya bu cennetlik olsun demiş o da cennetlik olmuştur.
    Hâlbuki durum böyle değildir bilakis Allah’ın ilmi olacak olan hadiselere tabidir yani ne olacaksa onu bilmiş ve kader defterinde kayıt etmiştir. Bunu söyleyenlerin temennisi aslında şudur: Bizim mesul olmamız için Allah bizim yaptıklarımızı yaptıktan sonra bilsin, yani Allah yarını bilmesin, demektir. Bilmemek ise, Allah’ın şanına yakışmaz, zira bilmemek bir kusur ve eksikliktir, Allah ise bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.

    Misal: 6

    Bir kumandan farzediyoruz elindeki kamera ile nöbet tutan askerleri kontrole gidiyor ve iki askerin nöbette uyuduğunu görüyor. Ve Onların bu hallerini kamerasıyla çekiyor.
    Bu olayda ilim: Kameradaki kayıttır ve kumandanın bu iki haylaz askerin halini bilmesidir.
    Mâlûm ise: Bu iki askerin uyumasıdır.
    Sorumuz yine aynı: kumandan kameraya çektiği için mi askerler uyudu, yani mâlûm olan askerlerin uyuması, ilmemi bağlı yoksa askerler uyuduğu için mi kumandan onları öylece çekti, yani ilim olan kumandanın bilgisi ve kameraya kaydetmesi, mâlûma mı tabi? Elbette kumandanın bilgisi ve kamera kaydı, askerlerin haline, yani ilim mâlûma tâbidir.
    Kumandan bildiği ve onların bu suç halini kaydettiği için onlar uyumadı, bilakis onlar nöbette uyudukları için kumandan bildi ve onları öylece kaydetti.
    Acaba kumandan ertesi gün nöbette uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir gün önceki hallerini onlara seyrettirse. Ve onlara dese ki: “Niçin nöbette uyudunuz, niçin askerlik kanunlarını çiğnediniz, bu yaptığınız bir suçtur, ceza göreceksiniz” Acaba bu azarları işiten askerler diyebilirler mi ki: “Kumandamız nöbette uyuma suçunu senin yüzünden işledik. Bu suçu bize sen işlettin. Çünkü sen bizi kamerayla çektin. Eğer sen bizi çekmeseydin biz uyumazdık” Elbette diyemezler. Çünkü kaidemiz şuydu: Kumandanın ilmi, mâlûm olan; askerlerin uyumasına tabidir.
    Bir daha tekrar edersek: kumandan bildiği için onlar uyumadı, onlar uyuduğu için kumandan onları öyle bildi ve öylece kaydetti. Eğer onlar diğer askerler gibi uyumasaydı, kumandan onları “uyumaz” bilecek ve öylece kaydedecekti.
    Şimdi şunu farz edelim ki, bu kumandan aynı zamanda manevi bir kumandan olsun ve zamanda yolculuk yapabilsin. Yarına ve diğer günlere, daha o günler gelmeden geçebilsin ve o günlerde yaşanacak olayları daha yaşanmadan bilsin. İşte bu kumandanın bir ay sonraya yolculuk yaptığını ve yine nöbette uyuyan iki askeri kamera ile kaydettiğini ve tekrar bugüne döndüğünü farz ediyoruz.
    Ve bir ay sonra tam o kumandanın gördüğü ve kaydettiği gibi o iki asker uyudu. Yani kumandanın olacağını bildiği şey, oldu ve kumandan uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir ay önce yaptığı çekimi onlara seyrettirdi ve onlara dedi ki: “bakın ben sizin nöbette uyuyacağınızı bir ay önceden biliyordum, hatta bu halinizi kameramla çekmiştim”
    Acaba o askerlerin, kumanda şöyle deme hakları var mıdır: “kumandanım o zaman suçlu sensiz, niçin bizi ayakta çekmedin ki eğer sen bizim uyuyacağımızı bilmeseydin ve uyuduğumuzu kaydetmeseydin, biz uyumazdık, cezamıza razı değiliz.” Elbette diyemezler.
    Zira kumandanın bilgisi ilimdir ve mâlûm olan askerlerin uykusuna tabidir. Askerler kumandanları bildiği ve kaydettiği için uyumadılar, bilakis zamanlarda gezebilen bu kumandan, kendi zamanından bir ay sonraya gitti, onların bu vaziyetlerini gördü ve onları kaydetti.
    Başka bir ifadeyle onları nöbette uyutan şey kumandanın bilgisi değildir, tam tersine, kumandanın bilgisi onların uyumayı tercih etmelerine ve uyumalarına tabidir. Eğer onlar uyumayı tercih etmeseydiler kumandan da onları bu şekilde kaydetmeyecekti.
    Aynen bu misalde olduğu gibi ezel ve ebedin kumandanı olan Allah ta, zaman ve mekândan münezzeh olduğu için bütün zamanlardaki hadiseleri şu onda oluyormuş gibi görmekte ve bilmektedir. Bu hakikati ezeliyet bahsinde işlemiştik.
    İşte Allah bizim cüz-i irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri kameraya çekmiş, yani ilmin bir unvanı olan kader defterlerinde kaydetmiştir. Acaba misalimizdeki, nöbette uyuyan askerlere benzeyen, günahkâr birisi, “Allah bildiği için ben günah işliyo¬rum, suç Allah’ın bilmesidir, eğer bilmeseydi bunları işlemezdim dese, misaldeki askerler gibi gülünç bir duruma düş¬mez mi?
    Hem nasıl oluyor da, misaldeki kumandanın, askerlerin uyumasında hiçbir müdahalesi ve suçu olmadığını fark edebilen insan, bu misalden hiçbir farkı olmayan kâinatın kumandanı olan Allah’ın kaydına ve bilgisine, kendi suçunu yüklemeye çalışır, buna şaşılır!

    Misal: 7

    Tren istasyonlarında trenlerin geleceği saatler yazılıdır.
    İşte bu yazı ilimdir.
    Mâlûm ise trenin o saatte gelecek olmasıdır.
    Sorumuz yine aynı: “yazılı olduğu için mi tren geliyor, yoksa trenin o saatte geleceği bilindiği için mi yazılmış?”
    Kaidemiz neydi? “İlim mâlûma tâbidir.” O halde sorumuzun cevabı: Trenin geleceği bilindiği için yazılmış. Eğer tersi olsaydı, mâlûm ilme tabi olsaydı; yaramaz bir çocuk trenin geliş saatini değiştirdiğinde trenin gelmemesi gerekirdi. Hatta trenlerin geliş-kalkış saatlerini bildiren tablo yanlışlıkla kırıldığında artık hiçbir trenin o istasyona uğramaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Çünkü mâlûm asla ilme tabi değildir.
    İşte Allah’ın bilgisi ve kader yazısı, istasyonda ki, trenin geliş-kalkış saatlerinin yazılı olduğu tabloya benzer ve bu ilimdir. Bizim yapacağımız her şey ise; istasyona gelecek olan tren gibidir, mâlûmdur. Misalimizdeki trenin, tablodaki yazıdan dolayı istasyona gelmemesi, bilakis trenin geleceği için böyle bir yazının yazılmış olması gibi, Allah bildiği için de biz yapmamaktayız, biz yapacağımız için Allah öyle bilmektedir.

    Misal: 8

    Mesleğinde son derece tecrübeli bir hâkim düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübe ile neredeyse kişiyi gözünden tanıyacak bir seviyeye gelmiş olsun. Bu hâkim yolda giderken, görünüş itibariyle son derece kötü bir adamı görür ve yılların verdiği tecrübeyle bu kişinin ileride bir suç işleyeceğini ve mahkemede karşısına suçlu olarak çıkacağını elindeki deftere yazar. Aradan biraz zaman geçince sokakta gördüğü o adam, bir suçtan dolayı hâkimimizin karşısına çıkar. Hâkim, cezasını karara bağladıktan sonra ona der ki: “bak bu benim defterim, ben seni daha önce sokakta görmüş, senin suç işleyeceğini tahmin etmiş ve bunu defterime tâ o zamanda kaydetmiştim.”
    Acaba hâkimin bu sözüne karşılık suçlunun şöyle deme hakkı var mıdır: “Ey hâkim, ben senin bu yazından dolayı suç işledim, eğer sen bu yazıyı yazmasaydın ben bu suçu işlemezdim” elbette diyemez. Çünkü bu kişi, o yazıdan dolayı suç işlemedi ve bu yazı onu suça zorlamadı. Bilakis hâkimin ilmi, malum olan kişiye tabi idi. O suç işleyeceği içini tecrübeli hâkimimiz bunu bildi ve defterine kaydetti.
    Aynen bunun gibi, bu kâinatın yegâne hâkimi olan Allah ta biz kulların neler işleyeceğini ezeli ilmiyle bilmiş ve kader defterlerimize yazmıştır. Bizler Allah yazdı diye yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.
    Hal böyle iken misalimizdeki suçlunun hâkime karşı yaptığı savunmayı ve suçunu hâkimin yazısına bağlamasını, bizlerde Hâkimlerin hâkimi olan Allah’a karşı yapsak yani günahımızı Allah’ın yazısına bağlayarak; “Allah yazmasaydı, biz bu günahı işlemezdik” gibi batıl sözler söylesek, acaba bu işlediğimiz günahtan daha büyük bir kabahat olmaz mı?

    Misal: 9

    Yine son derece tecrübeli bir öğretmen düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübeyle, daha sene başında iken hangi öğrencinin sınıfı başarıyla geçeceğini ve hangilerinin sınıfta kalacağını tahmin etsin ve bu tahminini de bir deftere kaydetmiş olsun.
    Ve sene sonu geldiğinde öğretmenin, sınıfı geçeceğini tahmin ettiği öğrenciler, sınıflarını geçsin ve sınıfta kalacağını tahmin ettiği öğrenciler de sınıflarında kalmış olsun.
    Öğretmenimiz sınıfta kalan öğrencilere karnelerini verdikten ve bu öğrenciler karnelerindeki zayıf notları gördükten sonra onlara dese ki: “bakın bu benim defterim ki, ben sizin sınıfta kalacağınızı tahmin etmiş ve daha sene başında iken bunu yazmıştım. Ve sizler tam benim tahmin ettiğim gibi sınıfta kaldınız”
    Acaba öğretmenlerinin bu sözüne karşılık, bu tembel öğrencilerin şöyle demeye hakları var mıdır?
    “Öğretmenim madem siz bu yazıyı daha biz sınıfta kalmadan yazmışsınız, o halde sınıfta kalmamızın sebebi sizin bu yazınızdır. Eğer siz bizim hakkımızda ‘sınıflarını geçecekler’ diye yazsaydınız, biz sınıfta kalmazdık”
    Elbette böyle diyemezler, çünkü öğretmenin ilmi, mâlûm olan öğrencilerin tembelliğine bağlıdır. Başka bir ifadeyle: Öğretmen böyle yazdığı için onlar sınıfta kalmadı, bilakis onların tembellik edeceğini ve ders çalışmayacaklarını öğretmenleri tecrübesiyle bildi ve böylece defterine kaydetti.
    Eğer onlar, öğretmenin yazısından dolayı sınıfta kalacak olsalardı, o zaman öğretmen, çalışkan öğrenciler için “sınıfta kalacaklar” yazardı ve çalışkan öğrenciler de sınıfta kalırdı. Ama bunların hiç biri olmuyor, kimse bir yazıdan dolayı sınıfını geçip, bir yazıdan dolayı sınıfta kalmıyor. Çünkü ilim, zorlama ve cebir aracı değildir, o sadece bir tespit ve beyandır.
    Aynen bu misalde olduğu gibi, gayb âlemlerinin âlimi olan Allah ta, hangimizin sınıfta kalacağını yani imtihanı kaybedeceğini, hangimizin sınıfı geçerek cennete gideceğini ezeli ilmi ile bilmiş ve bu bilgiyi, ilmin bir unvanı olan kader defterimizde yazmıştır.
    Sınıfta kalan öğrencilerin, öğretmenlerini suçlaması ve kabahatlerini öğretmenlerinin yazısını yüklemeye çalışmaları ne kadar asılsız ise, günah işleyen bir kişinin de günahını kadere yüklemesi o derece asılsız ve gerçekten uzaktır.

    Misal: 10

    “İlmin mâlûma tâbi olması” kaidesini anlayabilmek için tam dokuz misal verdik. Çünkü bu kaideyi ve ezeliyet bahsini anlamak, kaderi anlamak demektir. Biz son bir misalle “ilmin mâlûma tâbi olması” kaidesini tamamlayacağız.
    Şöyle ki: Peygamber Efendimiz (S.a.v) ahir zaman fitnelerinden ve kıyametin alametlerinden bahsetmiştir.
    Efendimizin bu bahsi; ilimdir.
    Mâlûm ise bu hadiselerin kendisidir.
    Sorumuz yine aynı: Peygamberimiz (S.a.v) haber verdi diye mi ahir zaman fitneleri çıkacak? Yoksa ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için mi Efendimiz onlardan haber vermiş?
    İlim, mâlûma tâbi olduğundan dolayı: ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için efendimizin haber verdiği şıkkı doğrudur. Zaten bunun tersi düşünüldüğünde, ahir zaman fitnelerinden peygamberimizi mesul tutmak ve “eğer haber vermeseydi bunlar olmazdı” demek lazım gelir ki, bunun ne kadar yanlış olduğunu her akıl sahibi takdir edebilir.
    On Misalden Çıkan Netice:
    Bu on misalle anladık ki, “İlim, mâlûma tâbidir.” Şimdi bu kaideyi kader hakkında tahlil edelim:
    Allah’ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve bu bilgiyi kader defterimizde yazması; ilimdir. Bu ilim neye tabidir?
    -Elbette mâlûm olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tabidir.
    -Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir.
    -Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmamaktayız.
    O halde şöyle diyebiliriz, suçunu kadere yükleyen insan iki şeyden habersizdir.
    1- Allah’ın ezeliyetini ve ezeliyetin ne manaya geldiğini bil¬memektedir.
    2- “İlmin mâlûma tâbi olması” kaidesinden habersizdir.
    Ve bu iki mesele anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulmaktadır.
    Bizler eserimizin bu bölümüne kadar, işlediğimiz fiilleri, kader defterinde yazıldığından dolayı, cebren ve zorlama ile işlemediğimizi, bilakis biz ne yapacaksak, kader defterimize onun yazıldığını anlatmaya çalıştık.
    Eserimizin bundan sonraki bölümlerinde ise kader hakkındaki soruları ve bu soruların cevaplarını başlıklar halinde inceleyeceğiz.
    İnsanın Kaderin Mahkûmu Olmadığının ve İşlediği Fiillerde Hür Olduğunun Diğer
    İzahları
    İnsan şu dünya misafirhanesine bir imtihan için gönderilmiştir. Yaptıklarına göre ya mükâfat yâda ceza görecektir. Elbette böyle bir mükâfat ve cezalandırmanın olması içinde insanın hareketlerinde hür olması gerekir. Adalet sahibi olan yüce Rabbimiz hayır ve şer yolunu insana göstermiş, fakat onu iki yoldan birini tercih etme hususunda serbest bırakmıştır. Bu sözümüzü Kur'an-ı Kerim’den iki ayet ile teyid edelim:

    قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ
    فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ *


    "De ki Ey insanlar! Rabbinizden size hak gelmiştir. Kim doğru yola girerse kendi lehine girmiş olur. Kim sapıklığa düşerse o da kendi aleyhine sapmış olur.” (Yunus:108)

    وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ


    "De ki, bu Kur'an: Rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun.” (Kehf:29)

    Görüldüğü gibi İnsan, Cenab-ı Hak tarafından hayır veya şer yollarından herhangi birine gitmesi için zorlanmamış, kendisine iki yol da gösterilmiş ve istediği yola gitmek hususunda serbest bırakılmıştır. Zaten her insan hareketlerinde serbest olduğunu vicdanen bilir. Hiç bir baskı ve tesir altında kalmadan istediğini yapabildiğine bizzat kendisi şahittir.
    Mesela, elini kaldırmak istediğinde kaldırır, yürümek isteyince yürür ve bunlar gibi. Camiye gitmek isteyen camiye, kumarhaneye gitmek isteyen de oraya gider. Ne camiye gidenin ayakları "Ben oraya gitmek istemiyorum” der, ne de kumarhaneye gidenin.
    Böyle olunca helal yolda kullanılması sıkı sıkıya tembih edilen ve kendisine emanet olarak verilen vücut nimetini haramda kullanan kimsenin hiç bir mazereti yoktur. Kendi iradesini kötüye kullandığı için mesuliyetten kurtulamaz.
    Kaderin Mahkûmu Olduğu İçin Harama Girdiğini İddia Eden Bir İnsan Aynı Suçu Başkası İşlediğinde
    Hiç Kaderi Aklına Getirir mi?
    Mesela, Kaderin mahkûmu olduğu için hırsızlık yaptığını söyleyen birinin evine bir hırsız girse ve değerli eşyalarını toplamaya başlasa ve ona ne yaptığını sorduğunda, Hırsız: “kaderimde hırsızlık yapmak yazılıymış, ben kaderin mahkûmuyum, ister istemez bu hırsızlığı yapacağım” dese, hırsızın eşyalarını toplayıp götürmesine müsaade eder mi?
    Kaderin mahkûmu olduğu için katil olduğunu iddia eden bir adam düşünün, bu kimsenin çocuğunu birisi öldürmek istese ve bunu kaderinde olduğu için yaptığını söylese, acaba bu şahsa karşı tavrı ne olurdu?
    Kaderin Mahkûmu Olduğunu Kabul Eden, Hâşâ Allah’a Zulüm İsnad Eder
    Hem insanın kaderin mahkûmu olduğunu düşünmek bizi birçok çıkmazlara sokar. Şöyle ki eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı; Hırsız kaderinde olduğu için çalacak, katil kaderinde olduğu için öldürecekti. Bu ise teklif ve mesuliyeti ortadan kaldıracağından Allah kullarına zulmetmiş olacaktı.
    Hâlbuki insan ayağına taş bağlanıp denize atılan ve sonrada “kurtul” denilen bir canlı değildir. “Ben kaderin mahkûmuyum” diyerek işlediği günahı kadere yıkmaya çalışan insan aslında bu söz ile çok büyük bir cürüm işlemekte ve sonsuz adaletin sahibi olan Allah’a zulüm isnat etmektedir. Hâlbuki Allah adili mutlaktır ve zulümden münezzehtir.
    Hem eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, itaat edene mükâfat, isyan edene ceza vermekte manasız olurdu. Çünkü herkes kaderinin çizdiği yoldan gitmiş olacağından namaz kılan kaderinde olduğu için namaz kılacak, günah işleyende kaderinde olduğu için günah işleyecekti.
    Böyle olunca onları irşad için peygamberler göndermek, kitaplar indirmekte manasız olacaktı. Zira kaderlerinin kendilerini kötülüğe sevk ettiği ve kaderin mahkûmu olan insanlara nasihatin bir tesiri olmayacaktı.
    Ayrıca Allah Kur'an-ı Kerim de birçok ayette kullarını tövbeye davet etmektedir. Eğer insan kaderinin mahkûmu olduğu için günah işleseydi, onları tövbeye davet etmenin bir manası olur muydu?
    İnsanın kaderin mahkûmu olmadığının bir diğer izahı da; elinde olmayan şeyler sebebiyle ibadetin teklif edilmemesi ve mesuliyetin kaldırılmasıdır.
    Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, böyle bir ayrım yapılmazdı. Herkes, her halinde, işlediği fiilden mesul olurdu. Allah’a ait olan haklarda insanlardan mesuliyeti kaldıran hususlar şunlardır: Delilik, bunaklık, unutkanlık, zorlama, hata ve yanılma.
    Netice olarak bu durumlarda yapılan fiiller, insanın kendi ihtiyarıyla olan şeyler değildir. Böyle olduğu için bu durumdaki bir insandan mesuliyet kalkar. Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı bu durumların, mesuliyetten hariç tutulmasına gerek kal¬mazdı. Deli, akıllı, unutkan, uyuyan, yanılan herkes ayırt edilmeksizin bütün insanlar mesul tutulurdu.
    Acaba, başkalarının tehdidiyle ve zorlamasıyla haram bir fiili işleyen bir kulu Cenab-ı Hak affederken, böyle merhamet sahibi bir zata “benim kaderimi sen tayin ettin, sonra beni niçin cezalandırıyorsun” diyerek rahmetini itham etmek; o rahmetten mahrum kalmaya sebep değil midir?

    Cüz-i İrade Nedir?

    İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz. Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Kalbimizin atması, kanımızın dolaşımı, nefes almak vermek, göz kapaklarımızın açılıp kapanması, saçımızın uzaması gibi fiilleri bu kısma misal olarak gösterebiliriz. Bu tür fiillere “ıztıtârî” fiiller denilir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı, bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat yoktur.
    Fiillerimizin diğer kısmı ise, kendi irademiz ile işlediğimiz fiillerdir. Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz bu kısma dâhildir. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. Helale bakabileceğimiz gibi, harama da bakabiliriz, helali yiyebileceğimiz gibi, haramı da yiyebiliriz, hayrı konuşabileceğimiz gibi, yalan ve gıybet de konuşabiliriz. Bu tür fiillere “ihtiyâri” fiiller denilir.
    Cüz-i irade ise: “ihtiyâri fiiller” dediğimiz bu kısım fiillerde ki tercih kabiliyetimizdir.
    Yaratılması cihetiyle ıztırâri fiillerde olduğu gibi, ihtiyâri fiilleri de yaratan Allah’tır. Fakat ihtiyâri fiil ve hareketlerimizde talebimiz söz konusudur. İşte bu talebe cüz-i irade denir. Demek ihtiyâri fiillerde insan; talep edendir, Allah ise; fiili yaratandır.
    İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Başka bir ifadeyle insanın iradesi fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına taalluk eder.
    Mesela yazı yazma fiilinin aslını yaratan Allah’tır. Yazılan, sevap bir şey olabileceği gibi, günah bir yazı da olabilir. Birinci halde yazının faydalı olduğundan, ikinci halde ise zararlı olduğundan bahsedilir. İşte yazı yazma fiilinin faydalı ve zararlı olmasına insan karar vermektedir. İnsan neye karar vermişse, Allah ta yazıyı onun kararına göre yaratmaktadır. Ve onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır. Şimdi cüz-i iradenin mahiyetini 3 farklı misal ile anlamaya çalışalım:

    Misal: 1

    Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler ve ihsanlar sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimet ve ihsanların çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezanın, ihsana mukabil de azapların olduğunu farz ediyoruz. Yukarı katlara çıkmak için de, aşağı katlara inmek için de tek yol; asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.
    Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörün üst katlara çıkaran bir düğmesine bastık asansör bizi o kata çıkarttı ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki: üst katlara çıkmak için bir düğmeye basan kişi, dilerse fikrini değiştirip, kendisini alt kata indirecek bir düğmeye basabilir ve alt katlara inmeye başlar. Ya da alt katlara kendisini indirecek bir düğmeğe basan kişi dilerse ve daha yolculuğu bitmemişse, asansörün üste çıkartan düğmelerinden bir düğmesine basarak, üst katlara ulaşabilir.
    Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.
    O halde: “asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor” diyemeyeceğimiz gibi, “bu asansör kendi kendine hareket ediyor, dilerse beni üst kata, dilerse beni alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok” ta diyemeyiz.
    Evet, birinci sözü söyleyerek, asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü asansörü hareket et¬tirmek ve onu icat etmek için gereken kuvvetin binde biri değil, milyonda biri bile bizde yoktur. Değil asansörü kendi kuvvetimizle hareket ettirdiğimizi iddia etmeği, belki ona binmemiz bile kendi kuvvetimizle olmamıştır. Bu misafirhanenin merhametli sultanı bizi, hiçbir kuvvet ve müdahalemiz olmaksızın bu asansöre bindirmiştir. Bizler bu sözü söyleyemeyeceğimiz gibi ikinci söz olan, “asansörün hareketinde hiçbir müdahalemizin olmadığını, asansörün kendi isteğine göre bizi dilediği katlara çıkardığını” da iddia edemeyiz.
    Zira asansör, bizim bastığımız ve çıkmak istediğimiz kata bizi çıkarmaktadır. Bizi, istemediğimiz ve düğmesine basmadığımız hiçbir kata çıkartmamaktadır.
    O halde en doğru söz şudur: “Asansörü biz hareket ettirmi-yoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.” O halde çıkacağımız ve ineceğimiz katı biz tayin etmiş olmaktayız. Asansör ise bizim tayinimize ve talebimize göre hareket etmektedir.
    Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
    Bu misalde ki misafirhane; bu dünyadır ve şu güzel âlemdir.
    Misafirhane sahibi ise: Ezel ve ebedin sultanı olan Allah’tır.
    Misafirin üst katları; bizi cennete ulaştıracak ameller, alt katı ise; bizi cehenneme düşürecek günahlardır.
    Asansör ise: Allah’ın irade ve kuvvetidir.
    Asansörün düğmesine basmak ise, Allah’tan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu cüz-i iradedir. Cüz-i irademizle kuranın başına oturduğumuzda ve kuran okumayı talep ettiğimizde, Allah ta kuvvetiyle “Kur’an okumak” fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu halde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğunuz Kur’an’a kadar her şey Allah’a aittir. O’nun yaratması ve icadı ile meydana gelir. Bize düşen tek şey bu vaziyetin yaratılmasını tercih ve talep etmemizdir. Bu tercih ve talebe cüz-i irade denilir.
    Eğer biz Kur’an’ın başına oturacağımıza, okunması haram o-lan bir kitabın başına oturmuş olsaydık, bu sefer cüz-i irademizle asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmak gibi, o fiilin Allah tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık ki, Allah ta imtihan dünyası olmasından dolayı bu fiili yaratacaktı.
    Allah’ın yaratması, bizim isteğimize yani cüz-i irademize tâbi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız. Gerçi birçok defa Allah’ın rahmetinden dolayı o günahı yaratmadığı ve o günahla aramıza girdiği de gözükmektedir.

    Misal: 2

    Bir rıhtımda padişahın gemilerinin dizildiğini ve karşısında iki adanın olduğunu farz ediyoruz. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmelerini emretmiş ve soldaki adaya gitmelerini yasaklamış olsun. Kaptanları, emrine itaat hususunda bir imtihana tabi tutan padişah, imtihanın bozulmaması için de soldaki adaya gidenlere mani olmasın.
    Gemiler aynı cihazlarla donatılmış ve her iki adanın yolu da açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahati için gerekli her türlü ihtiyaç ve yakıt yine padişah tarafından temin edilsin. Kaptanın burada yapacağı tek şey, dümeni çevirmek ve gideceği adayı seçmektir. Onu o adaya ulaştıran gemide, geminin hareketi de sultana aittir.
    Eğer o kaptan, padişahın emrine uyarak sağdaki adaya giderse orada çeşit çeşit sofralarla, nimetlerle karşılaşacaktır, eğer sol taraftaki adaya giderse, vahşi canavarların hücumuna hedef olacak ve görevli memurlar tarafından çeşitli cezalara çarptırılacaklardır.
    Her bir kaptan, padişahın dümenci bir neferi olarak gemiye rota verme ve istediği adaya gidebilme durumundadır. Bir kaptan hangi adaya gitmek isterse, gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır.
    Şunu da belirtelim ki; kaptan yolculuğun her anında rotayı değiştirme hakkında sahiptir. Mesela, sol adaya doğru yol alırken, rotasını sağ adaya, ya da sağ adaya doğru yol alırken rotasını sol adaya çevirebilir.
    Şimdi durumu inceleyelim: Gemiyi kaptan kendi kuvveti ve gücüyle hareket ettirmemektedir. Zira geminin hareketi için gerekli kuvvet onda olmadığı gibi, geminin ihtiyaçlarını da tek başına karşılaması mümkün değildir. O ne gemiyi yapmıştır, ne denizin sahibidir, ne de gemideki diğer aletleri bunların hepsi sultana aittir.
    Bununla birlikte gemi de kaptanın iradesi olmaksızın tek başına hareket etmemektedir. Kaptanın tercihi gemiye yön vermektedir. Şimdi kaptan şunu diyemez: “Bu gemiyi kendi kuvvetimle idare ve sevk ediyorum”. Zira buna gücü yetmez.
    Ancak şunu da diyemez: “Gemi benim irademin dışında yol alıyor, istediği adaya beni zorla götürüyor, ben geminin hareketinden mesul değilim.” Evet bunu diyemez, zira gemi onun tercihine göre yol almaktadır. O halde en doğru söz şudur: “Ben geminin ve içindeki cihazların sahibi değilim, onlar sultanımındır. Ben sadece bu gemiye rota belirleyen dümenciğim. Lakin öyle bir dümenciyim ki, geminin her hareketi benden sorulacak, çünkü gemi o hareketi benim talebim ve isteğim ile yaptı”
    Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
    Misaldeki rıhtım: Bu dünyadır.
    Sultan ise Sultan-ı Kâinat olan Allah’tır.
    Her bir gemi, insandır, o gemideki cihazlar; insana takılan duygu ve azalardır.
    O iki ada ise: Sağdaki cennet ve cennete götüren amellerdir, soldaki cehennem ve cehenneme götüren amellerdir.
    Kaptanın gemiye rota vermesi ve dümeni çevirmesi ise: Cüz-i iradedir.
    Evet insanın bedenindeki her aza ve hücre, kainattaki her bir sistem ve küre, Allah’ın irade ve kudretiyle vazife görmekte ve hareket etmektedir. Fakat insan, ihtiyâri fiillerinde eli kolu bağlı bir kaptan gibi, hadiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket adasını kendi cüz-i iradesiyle tayin ve tespit etmektedir. Böylece gideceği menzile kendisi karar vermektedir. İşte bu karar verme yeteneğine; cüz-i irade denilir.

    Misal: 3

    Bir çocuğun, bir pehlivanın sırtına bindiğini farz ediyoruz. Karşılarında da iki tane dağ var. Sağ taraftaki dağ da; lezzetli yiyecekler ve her türlü nimet bulunurken, sol taraftaki dağda ise sadece dikenli yiyecekler ve vahşi hayvanlar bulunuyor olsun.
    Bu iki dağdan birisine çıkacak olan çocuğun, kendi kuvveti tek başına bu dağlara çıkmaya yetmeyeceği için, bir pehlivan onu sırtına almış ve çocuğun arzusuna göre hareket ederek onu istediği dağa çıkartacak olsun. Şimdi bu çocuk, her şeyiyle güzel olan sağdaki dağa çıkmak yerine soldaki dağa çıkmayı arzu etti ve o dağa kendisini çıkartmasını pehlivandan istedi. Pehlivan da onu o dağa çıkardı. Ve arzusunun bedeli olarak o dağa çıktıktan sonrada yüzlerce elemle ve korkuyla baş başa kaldı.
    Şimdi durumu inceleyelim: Çocuk kendi kuvvetiyle o dağa tırmanmadı, zaten gücü ve kuvveti tek başına o dağa çıkmaya da yetmez. Ancak pehlivanda onu zorla soldaki dağa çıkarmadı. Eğer çocuk sağdaki dağa çıkmak isteseydi, pehlivan da onu sağdaki dağa çıkarırdı. Nitekim birçoğunu sağdaki dağa çıkarmıştır. O halde çocuk; ne kendi kuvvetiyle dağa çıktığını iddia edebilir, nede pehlivanın zorla kendisini soldaki dağa çıkardığın söyleyebilir.
    Çocuğun söyleyeceği en doğru söz şudur: “evet ben dağa kendi kuvvetim ile çıkmadım, beni bu dağa pehlivan çıkardı. Ancak pehlivan benim irade ve arzumu hiçe sayarak bunu yapmadı. Bilakis o benim talebime uydu. Ben, onun beni soldaki dağa çıkarmasını istedim, o da bunu yaptı. Bu dağa çıkmaktaki bütün mesuliyet benimdir”
    Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
    Misaldeki sağ dağ: Cennet ve ona götüren salih amellerdir.
    Sol dağ ise: Cehennem ve cehenneme götüren kötü amellerdir.
    O çocuk ise: Biziz ve insandır.
    Pehlivan ise: Allah’ın kudreti ve kuvvetidir.
    Evet, biz fiillerimizi Allah’ın kudretine dayanarak işleriz. Misaldeki çocuğun pehlivanın sırtına binmesi gibi, bizde kudret-i ilahiyyeye binerek işleriz. Çıkmak istediğimiz tepeye bizi çıkarmasını ve yapmak istediğimiz ameli yaratmasını Allah’tan talep ederiz. İşte bu talebimiz cüz-i iradedir.
    Allah ta, biz neyin yaratılmasını istemişsek, o fiilden razı olmasa da, imtihan sırrından dolayı yaratır. Burada biz; fiilin yaratılmasını talep edeniz, Allah ise; fiili yaratandır. Fiilin yaratılmasına bizim talebimiz ve isteğimiz sebep olduğundan dolayı da mesul oluruz.
    O halde bize düşen, cüz-i irademizi hayırlı işlerin talebi için kullanmak ve Allah’tan cennet amellerini bizim için yaratmasını istemektir. Bu istek ve arzu, halis bir niyet ile buluştuğunda, bizleri cennete layık bir hale getirecektir.
    Ne mutlu, kendisine verilen cüz-i iradeyi salih amellerin yaratılmasında kullanan ve onunla cennet amellerini işleyenlere.
    Ve yazıklar olsun ki, hayırları talep etmesi için kendisine emanet edilen bu cüz-i iradeyi, günahları kazanmak yolunda kullanarak, emanete ihanet edenlere.
    İyiliğin Allah’tan, Kötülüğün Kuldan Olması Ne Demektir?
    İyiliğin Allah’tan, kötülüğün kuldan olması hakikatini anlamak için, dilerseniz uzak hakikatleri yakınlaştırmak için kullanılan misal dürbününü kullanalım:
    Bir padişah, bir hizmetkârından, ihtişamlı bir cami yapmasını istedi ve caminin yapımında kullanılmak üzere tam 1000 altını ona verdi. Bu hizmetkâr, sultanından aldığı 1000 altın ile gayet güzel ve nakışlı bir cami yaptı. Acaba, caminin yapımında sadece basit bir amele gibi çalışan ve caminin masraflarından hiçbirini karşılayamayan bu hizmetkâr, camiyi yaptıktan sonra: “bu camiyi ben yaptım, bu cami benim malımdır” diyebilir mi?
    Elbette diyemez ve insaf ile düşünen herkes bu caminin bu adi hizmetkârın malı olmadığını kabul eder. Evet, hizmetkârın bu caminin yapımında hizmeti vardır, ancak hem caminin yapım emri hem de cami için yapılan 1000 altınlık masraf sultana aittir.
    Eğer sultan ona cami yapmasını emretmeseydi ve caminin yapımında kullanılan 1000 altını vermeseydi, bu cami asla var olmazdı. O halde denilebilir ki, “bu cami sultanın malıdır.”
    Ancak, eğer bu hizmetkâr haddini aşıp, kendisine cami yapması için verilen 1000 altın ile cami yerine meyhane yapsa, o zaman meyhane onun malıdır ve O bundan mesuldür. Çünkü kendisine verilen emanete ihanet etti ve meyhane yapımında kullandı. İşte bu durumda diyemez ki “ben bu meyhaneyi sultanın verdiği altınlar ile yaptım, mesuliyet onundur ve meyhane onun malıdır.” Evet diyemez, çünkü sultan ona o sermayeyi meyhane yapması için vermemişti. Ona verilen sermaye bir cami için olup, meyhane için değildi. Ancak o, sultanın kendisine verdiği sermayeye ihanet etti ve onunla bu meyhaneyi yaptı.
    O halde, caminin mülkiyeti hakkında, hizmetkârın “bu cami benimdir, bunu ben yaptım” iddiası ne kadar geçersizse, meyhanenin mülkiyeti hakkında da: “bunu sultanın verdiği sermaye ile yaptım. O halde burası onun malıdır” iddiası o kadar geçersizdir.
    Doğru olan ise şudur: “cami sultanın sermayesi ve emri ile yapıldığından ona aittir, meyhane ise, kendine verilen emanete ihanet ederek, cami yerine burayı, hırsız gibi inşa eden hizmetkâra aittir.”
    Şimdi geldik temsildeki hakikatlerin izahına:
    Misaldeki padişah: Ezel ve ebedin sultanı ve şu kâinatın padişahı olan Allah’tır.
    O hizmetkâr ise, biziz ve insandır.
    1000 altın ise: İnsana verilen başta azaları, cihazları, duyguları olarak ona verilmiş maddi ve manevi bütün hediyelerdir.
    Cami ise; salih ameller ve ibadetlerdir.
    Meyhane ise; kötü amel ve günahlardır.
    Evet, iyilikler Allah’ın malıdır, kötülükler ise bizim. Zira işlediğimiz bütün iyilikleri Allah’ın bize verdiği sermaye ile işlemekteyiz.
    Mesela Kur’an’ı okuduğumuzda:
    Onu okuduğumuz dil ve bu dildeki ses telleri Allah’ındır.
    Ses tellerinden çıkan sesi havada yayan zerreler Allah’ındır,
    Kur’an’a baktığımız göz Allah’ındır,
    Göze görme yeteneğini veren Allah’tır.
    Gözün görmesi için ışığı yaratan Allah’tır.
    Okuduğumuz Kur’an, Allah’ın kelamıdır ve onun kitabıdır.
    Kur’an’ın yazıldığı kâğıt ve kâğıttaki mürekkep Allah’ındır.
    Okuduğumuzu anlamamızı sağlayan aklımız, hafızamız yine hep Allah’ındır.
    Kur’an okumayı emreden de Allah’tır.
    Kalbimizde Kur’an okumaya karşı bir muhabbeti koyan da O dur.
    Daha saymakla bitiremeyeceğimiz, Kur’an okumamız için gereken her şey Allah’ındır.
    Bizim ise sadece elimizde, icada kabiliyeti olmayan cüz-i irade vardır. Sadece irademizle Kur’an okumak isteriz, bundan geriye ne varsa hepsi Allah’a aittir. O halde nasıl “Kur’an’ı biz okuduk, bu sevabı biz yarattık, bu güzellik bizimdir” diyebiliriz. Bize düşen, tevazu ve ihlâs ile bu hayırlı ameli bizim için yaratan Allah’a şükür değil midir?
    Ama eğer biz, bize verilen bu göz ve dil sermayesini yanlış yerde kullanarak, bunlarla Kur’an okumaya bedel, haram ve günah şeyler okursak, o zaman misaldeki hizmetkârın kendisine cami yapılması için emanet edilen 1000 altın ile meyhane yapması ve bundan mesul olması gibi bizde, bize emanet edilen göz, dil, akıl gibi sermayeleri yanlış yerde kullanmış ve bu günahın tek sahibi olmuş oluruz.
    Ya da bir fakire sadaka verdiğimizi düşünelim, bakalım bu sevapta bizim hakkımız ne kadardır:
    Evvela sadaka verdiğimiz fakiri Allah yarattı ve onu bizimle Allah karşılaştırdı.
    Sadakayı verdiğimiz malı Allah bize ihsan etti, sadakayı verdiğimiz eli O yarattı.
    O fakire karşı şefkat ve merhamet duygusunu kalbimize O koydu.
    Verdiğimiz sadakayı bereketlendirip bize daha fazlasını yine O ihsan etti, daha bunlar gibi, sadakanın verilmesi için gerekli bütün şartları Allah yarattı, bizim elimizde olan ise sadece sadaka verme arzumuzdur.
    Haddizatında bu arzu dahi Allah’a aittir. Hal böyle iken; “bu fakire ben yardım ettim, bu iyilik benim malımdır” demek, ne kadar boş bir iddiadır akıllı olan herkes bunu anlar.
    Ancak eğer biz, o fakire sadaka vereceğimiz yerde, o mal ile içki alsak, kumar oynasak, ya da herhangi bir haramı satın alsak, o zaman biz mesul oluruz. Çünkü o sermaye böyle adi işler için verilmemişti. Biz sermayeye ihanet ettik, tek mesul biziz ve bu günah bizim malımızdır.
    Şimdi bu iki misale diğer bütün iyilikleri ve güzellikleri kıyas edin. Onların icad edilmesi için gerekli olan sebepleri ve şartları düşünün sonra da elinizde olana icada kabiliyeti olmayan cüz-i iradeye bakın. Ve bu cüz-i irade ile bu güzelliklerin yaratılamayacağını düşünerek, bütün iyilikleri ve sevapları Allah’a teslim edin.
    Bu iyilikleri sizin için yaratan Allah’a şükür edin.
    Kader Değişir mi?
    Kader değişir mi? Bu soru, birçok insanın cevabını vermekte zorlandığı bir sorudur.
    Zira “Kader değişir” dese; kader; Allah’ın ilminin bir unvanı olduğundan, “kaderin değişmesi” demek; Allah’ın ilminde bir artma veya eksilme manasına geleceğinden mümkün değildir.
    Mesela, Allah onun öleceğini bilirken ve öyle takdir etmişken, o kimse ölmese, yani kaderi değişse, bu takdirde Allah’ın ilminde bir değişiklik olmuş, Allah’ın bildiği bir şey gerçekleşmemiş, bilmediği bir şey gerçekleşmiş olur ki, bu da Allah’ın ilim sıfatında bir artma ve eksilmeyi netice verir, bunun ise Allah hakkında düşünülmesi doğru değildir.
    Demek kaderin değişmesi, Allah’ın bildiği şeyin kaza edilmemesi yani yaratılmaması ve bilmediği bir şeyin meydana gelmesi manasına gelir ki, bu mümkün değildir. O halde kaderin değişmeyeceğine, Allah’ın bilgisine muhalif bir şeyin olamayacağına itikat etmemiz gerekir. Nitekim bu meseleyi “ezeliyet” bahsinde incelemiştik.
    Kaderin Değişmeyeceği Hakikatını Sadakanın Ömrü Uzatması ve Belaları Def Etmesi İle Nasıl İzah Edeceğiz?
    Kaderin değişmeyeceğini kabul ettiğimizde, bu seferde şöyle bir mesele ortaya çıkıyor: Peygamber Efendimiz (S.a.v), sadaka verenin ömrünün uzayacağını, sadakanın belayı def edeceğini ve akraba ziyaretinin rızık ta artmaya ve berekete sebep olacağını hadisleriyle bizlere bildirmiştir. Bu hadisleri de tek başına mütalaa ettiğimizde sanki şöyle bir netice çıkıyor:
    Mesela, Allah kuluna 60 senelik bir ömür takdir etti, ve kulunun bu kadar yaşayacağını ezeli ilmi ile biliyor. Ancak bu kul sadaka verdi ve Allah’ın takdirinden fazla olarak 70 sene yaşadı.
    Ya da Allah ona bir musibetin geleceğini ezeli ilmi ile biliyordu, ancak o kişi bir sadaka verdi ve bu sadaka o musibetin gelmesini önledi. Netice de sanki Allah’ın bilgisine ters bir durum ortaya çıktı. Allah onun öleceğini veya ona musibetin geleceğini bilirken, ölüm ve musibet ona gelmedi, yani kaderi değişmiş oldu.
    O halde bu iki meselenin; yani kaderin değişmeyeceği, çünkü kaderin Allah’ın nihayetsiz ilminin bir unvanı olduğu ve Allah’ın ilminde artma ve eksilme söz konusu olamayacağı meselesiyle, sadakanın ömrü uzatması, belaları defetmesi gibi kaderde değişiklik olabileceğini ifade eden hadisleri bir arada mütalaa etmemiz gerekiyor. Bu kısa izahtan sonra, şimdi “kader değişir mi?” sorumuzun cevabına geldik:
    Allah’ın iki farklı kader defteri vardır. Bunlardan bir tanesi: “levh-i mahvı isbat” tır, diğeri ise “levh-i mahvı âzam” dır.
    Levh-i mahvı ispat denilen kader defteri; Cenab-ı Hakkın yazar-bozar bir tahtasıdır. Bu defterde yazılan her şey bazı şartlara bağlanmıştır ki, bu şartlar yerine getirilmezse, yazı kaza edilmez ve değişir.
    Mesela levh-i mahvı isbat defterinde; falan kulun 60 sene yaşayacağı yazılmıştır. Ancak bu yazı, kulun sadaka verme şartına bağlanmıştır. Eğer o kul sadaka verirse, bu kadar yaşar, vermezse, daha az yaşar.
    Ya da ispat levhasında ki yazı şöyledir: falanca kul, kalp ameliyatı olursa 70 sene yaşayacak, olmazsa 60 sene yaşayacak. Bu kul, hangi şartı yerine getirirse, o şartın neticesi kaza edilip, diğer yazı silinmektedir.
    İşte sadakanın ömrü uzatması, belayı önlemesi gibi değişiklikler kaderin bu defterinde olmaktadır. Allah o kuluna bu defterde bir bela yazmış ve bu belanın gelmesini sadaka vermemesi şartına bağlamıştır. O kul sadaka verdiğinde, belanın şartı meydana gelmediğinden yazı silinir ve musibetin gelmesi o kul hakkında kaza edilmez. Nitekim Ra’d suresinin 39 ayetinde Allah şöyle buyurmuştur:

    يَمْحُو اللّهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ *


    “Allah dilediği şeyi mahveder, dilediğini sabit kılar. Kitabın aslı olan levh-i mahfuz onun katındadır.”

    Bu ayette belirtilen “Allah’ın dilediği şeyi mahvetmesi” yani; yaratmaması ile yapılan değişiklik, bu levhada olmaktadır. Demek bu ayet bize değişen kader levhası olan “levh-i mahvı ispattan” haber vermektedir.
    Kaderin bu levhasında değişiklik olurken ve bu defterde ki yazıların meydana gelmesi bazı şartlara bağlanmışken, kaderin diğer defteri olan “levh-i mahvı azamda” ise hiçbir değişiklik olmamaktadır. Yani misalimizdeki kulun, sadaka verip vermeyeceği, kalp ameliyatı olup olmayacağı, akraba ziyareti yapıp yapmayacağı gibi hususlar, Allah’ın ezeli ilmi ile bilindiğinden dolayı Allah değişmeyecek en son neticeyi bu levhaya yazmıştır. Bu levha Allah’ın nihayetsiz ilminin bir tecelligâhıdır.
    Ancak burada ilmin mâlûma tabi olması kaidesini ve Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olduğunu ifade eden ezeliyet sıfatını unutmamak gerekir. Yani Allah’ın bu bilgisi, bizi bir işe zorlamamakta, bilakis biz irademizle neyi yapacaksak Allah onu bilmektedir.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır  Kader Nasıl Anlaşılmalıdır Empty Geri: Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır Kader Nasıl Anlaşılmalıdır

    Mesaj tarafından Admin Paz Ara. 19, 2010 4:10 am

    Niçin İki Tane Kader Levhası Vardır?

    akla şöyle bir soru gelebilir: niçin iki tane kader levhası var. Değişen ve şartlara bağlanan kader defterine ne gerek var? Bu soruya iki açıdan cevap verilebilir:
    1- Allah-u Teâlâ kullarını hayırlara teşvik etmek için bu levhayı tanzim etmiştir. Kul, Allah’ın kendi hakkındaki ezeli takdirini ve değişmeyen kader defteri olan levh-i mahvı azamdaki yazının ne olduğunu bilmediğinden, kaderin değişen bu levhasını dikkate alarak, bereketli bir ömre sahip olmak veya musibetleri def etmek gibi maksatlar için sadaka vermeğe, akraba ziyareti yapmaya ve diğer hayırlara koşar. Ve bu sayede sevap kazanır.
    2- Allah-u Teâlâ bu levha ile kullarını tembellikten kurtarmak ve hikmet dünyasında yaşadıkları için onları sebeplere yapışmaya teşvik etmek istemiştir. Bu sayede Allah’ın ezeli takdirinin ne olduğunu bilmeyen kul, daha uzun yaşamak için ameliyat olur, sağlıklı olmak için spor yapar, rızkı için çalışır. Yani kul şöyle düşünür;
    Allah bana vereceği rızkı çalışmam şartına, ya da uzun ömrü ameliyat olmam şartına bağlamış olabilir. Ben bu yüzden sebeplere yapışarak vazifemi yapmalıyım, rızkım için çalışmalıyım, sağlığım için gerekeni yapmalıyım ve daha sonra neticeyi Allah’tan bekleyerek kısmetime razı olmalıyım. İşte bu düşünceyle kul, sebeplere yapışarak tembellikten kurtulur.

    Evlilik Kader midir?

    Evlilik kader midir? Sorusu çok garip bir sorudur.
    Bu soruyu ancak Allah’ın ezeliyetini ve ilminin nihayetsizliğini bilmeyenler sorabilir. Çünkü “evlilik kader midir?” demek; Allah bu iki kişinin evleneceğini ezelde biliyor muydu demektir.
    Zira kader, Allah’ın ilminin bir unvanıdır. Evliliğin kader olmaması için, Allah’ın evlenen o iki kişiden habersiz olması gerekir. Bu ise ilmi her şeyi, her mekânı ve her zamanı kuşatan Allah hakkında düşünülemez. O halde sorumuzun cevabı, “evlenmek elbette kaderdir.” olacaktır.
    Ancak burada iki farklı durum söz konusu olabilir:
    1- Allah, ezeli ilmi ile evlenecek kadın ve erkeğin, kendi cüz-i iradelerini kullanarak birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını külli iradesiyle yaratacak olduğundan dolayı, ezelde kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazmıştır. İlim maluma tabidir kaidesiyle Bu yazı onların arzu ve iradelerine tabidir. Yani kader defterinde şunlar birbiriyle evlensin değil şunlar birbiriyle evlenecek diye yazılmıştır. Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.
    2- Bazen de, ya bir şükür, ya da sabırla imtihan olmaları için, kulun cüz-i iradesi karışmaksızın, Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları birbirleriyle evlendirir. Eğer bu evlilik güzel bir evlilik olmuşsa, bu kadın ve erkekten şükrün istenildiği bir nimettir. Eğer bu evlilik kötü bir evlilik olmuşsa, bu evlilik, sabrın istendiği bir imtihan olur. Erkek kadınla, kadında erkek ile imtihan edilir. Demek ki, yapılan bütün evliliklerde kulların cüz-i iradeleri esas alınmamaktadır. Başka bir ifadeyle; ihtiyâri fiillerden olan evlilik, bazen ıztırâri fiiller gibi kulun müdahalesi ve seçmesi olmaksızın meydana gelir. O halde şu hükümleri birer kaide olarak bilmeliyiz.
    1- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse, o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, bir hayır ise, kul niyetinin mükâfatını görür.
    2- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah ta onun olmasını murad ederse, o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz-i iradesi sebep olduğundan dolayı, kul bu fiilinden mesuldür. Hayırlı bir iş ise mükâfat, kötü bir iş ise ceza görür.
    3- Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesiyle yaratılan fiiller; Bu tür fiillerde kulun cüz-i iradesi işe karışmaz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi şükürle veya sabırla imtihan olmaları için Allah onu icad eder. İşte evlilik bazen ikinci gruba giren bir fiildir. Kulların cüz-i iradelerini kullanmaları neticesinde Allah istediklerini yaratır. Bazen ise üçüncü gruba giren bir fiil olur. Allah kullarının iradelerini karıştırmaksızın onları birbirleriyle evlendirir. Ancak her iki durumda da evlilik kaderdir. Ve Allah’ın ezeli takdiridir.

    Katil Öldürmeseydi, Maktul Yine Ölür müydü?

    Kader konusunda merak edilen bir soru da; bir cinayet hadisesinde, eğer katil öldürmeyecek olsaydı, maktulün yaşayıp yaşamayacağı meselesidir. Acaba katil öldürmeseydi, maktul başka bir sebepten dolayı yine ölecek miydi? Yoksa yaşamaya devam mı edecekti?
    Sorumuzun cevabına geçmeden önce, cevapta kullanacağımız “sebep” ve “netice” kavramlarının manasını öğrenelim;
    Bir cinayette katil sebeptir. Zira bu hadise onun müdahalesi ile vukua gelmiştir. Maktul yani öldürülen kişi ise neticedir. Zira katilin fiilinden o etkilenmiştir. Demek sebep dediğimizde katili, netice dediğimizde ise; maktulu anlayacağız.
    Şimdi geldik sorumuzun cevabına: Cenab-ı Hak bu alemde, her neticeyi bir sebebe bağlamıştır.
    Mesela, bir çocuk neticedir. Sebep ise; anne ve babasıdır. Cenab-ı Hak, o çocuğun yaratılmasını, o anne ve babadan takdir etmiştir.
    Buna; “kaderin sebep ile neticeye aynı anda taalluku” denilir. Bu sırrı bilmeyen bir kısım insanlar, sebep ile netice için ayrı birer kader olduğunu zannettiklerinden, yani anne-baba ile çocuğu ayrı ayrı nazara aldıklarından dolayı, bunun neticesi olarak; “mademki, onun kaderinde dünyaya gelmek yazılmıştır, anne, baba olmasa da dünyaya gelecektir” gibi yanlış bir hükme ulaşmışlardır.
    Diğer bir kısım ise, sebeplere, hakiki tesir verdiklerinden, “anne babası olmasaydı, O çocuk dünyaya gelmezdi” demişlerdir.
    Hâlbuki bu konudaki en doğru söz şudur: “kader, sebep ile neticeye bir baktığından, sebebin yokluğu farz edildiğinde, netice için söylenebilecek bir söz yoktur.”
    Yani eğer anne-babası olmasaydı, çocuk dünyaya gelir miydi?
    Bu soruya Ehl-i sünnet alimleri: “ne olacağı bizce meçhuldür, bu konuda bir fikir yürütülemez” şeklinde cevap vermektedirler. Zira ortada bir gerçek vardır ki, o da; çocuğun, anne babasından meydana gelmiş olmasıdır. Anne babanın yokluğu far¬zedildiğinde, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine ne ile hüküm edilecektir.
    Dolayısıyla, Cenab-ı Hakkın, o çocuğu başka bir anne-baba¬dan gönderip, göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütüle¬mez.
    Ya da, birisi Erzurum’dan, diğeri İstanbul’dan gelen iki kişinin Ankara’da buluştuklarını farz edelim.
    Bunlardan birisi şöyle dese: “buraya gelmeseydik, görüşe-mezdik”, diğeri ise şöyle dese: “Kaderde görüşmemiz yazılmış, bu¬raya gelmeseydik yine görüşürdük.”
    Bu sözlerden ikisi de yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın ilmi ve kader yazısı, malum olan onların buluşmalarına tabidir. Eğer malum olan; bu iki kişinin Ankara’ya gitmeleri, yok farz edildi edildiğinde, başka bir yerde buluşup, buluşmayacakları konusunda hiçbir şey söylenemez.
    Şimdi geldik sorumuza; Acaba katil öldürmeseydi, maktul yine ölecek miydi? Yoksa yaşayacak mıydı?
    Böyle bir sorunun sorulabilmesi için; Allah’ın sebep ile neticeyi aynı anda ezeli ilmi ile bilmemesini farz etmek gerekir. Yani Allah, katilin falan şahsı öldüreceğini ezeli ilmi ile bilemedi ve maktule bir ömür takdir etti, daha sonra katil, maktulü daha takdir edilen ecelin sonuna ulaşmadan yakaladı ve öldürdü. Sanki onu öldürmeseydi, o daha yaşayacaktı. Bu ise mümkün değildir. Zira Allah’ın ezeli ilmi, sebep ile neticeyi aynı anda kuşatır. Allah ezelde, katilin falan şahsı öldüreceğini bildiği için, falan şahsa o kadar bir ömür tayin etmiştir. Eğer katil o kişiyi öldürmeyecek olsaydı, belki Allah o kişiyi, o saatte başka bir sebepten öldürebilirdi ya da ona daha fazla bir ömür takdir edebilirdi.
    Demek sorumuzun altında, Allah’ın ezeli ilminin katil ve maktule aynı anda taallukunun düşünülememesi, sanki Allah’ın maktule ömür takdir ederken, katilinden habersiz olması gibi bir hezeyan yatmaktadır. Demek ki bu sorunun altında yatan cehalet: İlmin maluma tabi olması kaidesi ile Allah’ın ezeliyet sıfatını bilmemektir. Eğer ilahi takdirin sebep ile neticeyi aynı anda nazara alarak yazıldığı bilinseydi, bu soru sorulmazdı.
    Şimdi bu soruya verilecek tek cevabı bir kere daha tekrar ederek bu meseleyi tamamlayalım: Allah’ın ezeli ilmi, sebep olan katili ve netice olan maktulu aynı anda kuşatmıştır. Allah katilin, iradesini kullanarak maktulü öldüreceğini bildiği için, maktule o kadar bir ömür takdir etmiştir. Eğer katil öldürmeyecek olsaydı, maktule ne olacağı sadece Allah’ın bilebileceği bir iştir. Belki Allah ona daha uzun bir ömür takdir ederdi, belki de başka bir sebeple canını alırdı.

    Kaderin Hakiki Sebeplere Bakması ve Ona Göre Hükmetmesi

    Şu âlemin sultanı olan Allah-u Teâlâ, zulümden ve adaletsizlikten nihayet derecede münezzehtir. İlahi kader, hakiki sebeplere bakar ve ona göre hükmeder.
    Mesela bir avcı, bir aslanı tüfeğiyle öldürür. Bunu gören insan, aslana acır, avcıyı merhametsizlikle itham eder. Ve bu olaya meydan verdiği için Allah’ın da adaleti hakkında şüpheye düşer. Bunun sebebi insanın görüşünün dar olması ve resmin tamamını görememesidir.
    Evet, aslanı öldüren avcı zulmetmiştir. Yavru aslanları anasız bırakmıştır. Ancak Allah adalet etmiştir. Çünkü aslanın yaratılış vazifesi ve kendine mahsus ibadeti; ölen hayvanların leşlerini yemek ve bir nevi temizlik vazifesi yapmaktır. Ancak bu aslan haddini aşarak bir ceylana saldırmış ve ceylanı öldürerek yavrularını anasız bırakmıştır. İşte aslanın bu tecavüzüne bir ceza olarak Allah ta avcıyı ona musallat eder. Ceylana yaptığının aynısını, avcının eliyle ona yapar. Avcı zulmederken, Allah adalet eder. İşte bu Allah’ın adaletidir. Ancak aslanın ceylana yaptığını bilmeyen ve resmin tamamını göremeyen insan, bu hikmetten ve adaletten bütün bütün habersiz olarak Allah’ın adaletini ve merhametini sorgulamaya başlar.Ya da bir adam, hırsızlık suçundan hâkim karşısına çıkar. Hâlbuki adamın hırsızlık suçu ile hiçbir ilgisi hatta bilgisi bile yoktur. Hâkim ise onun hırsız olduğuna hükmeder ve ona ceza verir. Bu hadisede hâkim zulmetmiştir. Çünkü hırsızlık suçunu işlemeyen bir kişiye ceza vermiş ve onu hırsızlık ile itham etmiştir. Ancak Allah yine adalet etmiştir. Zira bu adamın yıllar evvelinden bir cinayeti vardır. Bu cinayette yakalanmamış ve suçunu Allah’tan başka kimse bilmemektedir. İşte Allah, onun cezasını çekmediği cinayet suçundan dolayı hırsızlık suçundan ceza almasına müsaade etmiştir. Bu adaletin tâ kendisidir. Ama insan burada da resmin tamamını göremediğinden ve hırsızlıktan suçsuz olan kişinin evvelki hayatında işlemiş olduğu cinayeti bil¬mediğinden haddinden tecavüz ederek Allah’ın adaletini sorgulamaya başlar. Hatta bazen bir adım daha ileriye giderek Allah’ı adaletsizlikle itham eder. Hâlbuki ilahi kader, hakiki sebeplere bakar ve ona göre hükmeder.
    Bu hakikati Peygamber Efendimiz (S.a.v) in şu hadisiyle de anlayabiliriz:
    Allah’ın Resulü ashabına şöyle dedi:
    “Beş şey, beş şeye karşılıktır.”
    Sahabeler Efendimizin bu sözü üzerine: “Ey Allah’ın resulü, beş şeyin beş şeye karşılık olması ne demektir.” dediler.
    Peygamber Efendimiz de şöyle buyurdu: “Bir kavim Allah’a verdiği sözü bozarsa o kavme düşmanları musallat edilir. Bir kavim, Allah’ın indirdiği hükümlerden başka bir şeyle hükmederse, bu kavimde fakirlik yayılır. Bir kavimde zina çoğalırsa, o kavimde ölümler de çoğalır. Bir kavim ölçü ve tartıyı eksik ederse, bitkilerden men edilir ve kuraklık senelerine yakalanırlar. Ve bir kavim zekâtı vermezse, onlara yağmur gönderilmez.”
    Hadiste görüldüğü gibi, bazı günahlara bazı cezalar takdir edilmiştir. Allah’a karşı ahdi bozmak, düşmanların saldırmasıyla, Allah’ın indirdiğinden başka bir şeyle hükmetmek, fakirlik ile, zinanın yaygınlaşması, ölümlerin çoğalması ile, ölçü ve tartıyı eksiltmek, bitkilerin çıkmaması ve kuraklık ile, zekatı vermemekte yağmursuzluk ile cezalandırılır.
    Allah’ın muamelesi ve ilahi kader bu gibi sebeplere bakar. İnsan ise bu sebepleri düşünmekten aciz olduğu için, düşmanlarının saldırısına uğrayan zayıf bir millet gördüğünde, ilahi kadere dil uzatır. O zayıf kavmin Allah’a karşı olan sözlerini bozduklarını aklına bile getirmez. Ya da fakir bir toplum gördüğünde kaderi tenkit eder, onların fakirliğine hükmedilmesinin sebebi olan o kavmin Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyip, başka şeylerle hükmetmelerini düşünmez.
    Ya da bir deprem ile 50 bin-100 bin kişi, aynı anda öldüğünde kadere isyan etmeğe başlar, belki de bu depremin bir sebebi olan o kavimdeki zinanın yaygınlaşmasını, neredeyse o kavmin her sokağında bu iğrenç günahın işlenmesini görmez. Yağmurlar yağmadığı, bitkiler bitmediği zaman Allah’ın merhametini, adaletini ve kaderi tenkit eder. Ancak o kavmin bu muameleyi hak etmek için zekâtı vermediklerini, ölçü ve tartıda hile yaptıklarını görmez.
    Sözün özü, her musibet ve ceza, bir günahın karşılığıdır. Ve ilahi kader o günahtan haberdar olduğundan, ona göre hükmeder. Hatta birçok kerede o günahın cezasından vazgeçerek affeder.
    Bu bahsi izin verirseniz, bir hatıram ile bitirmek istiyorum: Çocuğum henüz 7 yaşında idi. Belki de aklının tam ermemesinden dolayı, bir karınca yuvasıyla oynuyor, karıncaları öldürmeye ve onların yuvasını dağıtmaya çalışıyordu. Ben çocuğun etrafındaki büyüklere dedim ki, “bu çocuğa mani olun, yoksa başına bir musibet gelecek.” Büyükler, sözümün manasının ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki, birden çocuğum düştü ve dizi kanamaya başladı. Bana: “çocuğun başına bir musibet geleceğini nereden bildin” dediler. Ben onlara dedim ki: Çünkü Allah adildir. Her işinde adaleti gözetir. Benim çocuğum karıncaları merhametsizce öldürmeye çalışıyordu. Allah’ın adaleti, karıncanın hakkını bu çocukta bırakmaz. Küçükte olsa, boyu nisbetinde bir musibet ile onu cezalandırır. Ancak çocuğun, karıncanın yuvasını dağıttığından, birçok karıncayı öldürdüğünden haberi olmayanlar, sadece çocuğun düşmesini görür ve kaderi hatta Allah’ın adalet ve rahmetini tenkide başlar. Bilmez ki, o da bu tenkitle kendi hakkında bir musibeti davet etmektedir. Çünkü kaderi tenkit eden, başını örse vurur ve kırar.

    Katli Yaratan Allah İken Niçin Sebebe Katil Deniliyor?

    Güneşin doğmasından, kuşların uçmasına, bulutların seyranından, balıkların yüzmesine, rüzgârların tasrifinden, çiçeklerin açmasına, hayatın yaratılmasından, bir tohumun çatlayıp, ondan filizin çıkmasına kadar, kâinattaki ne kadar fiil varsa, bütün bu fiillerin faili; Allah-u Teâlâ’dır. Her şey onun icadıyla vücud bulur, her canlı onun yaratmasıyla hayat bulur. Âlemdeki bütün sanatlar, nakışlar, süslemeler, atomlardan tutun, semadaki yıldızlara kadar her şey onun mülküdür ve icadıdır.
    Böyle olunca da şöyle bir soru akla gelebilmektedir: Katili yaratan Allah’tır, silahı yaratanda Allah’tır, katilin silahı tetiklediği parmağı yaratan da Allah’tır, Mermiyi namludan çıkararak maktule ulaştıran yine Allah’ın kudretidir. Maktulun canını alan ve ruhunu kabzeden de yine O’dur. Yani öldürme hadisesinde ne kadar faaliyet varsa hepsinin gerçek faili Allah’tır. Katile ait olan ise; sadece öldürme meyli ve cüz-i iradesini bu yönde kullanmasıdır. Hal böyle iken niçin öldürene katil denilmektedir? Zira onun, katli ve ölümü yaratmada hakiki bir tesiri söz konusu değildir?
    Bu sorunun cevabına geçmeden önce Arapça dil bilgisi kaidesi olarak üç kelimenin manasını öğrenmeliyiz: Bunlardan 1. si; masdar,
    2. si; ism-i fail ve
    3. sü ise; hâsıl-ı bi-l masdardır
    Masdar: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şeklidir. Yani fiil köküdür. Okumak, yazmak, öldürmek, katletmek gibi bütün ‘mekli’ ve ‘maklı’ kelimeler bu sınıfa girer. Bu kelimelerin hariçte vücutları yoktur. Mesela, bir yazıyı ya da yemeği parmak ile gösterebilirken ve gözümüzle görebilirken, yazmak veya yemek yapmak masdarını görmemiz ve göstermemiz mümkün değildir. Bu fiilleri işleyen kimseyi görebiliriz, ancak masdarların kendisini asla göremeyiz. Çünkü masdarların vücudu yoktur. Yani bunlar Arapça’da “şey” kelimesinin manasına dâhil değildir. Zira Arapça’da “şey” denilince: varlığı olan, el ile tutulabilen, göz ile görülebilen eşya anlaşılır. Masdarların ise vücudu yoktur.
    İsm-i fail: Kendisinden fiil ve iş çıkan kimsenin sıfatıdır. Katip, yazar, katil gibi kelimeler ism-i faile örnek olabilecek kelimelerdir.
    Hâsıl-ı bi-l masdar: Hakiki tesir sahibinden meydana gelen ve ortaya çıkan şeydir. Mesela, “yazmak” masdardır, yazılan şey ise hasıl-ı bi-l masdardır. Ya da “bir şeye vurmak” masdardır, vurulduğunda çıkan ses; hasıl-ı bi-l masdardır. Ya da silahı çekerek adam öldürmede “ateş etmek” masdardır. Tabancadan çıkan ses ve adamın ölmesi ise hasıl-ı bi-l masdardır.
    Şimdi geldik, niçin öldürene katil deniliyor? Sorumuzun cevabına: Öldürene katil deniliyor, çünkü ism-i fail olan “katil” kelimesi, hariçte vücudu olmayan “katletmek” masdarından türemektedir. Yoksa hâsıl-ı bi-l masdar olan, adamın ölmesinden türememektedir. Öldürme hadisesinde hâsıl-ı bi-l masdar olan “ölüm” Allah’ın mahlûkudur ve adamı gerçekte öldüren Allah’tır. Ancak ifade ettiğimiz gizi, fail sigası, hâsıl-ı bi-l masdar¬dan değil, masdardan türemektedir. Masdar ise yaratılmamış olup, “şey” tabirinin manasına dâhil değildir ki, Allah’a verilebilsin ve hâşâ Allah’a katil denilebilsin. Bilakis, “katletmek” fiilinin yaratılmasına sebep olan kişinin sıfatı, masdardan türetilir ve ona katil denilir.
    Zira varlığı olmayan ve şey tabirine girmeyen masdarı, vücuda çıkaran ve hâsıl-ı bi-l masdarın yaratılmasına sebep olan odur. O halde katil unvanına da o layıktır.
    Bu ince meseleyi kısaca bir daha özetleyecek olursak, şöyle ifade edebiliriz: “katil” ismi, “katletmek” masdarından türeyen bir kelimedir. Masdarları yaratan ise Allah değildir, çünkü mas¬darların bir vücudu yoktur ki, yaratılmış olsun. Allah masdarı değil, hâsıl-ı bi-l masdarı yaratır ki, cinayette bu; ölüm hadisesidir. İşte katil, “katletmek” masdarından, hasıl-ı bi-l masdarın yaratılmasını kendi cüz-i iradesiyle talep ettiğinden dolayı “katil” unvanını alır.
    Kaderinde Küfür Topraklarında Doğmak Olan ve İslamı Hiç Duymayanların Durumu
    Kader ile ilgili çok sorulan ve cevabı en çok merak edilen sorulardan bir tanesi de; Dünyanın ıssız bir köşesinde doğmuş ve İslam’ı hiç duymamış kimselerin durumunun ne olacağıdır. Bu kimselerin İslam’ı duymamaları onlar için bir mazeret midir? Yoksa onlarda İslam topraklarında doğan kimseler gibi Allah’a imanla ve İslam’ın namaz, oruç gibi diğer ibadetleriyle mükellef midir?
    Bizler bu sorunun cevabına geçmeden evvel, bu sorunun zihinleri meşgul etmesinin sebebini sorgulamak istiyoruz. Zannımızca bu sorgulama, sorumuzun cevabından daha önemlidir. Bir kimsenin, hiç tanımadığı, akrabası ve yakını olmadığı, hatta bir defa bile görmediği insanların akıbetiyle bu derece meşgul olmasının sebebi acaba nedir? Eğer “onlara karşı duyduğu şefkat olabilir” derseniz, bizce bu olamaz. Zira en yakın kapı komşusunun halini merak etmeyen, komşusunun derdi varsa bile, değil derdine derman olmak için çabalamayı, derdini aklına bile getirmeyen, hatta arabasıyla yolda giderken, gördüğü bir trafik kazasında, yaralıya, arabasını kirletir düşüncesiyle yardım elini uzatmayan, hatta kendi öz ana-babasını ihtiyarlığında kimsesizler yurduna bırakacak kadar vicdansız olan bir insanın, hiç tanımadığı, görmediği, ismini, kişiliğini bilmediği insanların akıbetini merak etmesi, onlara duyduğu şefkat olamaz.
    Hem o kişilerin akıbetinin ne olduğunu merak etmesinden daha ilginç olanı da şudur: hemen hemen her akaid kitabında cevabı olan bu sorunun cevabını öğrenmek için hiç uğraşmaz. Tek yaptığı, hiçbir ilmi olmayan kişilere bu soruyu sormak ve onları sözde köşeye sıkıştırarak bununla ferahlamaktır.
    Bu kişinin hali, dünya da namaz kılmadığı halde, ayda kıblenin nasıl tayin edileceğini ve namazın nasıl kılınacağını soran kişinin hali gibidir. Aydaki namazda kıblenin nasıl tayin edileceğini merak etmesi, “Bir gün aya giderim de, aman namazımı kazaya bırakmayayım” düşüncesi değildir. Zira o dünya da namaz kılmamaktadır. Zaten aya gideceği de yoktur. Hem aya giden insanlara, nasıl kıbleyi tayin edeceklerini öğretmekle vazifeli de değildir. Ya da bu soruyu insanlık namına da sormamaktadır. O halde bu soruyu ona sorduran şey nedir?
    Hâlbuki aklınca cevabını yok zannettiği bu sorunun cevabı çok basittir; ayda kıble; dünyadır. Ayda namaz kılacak olan, dünyaya doğru döner ve namazını öyle kılar. Ancak şu soruyu bir daha sormak istiyoruz, dünya da namaz kılmayan bu kişiye, aydaki namazı merak ettiren şey nedir? Bu sorunun cevabı ile, hiç görmediği insanların akıbetini merak ettiren şey nedir? Sorusunun cevabı aynıdır.
    Ve bizce, ilk önce cevabı bulunması gereken soru budur. Bu sorunun cevabı: Allah’ı hakkıyla tanıyamaması, onun adalet ve rahmetinden şüphe etmesi, en kötüsü de Allah’ın emirlerini yerine getiremediğinden dolayı cehennemi hatırlaması ve bu hatırlamanın verdiği elemden kurtulmak için “belki bu dinde bir şüphe vardır” düşüncesini, cevapsız zannettiği sorularla yeşertmek istemesi ve derinden derine cehennemim yokluğunu arzu etmesidir. Yıllardır cevabını merak ettiği halde, cevabını bulmak için hiçbir kitap karıştırmayan kişi, bu teşhisi insafla iç âleminde tetkik etse, bizi tasdik edecektir. Ve biz, görüşümüzü tasdik edecek bir Kuran kıssasını şimdi sizlere nakledeceğiz.
    فَأْتِيَاهُ فَقُوَلا إِنَّا رَسُولاَ رَبِّكَ فَأَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ
    وََلا تُعَذِّبْهُمْ قَدْ جِئْنَاكَ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكَ وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى *
    إِنَّا قَدْ أُوحِيَ إِلَيْنَا أَنَّ الْعَذَابَ عَلَى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلَّى
    قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسَى *
    قَالَ رَبُّنَا الَّذِي أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى
    قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ اْلأُولَى *
    قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبِّى فِي كِتَابٍ لاَ يَضِلُّ رَبِّي وَلاَ يَنْسَى *


    “Allah, Musa ve Harun’a dedi ki, haydi gidin ve Firavuna deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrail oğullarını hemen bizimle birlikte bırak, onlara eziyet etme! Biz senin Rabbinden bir ayet getirdik. Kurtuluş, hidayete uyanlarındır. Muhakkak bize vahyolundu ki; azap, yalanlayan ve yüz çevirenlerin üzerinedir. Firavun: “Rabbin de kimmiş, ey Musa” dedi. O da: “Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonrada ona hidayet edendir” dedi. Firavun dedi ki: “Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak” Musa: “Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin yanındaki bir kitapta bulunur. Rabbin ne yanılır, ne de unutur” dedi. (Taha:47-52)

    Ayette görüldüğü gibi, Firavun kendisini hakka davet eden Hz. Musa’ya (a.s), kendinden önce geçmiş ve kendisinin davetini işitmemiş insanların halini soruyor. Acaba Firavuna bu soruyu sorduran şey, o insanlara duyduğu şefkat midir? Elbette hayır, zira o, kendi halkına bile şefkat göstermemiş, Hz. Musa’yı (a.s) bulmak ümidiyle binlerce çocuğu katletmiştir. Firavuna bu soruyu sorduran şey: Hz. Musa’yı (a.s) cevapsız bir soru ile mağlup etmek arzusudur. Buna karşı, Hz. Musa (a.s) sorunun cevabını vermiyor. Cevabı, “Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur, Rabbim ne yanılır, nede unutur” diyerek Allah’a havale ediyor.
    Hz. Musa’nın (a.s) cevabı Allah’a havale etmesi, ehl-i fetret denilen, peygamberin davetini duymayan insanların durumlarının ne olduğunu bilmemesinden değil, Allah’ın adalet ve merhametine teslim olmak arzusundandır. Hz. Musa (a.s) imanın öyle bir mertebesindeydi ki, Allah’ın ne yaparsa yapsın, şefkat ve adalet ile yapacağından zerre miskal şüphesi yoktu. “Rabbim ne yanılır, ne de unutur” diyerek, Allah’ın hükmüne rızasını bu şekilde göstermiştir.
    İşte Firavunun Hz. Musa’nın (a.s) davetine karşı, önceki nesillerin halini sorması, Musa’nın (a.s.) ise, o nesillerin halini Allah’ın ilmine havale etmesi ispat eder ki, mesele, sorunun sadece cevabını merak değil, mesele bir iman meselesidir. İmanda kemal bulanlar bu tür soruları akıllarına bile getirmezler. Onlar Allah’a teslim olmuşlardır. İnanırlar ki, Allah ne yaparsa yapsın, adaletin tâ kendisidir.
    Hatta imanın bu mertebesine ulaşanlara göre, Allah bütün insanları cehennemde toplasa, yine rahmetidir ve adaletidir. O halde sorumuzun cevabını öğrenmeden önce yapılacak ilk iş, bizleri imanda kemale ulaştıracak eserleri okumak ve bu sayede imanımızı taklitten tahkike çıkarmaktır. Bunu yaptığımızda, teslimiyet makamına ulaşacak ve göreceksiniz ki, cevabını merak ettiğimiz birçok soru artık aklımıza bile gelmeyecektir. Artık bu soruların cevaplarını, sadece bu soruların cevaplarını merak eden insanlara ulaştırmak için öğreneceğiz.
    Şimdi geldik; Küfür topraklarında doğan ve İslam’ı hiç duymayan kişinin durumunun ne olduğu sorusunun cevabına: Zamanın ve mekânın insanın üzerinde, iman ve İslam noktasında negatif veya pozitif bir etkisi olmakla birlikte, zaman ve mekân unsurları, neticeyi tek başına belirleyen bir sebep de değildir. Bu ikisi, sadece imtihana avantajlı ya da dezavantajlı bir şekilde başlamamızı sağlayan iki faktördür. İslam topraklarında doğan bir kimse, imtihana avantajlı başlarken, küfür topraklarında doğan bir kimse ise bu imtihana dezavantajlı başlamış olur.
    Ancak avantajlının, avantajını kaybettiği, dezavantajlının imtihanı başarıyla tamamladığına misaller o kadar çoktur ki, had ve hesaba gelmez. Mesela Hz. Nuh’un (a.s) oğlunun, babası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi, Hz. Lut’un (a.s) eşinin, kocası peygamber olmasına rağmen imansız ölmesi buna delildir. Evet, Hz. Nuh’un (a.s) oğlu ve Hz. Lut’un (a.s) eşi, imtihana avantajlı hem de çok avantajlı başlamışlardı. Birisinin babası, diğerinin eşi peygamberdi. Ama onlar buna rağmen imtihanı başarıyla tamamlayamadılar.
    Yine Hz. Musa (a.s), Firavunun sarayında yetişmiş, firavunun evlatlığı idi. Ancak Firavun, Hz. Musa’dan (a.s) istifade edemedi ve imansız öldü. Bununla birlikte aynı sarayda olan, firavunun eşi Asiye validemiz, imanını kurtardı ve ettiği şu dua ile de Kur'an’a geçti: “Ey Rabbim bana, katında, cennette bir ev yap ve beni Firavun’dan ve amelinden ve zalimler kavminden kurtar.”
    Demek aynı sarayda, yan yana yaşayan iki kişiden birisi, imansız ölüyor ve Allah düşmanı olarak kuranda bahsi geçiyor iken, o kişinin eşi, mümin olarak ölebiliyor.
    Yine Peygamber Efendimizin (S.a.v) amcaları olan Ebu Talip ve Ebu Leheb, Peygamberimizle yan yana yaşamalarına ve hakkı ondan dinlemelerine hatta birçok mucizesine şahit olmalarına rağmen imansız olarak ölürken, Peygamberimizi hiç görmeyen Veysel Karani, Efendimize ve Allah’a âşık olabiliyor ve aşkından tarihin sayfalarına geçebiliyor.
    Demek mesele sadece İslam topraklarında doğmak değil. Hatta çok uzağa gitmeğe gerek bile yok, toplumumuza baksak yeterlidir. Memleketimiz bir İslam memleketi ve halkının %99’u Müslüman olmasına rağmen, meyhanelerin camilerden daha fazla olması ve az olan camiler boş iken, çok olan meyhanelerin hıncahınç dolu olması ispat eder ki, sadece Müslüman topraklarda doğmak neticeyi belirleyen bir faktör değildir.
    Evet, o meyhaneleri dolduran insanlar, İslam topraklarında dünyaya gelmişler ve günde 5 defa Ezanı işitmek devletine ulaşmışlardır, dahası İslam ile ilgili birçok meseleyi çocukluklarından beri dinlemişlerdir, ancak bunların hiçbirini Allah’a yakınlığa vesile yapamamışlardır. Namazsız, zikirsiz, tefekkürsüz olarak, günah ve isyan içinde bir hayat sürmektedirler.
    Demek mesele imtihana avantajlı başlamakla bitmiyor. Toplumumuz, elindeki avantajı kullanamayan binlerce insanla doludur. Buraya kadar yaptığımız izah ile şunu anlatmak istedik: Müslüman olmayan bir beldede doğan bir kişide pekâlâ İslam ile tanışabilir ve çok iyi bir Müslüman olabilir. Ve tarih bunun binlerce örneğiyle doludur.
    Bu izahlardan sonra şimdi meselenin fetva yönüne geldik: İki peygamberin devirleri arasında, önceki peygamberin getirdiği dinin unutulmasından başlayarak sonraki peygamberin gelişine kadar geçen zamana “fetret devri” ve bu zamanda yaşamış ve iki peygambere yetişememiş kimseye de “ehl-i fetret” denilir. Kendinden önceki peygamberin dininin unutulduğu ve kendinden sonraki peygambere de yetişemediği için bu ismi almıştır.
    Ehl-i fetret, namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerle ve dinin diğer emirleriyle mükellef değildir. Bu hususta ittifak vardır. Ahirette onlara bu ibadetleri yapmadıklarından dolayı hiçbir hesap ve ceza olmayacaktır. Çünkü bunların bilinmesi bir peygamberin tebliğine bağlıdır. Hâlbuki bu kişiler, bir peygambere ulaşamamışlardır. Bu yüzden ibadet ve emirlere muhatap değildirler.
    Fakat bu kimselerin, Allah’a iman etmekle mükellef olup olmayacakları hususunda ihtilaf vardır. İmam Maturidiye göre; Ehl-i Fetret, ibadet ve emirler ile mükellef değil ise de, Allah’a iman ile mükelleftir. Çünkü Cenab-ı Hak, onlara aklı vermiş ve şu âlemi, varlığına ve birliğine delil olacak sayısız mahlûklarla doldurmuştur. Bir iğnenin ustasız, bir harfin katipsiz ve bir memleketin sahipsiz olamayacağını bilen insan, şu âlemdeki sanat eserlerinden sanatkarları olan Allah’a ulaşmalıdır. Ve ona iman etmelidir. Akıl, bir peygamberin davetini işitmese de bunu tek başına yapabilecek bir kabiliyettedir. Dolayısıyla fetret asrında yaşamış insanlar, eğer Allah’a iman etmeden ölürlerse, İmam Maturidiye göre bunlar kâfir olarak ölmüş sayılırlar.
    İmam Eş’ari ise: Ehl-i fetretin, Allah’a imanla da mükellef olmadığı görüşündedir. Çünkü İmam Eş’ariye göre: İnsanları peygamber vasıtasıyla imana davet eden Allah-u Teâlâ, fetret ehline bir peygamber göndermemekle, onları imana davet etmemiştir. O halde sorumlu olmamaları gerekir. Zira sırf akıl ve fikir, Allah’ı bilmede yeterli değildir. Dolayısıyla İmam Eş’ariye göre: fetret devri insanları, iman etmemekten dolayı cehenneme girmeyeceklerdir.
    Peygamber Efendimizin (S.a.v) gelişinden sonraki insanların durumu hakkında ise; İmam Gazali şöyle bir tasnif yapar ki, bu tasnif, günümüzdeki Hıristiyan ve Yahudilerin akıbetlerini merak edenler için de bir cevap niteliğindedir. İmam Gazali şöyle demektedir: Peygamber Efendimizin (S.a.v) gönderilmesinden sonra, inanmayan insanlar üç sınıftır:
    1. Sınıf: Peygamber Efendimizin (S.a.v) davetini duymamış ve kendisinden haberdar olmamış kimselerdir. Bu sınıf kesin olarak cennet ehlidir.
    2. Sınıf: Peygamberimizin (S.a.v) davetini, gösterdiği mucizelerin durumunu ve güzel ahlakını duymuş olmakla birlikte iman etmemiştir. Bu sınıfta kesin olarak cehennem ehlidir.
    3. Sınıf: bu iki derece arasında bulunan sınıftır. Hz. Peygamberimizin (S.a.v) ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamberi (S.a.v) tâ küçüklüklerinden beri, ismi- Muhammed olan ve -hâşâ-
    peygamberlik iddiasında bulunan yalancı bir peygamber olarak tanımışlardır. Peygamber Efendimiz (S.a.v) hakkında, menfi propagandadan başka hiçbir şey duymamışlardır. İmam Gazali bu sınıfta olanlar hakkında kesin konuşmamakla birlikte şöyle devam eder: Kanaatime göre bunların durumu, 1. grupta olanların, yani Peygamberimizi (S.a.v) hiç duymamış olanların hali gibidir. Çünkü bunlar Peygamberimizin (S.a.v) ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.
    Bugün gerek Hıristiyan ve Yahudi âleminde ve gerekse başka ülkelerde İmam Gazalinin tasnifindeki üç gruba giren insanları bulmak mümkündür.
    Zira teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ilkel kabilelerin varlığı malumdur. Bunlar ne bir televizyon görmüş, ne de bir telefon tutmuştur. Dolayısıyla bunlar İmam Gazalinin tasnifinde, Efendimizin (S.a.v) ismini hiç duymamış kimselere dahil olurlar ki, İmamı Gazali’ye göre bunlar cennet ehlidir.
    Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde 2. gruba giren insanlar da vardır. Bunlar Efendimizin (S.a.v) peygamberlik sıfatlarını işitmişler, ama buna rağmen iman etmemişlerdir. Hatta teknolojinin gelişimi ve bilgiye ulaşmanın kolaylığı ile, bu grup en kalabalık grup olmaktadır. Bunlar kuranın birçok ayetinin ifadesiyle cehennem ehlidir. Çünkü İslam, kendinden önce gelen bütün dinleri neshetmiş ve hükümden kaldırmıştır.
    Bununla birlikte zamanımızda İmam Gazalinin tasnifinden 3. gruba giren insanlar da yok değildir. Hıristiyan veya Yahudi âleminin ücra bir köşesinde, toplum hayatından uzak olarak yaşayan ve çocukluğundan beri kendisine Peygamberimizin (S.a.v) kötü tanıtıldığı insanlar olabilir. İmam Gazali hazretleri bu kimseler hakkında kesin bir hüküm söylememekle birlikte bu kimselerin cennet ehli olan 1. sınıfa benzediklerini bildirmektedir. En iyisi Allah bilir. Bizler bu meseleyi zamanımızın büyük bir âlimi olan, Bediüzzaman Said-i Nursi hazretlerinin görüşüyle noktalı¬yoruz ve hakikatin kendisini, “şaşırmayan ve unutmayan” Rabbi¬mizin ilmine havale ediyoruz:
    “Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyecekleri hususunda bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hatta İmam Şafi ve İmam Eş’ariye göre, bunlar iman etmeyip, küfre girse, ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderildiğinin ve peygamberin vazifesinin mahiyeti de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet mevzu bahis olabilsin. Eğer peygamberlerin irşatları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vakıf olmayanlar, ehl-i fetret sayılırlar ve azap görmezler.”
    Kaderde Cennete veya Cehenneme Gideceğimiz Belli İken Niçin Bu Dünyaya Geliyoruz?
    Kader hakkında düşünen ve kaderin sırlarına vakıf olmayan kişilerin, kendi kendilerine en çok sordukları ve cevabını en çok merak ettikleri sorulardan bir tanesi de şudur:
    “Allah benim cennete veya cehenneme gideceğimi biliyor. Ve bunu kader defterimde yazmış. O halde beni bu dünyaya niçin gönderiyor?”
    Bu sorudan anlaşılıyor ki: Soru sahibi, akıbetinin ne olacağının Allah tarafından bilinmesinden dolayı bu âleme gelişini hikmetsiz zannetmektedir. Ona göre eğer Allah cennete veya cehenneme gideceğini bilmeseydi yaratılışın bir manası olabilirdi, ama madem biliyor, o halde bu yaratılış manasızdır.
    Bu soru son derece mantıksız bir sorudur. Zira yaratılı¬şımı-zın gayesi ve bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti ile Allah'ın akıbetimizi bilmesi arasında hiçbir münasebet yoktur. Başka bir ifade ile bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti, Allah'ın cennete veya cehenneme gideceğimizi bilmesiyle yok olmamaktadır.
    Bu sorunun sahibi, kâinatın ve kendisinin yaratılış sebebini bilmemektedir. Yaratılış maksadından habersiz olması, bu soru-yu sormasına sebep olmuştur. Ona göre, bu dünyaya sadece Cennete mi, yoksa cehenneme mi gidecek, bu sırrın belli olması için gelmiştir. Ve madem Allah da onun nereye gideceğini ve akıbetini ezeli ilmi ile bilmektedir, o halde bu dünyaya gönderilmesi ona göre abestir. Demek soru sahibi, yaratılışın hikmetinden gafildir. O halde bu sorunun cevabını, âlemin ve insanın yaratılış hikmetinde aramalıyız. Bu hikmet anlaşıldığında, soru¬muz cevabını bulacaktır.
    Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim de, insanının yaratılış sebebini şu ayetiyle bildirmektedir.

    وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *

    “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat:56)

    Demek insanın yaratılışının gayesi; Allah'a ibadet etmek ve ona kul olmaktır. Kulluğun ve ibadetin esası da şu sayacağımız emirlerdir.
    1- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki sanat eserleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek istemektedir. İşte insanın yaratılış vazifesi; Kendi sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek isteyen yaratıcısına iman edip, onu mevcudat aynalarında tecelli eden kudsi isimleri ile tanımaktır.
    2- Allah-u Teâlâ şu âlemdeki rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek istemektedir. İnsanın vazifesi ise; Rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek isteyen Rabb-i rahimine itaat edip ibadet ile kendini ona sevdirmektir.
    3- Allah-u Teâlâ şu âlemde insana maddi ve manevi nimetlerinin lezzetleriyle ikram etmektedir. Buna karşı insanın vazifesi; Maddi ve manevi nimetlerin lezzetleriyle kendine ikramda bulunan ve onu besleyen Allah'a karşı fiiliyle, haliyle, diliyle, hatta elinden gelse bütün duygu ve azalarıyla şükür ve hamd-ü sena etmektir.
    4- Allah-u Teâlâ şu âlemde yarattığı varlıklar ile azametini ve kemalini göstermektedir. Her bir mevcut o azamet ve kemale boyu nisbetinde bir aynadır. İşte insanın vazifesi; Mevcudat aynalarında azametini ve kemalini gösteren Rabbine karşı tam bir mahviyet içinde hayret ve muhabbetle secde etmektir.
    5- Allah-u Teâlâ şu âlemde nihayetsiz servet ve hazinelerini sergilemektedir. Bu servete seyircilik yapan insanın vazifesi ise; Sonsuz cömertliğini nihayetsiz servet ve hazineleriyle gösteren Rabbine karşı fakirliğini hissedip yalnız ondan istemektir.
    6- Allah-u Teâlâ şu âlemi bir sergi hükmünde yaratmış ve o sergide sanatını teşhir etmiştir. Buna karşı insanın vazifesi; Yeryüzünü bir sergi hükmünde yaratıp bütün sanat eserlerini o sergide teşhir eden sanatkarına karşı Maşaallah, Bârekallah diyerek takdir edip, Sübhanallah, Allah-u Ekber diyerek hayret ile mukabele etmektir.
    7- Allah-u Teâlâ şu âleme birliğinin nihayetsiz damgalarını vurmuştur. İnsanın vazifesi; Kâinat sarayında taklit edilmeyen mühürler ile ve kendine has turralar ile her şeye birliğinin damgasını vuran Allah’ı bir olarak bilmek ve öyle şehadet etmektir.
    8- Allah-u Teâlâ, şu âlemdeki her şeyi kendisine itaat ettirerek saltanatının haşmetini göstermektedir. İnsanın vazifesi; Kâinatta görülen Allah’ın bu saltanatını itaat ederek tasdik etmektir. Yani zerrelerden güneşlere kadar her şeyin kendisine boyun eğdiği zata itaat ederek ona boyun eğmektir ve onun saltanatını tasdik etmektir.
    9- Allah-u Teâlâ şu âlemin her köşesini isimlerinin nakışları olan sanat eserleriyle süslemiştir. İnsanın vazifesi ise; Allah'ın kudsi isimlerinin nakışlarından olan bu sanat eserlerini diğer insanlara da gösterip dellallık ve ilancılık vazifesini icra etmektir.
    10- Allah-u Teâlâ bu âlemdeki her mahlûku bir kitap hükmünde yaratıp, onda güzel isimlerini yazmıştır. İşte insanın vazifesi: Kudret kaleminin mektupları hükmünde olan mevcudat sayfalarını arz ve sema yapraklarını tefekkür etmektir. Ve onlarda yazılan güzel isimleri keşfetmektir.
    İşte Cenab-ı Hak böyle ulvi maksatlar ve yüce gayeler için bu âlemi yaratmış ve insanı bu âleme zikredilen maksatlar için göndermiştir. Yani yaratılışımızın ve şu anda bu alemde bulunmamızın sebebi bu vazifeleri icra etmektir.
    Bu maksatların hiçbirisi bizim cennete veya cehenneme gideceğimizin Allah tarafından bilinmesiyle yok olmamaktadır.
    İşte bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın ezeli ilmi akıbetimizi bilmesi bizim bu aleme boşuna geldiğimiz manasına gelmez. O halde biz; “kaderimizde cennete veya cehenneme gideceğim belli iken bu dünyaya niçin gönderildik” diyemeyiz. Zira âlemin yaratılmasındaki en yüce gaye insanların cennete veya cehenneme gitmesi değil Allah’a iman ve itaattir. Ve az önce saydığımız vazifeleri yapmaktır.
    Eğer insan bu âleme niçin geldiğini, bu kâinatın niçin böyle muhteşem bir şekilde yaratıldığını ve tüm bunlardaki ilahi maksatları bilseydi elbette böyle manasız bir soru sormayacak ilahi kaderin her şeyi bilmesinin bu saydığımız hikmetleri ve gayeleri yok etmeyeceğini anlayacaktı.
    Hem insan küçük bir âlem olarak yaratılmıştır. Büyük âlemde tecelli eden bütün isimler, bir küçük âlem olan insanda da tecelli etmektedir. İnsanın yaratılışın bir sebebi de Allah’ın isimlerine yaptığı bu aynadarlıktır. Hatta diyebiliriz ki, şu koca âlemde ve meleklerde tecelli edemeyen isimler, şu küçücük insanda tecelli ederler.
    Mesela insan günah işler ve af diler, Allah ta onu affeder. İşte Allah’ın affetmesiyle insanda; Gafur, Afuv, Tevvab, Gufran gibi isimler tecelli etmektedir ki, bu isimler sadece insanda gözükebilir. Bu isimler dağlarda, denizlerde, güneşlerde, meleklerde tecelli edemez, çünkü onlar günah işlemez.
    Allah’ın böyle cemali isimleri sadece insanda tecelli edebileceği gibi, celali bir çok isimde sadece insanda gözükebilir.
    Mesela bir kul isyan eder ve Allah onu cezalandırır. İşte bu cezalandırmak ta “Muntakim” ismi, onun kaçamayıp yakalanmasında “Vâcid” ismi, Allah’a karşı mağlup olmasında “Aziz” ismi, onu hesaba çekmesiyle “Hasib” ismi, onu alçaltmasıyla “Muzil” ve “Hafid” ismi ve daha birçok isimler o insanda tecelli eder ki, bu isimlere koca alem aynadarlık yapamaz. Çünkü onlar isyan edemez. Bu isimler ise ancak isyan eden kulda tecelli edebilir.
    O halde eğer isyan ederek cehenneme gidecek kullar bu âleme gönderilmeseydi, biraz önce saydığımız isimler ve daha onlar gibi onlarca isim asla tecelli edemeyecekti. Hâlbuki bu isimler de kendini tanıttırmak ve bildirmek istemektedirler. Hatta isyanın bir neticesi olan cehennem de, günahkâr kullar olmadığı için yaratılmayacak ve celali isimler ahiret âleminde de gözükemeyecekti. Demek cehenneme gideceği bilinen bir kulun bu âleme gelmemesini temenni etmek, bu âlemin, celali isimlerin tecellisinden mahrum olmasını talep etmektir ki, bu talep kâinatın yaratılış maksadını bilmemenin bir neticesidir.
    Hem bu soru sahibi şu hakikati de unutmamalıdır. Tecrübeli bir öğretmen sınıfındaki öğrencileri imtihana tabi tutmadan onlara not verip bir kısmını cezalandırıp bir kısmını mükâfatlandırsa elbette ceza görecek olan öğrenciler öğretmene itiraz edip eğer sen bizi imtihan etseydin biz zayıf not almazdık diyerek öğretmeni suçlayacaklardı. Aynen öylede Cenab-ı Hak bizleri şu dünya imtihanına sokmadan cennete veya cehenneme gönderse o vakit cehenneme giden insanlar bu karara karşı çıkıp eğer sen bizi imtihan etseydin biz cehenneme gitmeyecektik diye itiraz e¬deceklerdi. Cenab-ı Hak ezeli ilmi ile bizim akıbetimizi bildiği halde bu neticeyi bizlere de bildirmek ve hesap gününde itiraza mahal bırakmamak için şu dünyayı bir imtihan yurdu olarak yaratmış bizleri de bu aleme bir memur olarak göndermiştir.

    Kader ve Cüz-i İradeye İman Niçin İmanın Şartlarından Kabul Edilmiştir ?

    İnsan, nefs-i emmaresi sebebiyle, iyiliği ve güzelliği kendisinden bilirken. , kusuru ve kabahati başkasına verir. Mesela, taşıdığı camı düşürüp kırdığında, sanki cam kendi fiiliyle kırılmamış gibi; “cam kırıldı” der, “camı kırdım” demez. Ya da arabasıyla kaza yaptığında, “araba çarptı, kaza oldu” der, “Arabayı çarptım, kaza yaptım” demez.
    Bunlar gibi, ne zaman kendisinden kötü bir şey meydana gelse, suçu başkasına atar, hatta misallerimizde olduğu gibi, kendi başına hareket edemeyen cansız eşyalara bile isnad eder. Asla suçu üzerine almaz. Hatta nefsin bu mertebesi, en çok zayıf not alan öğrencilerde gözükür. Zayıf notları her zaman öğretmen verir, onlar asla almaz. Bununla birlikte eğer o kişiden güzel bir şeyler çıkarsa, nefis o zaman, o güzelliğe hemen sahip çıkar, kendine mal eder. Kimseyle paylaşmaz. Dersinden zayıf bir not aldığında “öğretmen verdi” diyen o öğrenci, geçer bir not aldığında asla “öğretmen verdi” demez, “onu ben aldım, ben başardım” der.
    Ya da arabasıyla kaza yaptığında “araba çarptı” diyerek suçu arabaya atan kimse, ani bir refleksi ile kazadan kurtulduğunda, “araba kurtuldu” demez, “direksiyonu bir kırdım, kazadan kurtuldum” der. Misalleri çoğaltmak mümkündür.
    Sözün özü; İnsanın iyiliklere ve güzelliklere sahip çıkarken, kötülükleri ve çirkinlikleri başkasına isnad etmesidir.
    İşte kader ve cüz-i iradeye iman bu noktada insanın nefsi emmaresini terbiye eder. O kişi güzellikleri ile gururlandığında, kadere iman karşısına çıkar ve der ki; “Haddini bil, bunlar senin kaderinde yazılmış, yapan sen değilsin, bu güzellikleri sana kader taktı, nasıl ki kuru bir üzüm salkımının, dalına takılmış olan üzümlere sahiplik iddiası batıldır, zira o kuru dal, o leziz üzümlere sanatkâr olamaz, belki o üzümler ona, rahmeti sonsuz Rabbi tarafından takılan hediyelerdir.
    Aynen sen de öyle kuru bir çubuksun, sendeki bütün güzellikler de Kaderin sana bahşettiği hediyelerdir” işte kadere imandan bu dersi alan insan, kendindeki güzelliklerden dolayı böbürleneceğine, şükür ve hamd etmeye başlar.
    Eğer o insan, işlediği kötülükleri başkasına isnad ederse, bu seferde karşısına cüz-i iradeye iman çıkar ve der ki: “Mesulsün ve mükellefsin, bu kötülük senin malındır. Çünkü onu sen istedin” İşte kadere iman, nefsi gururdan kurtarmak için, cüz-i iradeye iman ise kişiye mesuliyetini bildirmek için iman hakikatlerinin arasına girmişlerdir.

    Kadere İman İnsanı Tembelleştirmez mi?

    Kadere iman asla insanı tembelleştirmez. Zira insan, Allah’ın ezeliyet sıfatının mahiyetini, ilmin, maluma tabi olması kaidesini ve ilahi takdirin, kendi çabalamasına ve cüz-i iradesini hayırlarda kullanmasına bağlı olduğunu bildiğinde, sebeplere yapışır, vazifesini yapar ve neticenin, Allah tarafından yaratılması için hal ile ve dil ile dua eder.
    Hatta bu ilmi meseleleri bilmese bile, kaderin değişen levhası olan “levh-i mahvı isbatı” kendine esas tutar, kaderin bu levhasındaki yazıların tahakkukunun, şartlara bağlandığını bilerek, şartları yerine getirmek için çalışır.
    Hatta kaderin değişen bu levhasından bile haberi olmasa, kadere iman yinede kişiyi tembelleştirmez. Çünkü insanlar, kaderi, geçmiş olaylarda ve başa gelmiş musibetlerde, hüznün ve ümitsizliğin bir ilacı olarak kullanmaktadırlar.
    Mesela, yapmış oldukları bir kazada, evlerinin yanmasında, eşyalarının çalınmasında, deprem ile evlerinin yıkılmasında ve bunlar gibi diğer bütün musibetlerde “Kader de varmış, ne yapalım, önüne geçmek mümkün değil” diyerek bir teselli bulurlar. Yoksa kaderi, gelecek için kullanmazlar. Yani “okula gitmeme gerek yok, kaderimde ne yazılıysa o olacak” ya da “dükkanımı açmama gerek yok, zaten kazanacağım belli” diyerek, okula gitmekten ve dükkanını açmaktan geri kalmaz.
    Hatta kadere iman, gelecek için de insana cesaret vermektedir. Çünkü ona karşı düşmanlık vaziyetini gösteren ve gücü hiçbirisine yetmeyen mahlûklara karşı, “Kaderde olmayan bize asla ulaşamaz” diyerek bir ferah bulur. İşte bu sırlardan dolayı Peygamber Efendimiz (S.a.v) bir hadis-i şeriflerinde;
    “Kadere iman eden, kederden emin olur, yani kederlenmez” buyurmuşlardır.
    Demek kadere iman insanı asla tembelleştirmemektedir. Hem bugüne kadar, kadere imandan dolayı çalışmayı terk eden kimse de görülmemiştir. Bilakis kadere iman, insana bir teselli vermekte, musibetlerin acısını hafifleştirmekte ve geleceğe daha güvenle bakmasının sağlamaktadır. Sözün özü; kadere iman öyle bir iksirdir ki, kim bu iksiri içse, bütün elemlerden, korkulardan, endişelerden ve tasalardan kurtulur.

    Kâinat Kitabının Kaderin Varlığına Olan Şehadeti

    Allah’ın iki farklı kitabı vardır. Birincisi, kelam sıfatından gelen, Kur’an-ı Kerim’dir. İkincisi ise kudret sıfatından gelen kâinat kitabıdır.
    Evet, kâinat bir kitaptır. Dünya; bu kitabın sadece küçük bir bölümüdür. Bahar mevsimi; bu kitabın sadece bir sayfasıdır. Her bir nevi, mesela bir ağaç cinsi bu kitabın bir satırıdır. O cinsin tekbir ferdi, mesela bir incir ağacı bu kitabın bir kelimesidir. O ağacın meyvesi ise, bu kitabın bir harfidir. Meyvenin çekirdeği ise kâinat kitabının bir noktasıdır ki, bu noktada bütün kâinat yazılmıştır. Başka bir ifade ile okumasını bilenler için, koca kâinat, bir noktada özetlenmiştir.
    Her iki kitap ta, kendilerine mahsus lisanlarla hakkı ve hakikati anlatır. Hatta kâinat kitabı, Kur'an’ın güzel bir tefsiri ve izahıdır. Kur'an da anlatılan bütün hakikatler, kâinat kitabında göze gösterilmiştir. Adeta hakikatler tecessüm etmiş, yani vücut bulmuştur. Bizler bu makamda sadece kâinat kitabının, Kur'anî bir hakikat olan kaderin varlığına yaptığı şehadetten bahsedeceğiz.
    Şöyle ki: Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış ilahi bir kitaptır. Atomlar, bu kitabın mürekkebi hükmündedir. Bir binanın inşasında kullanılan maddi kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına mani olduğu gibi, kaderin manevi kalıpları da bu âlemde maddeyi ve eşyayı aynı şekilde sınırlandırmış, en faydalı bir şekle sokmuştur. Bu hakikati şu şekilde izaha çalışalım; elimize aldığımız kalem ve onun içindeki mürekkep, emre hazır bir vaziyette beklemekte, ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülmektedir.
    Mesela, “meyve” kelimesini yazmak istediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda teşekkül etmektedir. Bu şuursuz mürekkep maddesi ve iradeden mahrum olan kalem, o yazının kâtibi olamayacağı gibi, mürekkebin bir kâtibin zihninde tespit edilen programa göre döküldüğünü her akıl sahibi rahatlıkla anlayabilir. İşte “meyve” kelimesinin yazılmasında zihni bir plan ve program esas olduğu gibi, hakiki meyvenin yaratılmasında da Cenab-ı Hakk’ın ilminde takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır. Bu misal ile mukayese edersek, her bir insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ bir kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmıştır.
    Ya da bahar mevsiminin temsil edildiği bir yağlı boya resmi düşünelim. Bu resimdeki güzellik; ressamın takdirinden, tanziminden gelmektedir. Ressam, o resme koyacağı her şeyi şekli, büyüklüğü, rengi ve resimdeki alacağı yer ile önce zihninde planlamış, daha sonra o programa göre fırçasını çalıştırmış ve resmi yapmıştır.
    Aynen bunun gibi, şu kâinat da, kudret kalemiyle çizilmiş, rengârenk muhteşem bir tablodur. Fakat bu tablo canlıdır. Güneşi ışık vermektedir, ağaçlarından gıdalı meyveler dökülmekte, insanları düşünmekte, konuşmakta, yürümektedir. Koyunları ise süt vermekte, toprağından da hayat fışkırmaktadır.
    Her şeyi ile cansız olan bir tabloya baktığında, ressamın ilmini ve takdirini aklıyla görebilen ve bu ilmin ve takdirin resimden önce var olduğunu idrak eden bir insan, elbette ki bu hayat dolu kâinat tablosunu seyrettiğinde, her şeyin Allah’ın takdir ettiği bir plan ve programa yani kadere göre yaratıldığını anlayabilir. O halde, bu kâinatta tecelli eden sanat, ilim, hikmet ve rahmet gibi hakikatleri aklıyla seyreden her insan, bu hakikatlerin Cenab-ı Hakk’ın ilahi kaderine, Rabbani plan ve programına dayandığına iman etmek zorundadır.

    Kadere İman ve Tevekkül

    Bazı kimseler tevekkülü tembellik zannederler. Bilhassa batılı kaynaklar, İslam’da tevekkülü kasten böyle göstermekte ısrar etmektedirler. Bu sebepten, kadere iman ve tevekkülü ayrı bir başlık olarak ele almak ve açıklamak faydalı olacaktır.
    Tevekkülün manası; Cenab-ı Hakk’ı vekil edinmektir. Kişinin sebeplere yapıştıktan sonra, neticenin yaratılmasını Allah’tan beklemesi ve hakiki tesiri Allah’tan bilmesi tevekkülün esasıdır. Mesela, bir çiftçinin tevekkülü tarlayı kazdıktan, ekinleri suladıktan ve yapılması gereken diğer işleri yaptıktan sonra meyveyi ve ekini Allah’tan istemesi ve çıkan meyveyi Cenab-ı Hakk’ın malı ve kendisine bir ihsanı olduğunu bilmesidir.
    Ya da bir savaşta tevekkül, düşmana karşı en tesirli silahlarla donandıktan ve harp kaidelerine harfiyen uyduktan sonra zaferi Allah’tan beklemek ve O’na güvenmektir.
    Ya da bir öğrencinin tevekkülü, derslerine iyice çalıştıktan sonra, imtihanda kendisini başarılı kılması için Allah’a dayanmasıdır. Yoksa tarlayı ekmeden, savaşa hazırlanmadan ve derse çalışmadan yapılan tevekkül, İslam’ın emrettiği ve güzel bulduğu tevekkül olmamakla birlikte bu tembellik ve atalettir. Demek tevekkül, dünyaya ve ahirete ait işlerde, sünnet-i ilahiye denilen kanunlara hakkıyla uymak ve neticeyi Allah’tan beklemektir.
    Bediüzzaman hazretleri de tevekkülü şöyle ifade etmektedir:
    “Tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek değildir. Belki sebepleri, dest-i kudretin perdesi bilip, riayet ederek, sebeplere teşebbüs ise bir nevi fiili dua kabul ederek, neticeyi yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” Biz de tevekkülle ilgili açıklamaları bu tarifin ışığı altında yapacağız.
    İlk önce “sebep” ve “netice” tabirleri üzerinde kısaca duralım.
    Sebep; vasıta ve şart manasına gelmektedir. Cenab-ı Hak, dünyaya ve ahirete ait her neticeyi bir takım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Bu şartların her birine “sebep” denilir. Sebeplere takılan eşyaya ise “netice” denmektedir.
    Mesela ibadetler sebeptir, cennet ise neticedir.
    Koyun sebeptir, süt neticedir.
    Arı sebeptir, bal neticedir.
    Veya güneş, toprak, su birer sebeptir, ağaç ise neticedir.
    Ya da başka bir açıdan bakıldığında ağaç sebep, meyve ise neticedir.
    Sebepleri de, neticeleri de yaratan Allah’tır.
    Sebeplerin, neticenin yaratılmasında tesirleri olmamakla birlikte, sebepler; Allah’ın kanunları olup, bunlara riayet etmeyenler neticelerden mahrum kalırlar.
    İşte tevekkül: “Sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi
    Allah’tan beklemek, O’na itimat etmek ve O’ndan gelecek her şeyi, arzusuna uysun ve uymasın, rıza ve memnuniyetle karşılamak” demektir.Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

    فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ *

    “Azmettiğin zaman Allah’a tevekkül et, Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever” (Al-i İmran:159)

    Bu ayetin işaretiyle; ilk önce azmetmemiz ve daha sonra tevekkül etmemiz emredilmektedir. Yoksa çalışmayıp oturarak tevekkül etmemiz emredilmemektedir.
    İnsanların bir işi azmetmeleri, itimadı gerektirir. Allah’a güvenmeyen kimse ise, ya kendisine ya da sebeplere itimat edecektir. Oysa hem kendisi hem de sebepler son derece acizdir. Kendisinin ve sebeplerin gayet aciz olması cihetiyle, insan, ancak ve ancak, bütün sebepleri yaratan ve o sebeplerin eliyle kendine lütuf ve ihsanda bulunan Allah’a dayanmakla kalben huzur bulabilmektedir.
    Cenab-ı Hak, insanı maddesi ve manasıyla bu âlemden süzmüş ve onu kâinat ağacına bir meyve hükmünde yaratmıştır. Bu yaratılış sebebiyle, insanın kâinatla her bakımdan alakası vardır. Hangi işi yapmak istese, önce nefsiyle o işe teşebbüs edecek, daha sonra da bu âlemde kendisine yardımcı olacak sebeplere riayet edecektir. Nefsi teşebbüsle, harici sebeplerin bir araya gelmesi, neticeyi Allah’tan istemek için fiili bir duadır. Neticeyi yaratacak olan ancak O’dur. İşte tevekkül bu noktada başlar. Buğday elde etmek isteyen çiftçi, tarla ile el ele verir, onu sürer, eker ve sular. Böylece nefsi teşebbüsle birlikte sebeplere de riayet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder ve kalb rahatlığıyla buğdayı Allah’tan bekler. Bu misalden anlaşıldığı üzere sadece insanın teşebbüsü neticenin yaratılmasına kâfi gelmediği gibi, insan teşebbüs etmeksizin tarla, su, tohum gibi sebepler de neticeyi meydana getirememektedirler. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bir kanunudur. Ondan buğday isteminin yolu, ferdin o işe teşebbüsü ve sebeplere uymasıdır.
    Şimdi İslam’ın tevekkül esasına karşı gelenlere şunu soralım: Misaldeki adamın, elinden gelen her şeyi yaptıktan ve her şartı yerine getirdikten sonra tevekkül etmeyip evinde bir kış süresince merak ve endişe ile rahatsız olması mı daha iyidir?
    Yoksa “Beni benden daha iyi bilen, bana benden daha şefkatli olan Rabb-i Rahimim’den ne gelirse hoştur. Ana rahminde, o karanlık menzilde, beni şefkatle besleyen, dünyaya geldiğimde ise baba ocağını ve anne kucağını benim imdadıma gönderen, dağları madenleriyle, bağları meyveleriyle, denizleri balıklarıyla bana hizmetkâr eden, O Halik-i Rahim, benim için ne takdir ederse onda hayır vardır. Benim kuvvetim ve kudretim gibi fikrimde kısadır. Hangi azaları almamın hakkımda hayırlı olacağını ana rahminde bilemediğim gibi, hangi neticenin öteki âlemde lehimde olacağını da bu âlemde bilemiyorum. O halde, Ona tevekkül ve itimat ediyorum” deyip neticeyi sabır ve rıza ile beklemesi mi daha hayırlıdır?
    Veya bir hastanın, doktorun verdiği ilaçları kullandıktan sonra Allah’a tevekkül ederek, sabır içinde şifa talep etmesi mi, yoksa tevekkül etmeyerek neticeyi aşırı bir merakla beklemesi ve manen perişan bir vaziyete düşmesi mi daha iyidir?
    Kur'an-ı Kerim’in her emri ve nehyi gibi, tevekküle teşviki de insanlara dünya ve ahiret saadeti bahşetmektedir. Bir mümin kendi iktidarı dâhilinde olan bütün imkânları kullandıktan ve bütün şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan bekler. Eğer netice kendi arzusu istikametinde olursa, Cenab-ı Hakk’a şükreder, aksi istikamette tecelli ederse “Rabbim bana, benden daha şefkatlidir, benim iradem gibi şefkatim de cüz-idir. O halde o nihayetsiz rahmet sahibine tevekkül ediyorum. Ondan gelen her şey güzeldir. Onun verdiği dert de derman olur.” Diyerek hem huzurunu muhafaza eder, hem de ahireti için mühim bir hayır kazanmış olur.
    Bu hakikate arif olan mümin şöyle der: “Ya Rabbi, benim irade ve arzu ettiğimi bana ihsan buyurursan sana hamd ve şükrederim. Eğer arzu ettiğimin aksini tecelli ettirirsen, senin irade buyurduğunu memnuniyetle kabul eder ve onu benim arzumdan bin kat daha fazla rızayla ve neşeyle karşılarım.”
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır  Kader Nasıl Anlaşılmalıdır Empty Geri: Kader Nedir Ve Kadere İman Nasıl Olmalıdır Kader Nasıl Anlaşılmalıdır

    Mesaj tarafından Admin Paz Ara. 19, 2010 4:15 am

    Musibetlerin Kader Açısından Bazı Hikmetleri

    Hayatın çeşitli safhalarında insanların maruz kaldığı bela ve musibetlerin altında, insan idrakinin kavramaktan aciz kaldığı birçok hikmetler gizlidir. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerimin de şöyle buyurmaktadır:

    وَعَسَى أَن تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ
    وَعَسَى أَن تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ


    “Sizin için hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz” (Bakara : 216)

    Bela ve musibetlerin takdirinde kader hakiki sebeplere bakar ki, bu meseleyi daha önce izah etmiştik. Hakiki sebeplerin arkasında da rahmet, adalet ve inayet gizlidir. Bu makamda söz konusu hakiki sebeplerden beş tanesine kısaca işaret edeceğiz:
    1- Bazı musibetler, kulların geçmişteki hatalarının neticesidir. Bu musibetler tamamen insanların ihmallerinden, hata ve kusurlarından doğmaktadır. Gerekli tedbirleri almayan insanın hastalanması, tartıda hile yapan bir toplumun kuraklık ile cezalandırılması cezalandırılması gibi. Musibetlerin bu sebebi Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir:

    ظَهَرَ الْفَسَادُ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِى النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِى عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ *

    “İnsanların bizzat kendi işledikleri günahlar yüzünden karada ve denizde fesat meydana geldi. Allah işledikleri günahların bir kısmının cezasını dünya da onlara tattırır ki, belki tuttukları kötü yoldan dönerler” (Rum :41)

    وَمَا أَصَابَكُمْ مِّن مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ *

    “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah çoğunu da affeder” (Şura :30)
    2- Bir kısım musibetler, gelecek belaları def eder veya onların şiddetlerini kırar. Büyük musibetlerin önüne set olan bu gibi musibetler, gerçekte Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Musibetlerin bu sebebi de Kur’an da şöyle ifade edilmektedir:

    وَلَنُذِيقَنَّهُمْ مِنَ الْعَذَابِ اْلأَدْنَى دُونَ الْعَذَابِ اْلأَكْبَرِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ *

    “En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız; olur ki imana dönerler” (Secde: 21)

    3- Musibetler hayatı yeknesaklıktan kurtarmakla nimetlerin takdirine vesile olurlar. Zira “Her şey zıddıyla bilinir” kaidesiyle; sıcak olmasa soğuk, gece olmasa, gündüz, açlık olmasa tokluk bilinemezdi. Aynen bunlar gibi hayat devamlı rahat ve sefa ile geçseydi, o zaman, bu rahat ve sefa nimeti de bilinemezdi. Hasta olmayan, sağlık nimetini, fakir olmayan, zenginlik devletini, depremde evi yıkılarak evsiz kalmayan, evinin kıymetini hakkıyla takdir edemez. İşte musibetler bu açıdan da kişiye, elindeki nimetlerin kıymetini bildiren bir mihenk taşıdır. Yani musibetler; sıhhatin ve diğer nimetlerin önemini ve kıymetini insana fiilen ders veren mürşitlerdir.
    Aynı zamanda musibetler insanı manen ve madden kemâle ulaştırır. Hayat şartlarına karşı mukavemetini ve sabır kuvvetini geliştirir. Musibetlerin bu ciheti de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.
    4- Bu dünya bir imtihan yeridir. İmtihanın bir ciheti de; insanların İlahi takdire rıza ve teslimiyet derecelerinin ölçülmesidir. Bu ise ancak bela ve musibetlerle olabilir. Peygamber Efendimizin (S.a.v) şu hadisi bu manayı şöyle ifade etmektedir:
    “Allah-u Teala şöyle buyurmuştur:
    “Ben, bir Allah’ım ki, benden başka ibadete müstahak kimse yoktur. Muhammed (S.a.v) benim resulümdür. Bir kimse benim verdiğim hükümlere razı olur, belalarıma sabreder ve nimetlerime şükrederse, onu sıdıklar defterine yazarım. Kıyamet günü sıddıklarla haşrederim. Ve bir kimse, benim verdiğim hükümleri beğenmez, belalarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse benim kapımdan başka kapı arasın”
    5- Musibetler, günahkar bir müminin günahlarına kefaret olur, halis kullarının da makamlarını yükseltir.
    Peygamber Efendimiz (S.a.v) bu manaya şöyle işaret etmiştir:
    “Mümine gelen her musibetle, hatta ayağına bir dikenin batmasıyla da, Allah onun hatalarını döker”
    Bir diken batmasının dahi müminlerin günahlarından bir kısmını döktüğü dikkate alındığında, diğer hastalık ve musibetlerin ne kadar azim rahmet ve inayetlere vesile olacağı elbette daha iyi anlaşılır.
    Bizler bu makamda, “Musibetlerin ve hastalıkların insanlara niçin musallat oldukları” meselesinde bu kadar izah ile yetineceğiz. Eğer musibet ve hastalıklara, Allah’ın rahmetinin ve şefkatinin, niçin ve nasıl müsaade ettiğini ve bu konunun bütün detaylarını öğrenmek isterseniz Bediüzzaman Said-i Nursi hazretlerinin, Mektubat isimli eserinden, 24. mektuba müracaat edebilirsiniz.
    Son olarak şunu da ifade edelim ki: Her musibetin altında Erhamürrahimin olan Allah’ın inayetinin çok tatlı meyveleri bulunmaktadır. Bu sebeple bizler musibetlere karşı sabır ve şükürle mukabele etmek, acizliğimizi ve zayıflığımızı düşünerek dergah-ı ilahiyyeye iltica etmek ile mükellefiz.
    Musibetleri rıza ile karşılamak, Allah-u Tealanın rızasını kazanmanın en önemli bir vesilesidir. Bir kul o rızaya nail olma şerefine ererse, çektiği bütün meşakkatler ve uğradığı bütün musibetler hiç hükmünde kalır.

    Kalplerin Mühürlenmesi Açısından Kader

    Allah-u Teala, Bakara suresinin altı ve yedinci ayetinde, Efendimize hitaben şöyle buyurmaktadır:

    إِ نَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ *
    خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ *


    “Sen inkar edenleri korkutsan da, korkutmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Ve gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır”

    Bu ayet-i kerimeyi, sathi bir anlayışla ele alan bazı kimseler: “Allah bu kişilerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Bunlar nasıl iman ve ibadet etsinler, hakikatleri nasıl görsünler ve nasıl işitsinler?” demektedirler.
    Hâlbuki meseleyi, Allah’ın ezeliyeti ve “İlmin mâlûma tabi olması kaidesi” çerçevesinde ele alan bir insan için, böyle bir iddia çok yersizdir. Evvela, ayet-i kerimenin ifadesinde; “inkar etme” fiili; insanlara, mühürleme ve perde çekme fiilleri ise;
    Allah’a hamledilmiştir. Demek insan, inkarı kendi tercih etmekte ve bunda ısrar etmekte, bunun neticesi olarak ta Allah kalbini mühürlemektedir.
    İman etmezler manasını ifade eden لاَ يُؤْمِنُونَ dan sonra mühürlendi manasını ifade eden خَتَمَ tabirinin gelmesi mühürlenmenin sebebini açıkça göstermektedir yani onlar iman etmediler ve kalplerini mühürlenmesi ile cezalandırıldılar.
    Bilindiği gibi, ihtiyari fiillerde, Cenab-ı Hakk’ın külli iradesi, kulun cüz-i iradesine tabidir. Yani kul, neyin yaratılmasını isterse, Allah onu yaratır. Burada da inkâra insanlar sapmakta, inkârlarının bir neticesi olarak ta kalplerini ve kulaklarını Allah mühürlemektedir. Bu hakikati, şu misal ile anlayabiliriz:
    Belediye zabıtalarının, fırınları teftiş ettiğini ve fırınların sağlıklı üretim yapıp yapmadıklarını kontrol ettiklerini farz ediyoruz. Zabıtalar, birçok temiz ve kanunlara uygun üretim yapan fırını gezdikten sonra, son derece pis içinde böceklerin yuva yaptığı ve son derece sağlıksız koşullarda üretim yapan bir fırına girmiş olsunlar.
    Belediye memurlarının burada yapacağı iş, üretim yapmaya elverişli olmayan bu fırını kapatmak ve mühürlemektir. Acaba zabıtalar fırını mühürlediğinde, fırın sahibi diyebilir mi ki: “Fırını mı zabıtalar mühürledi, ekmek çıkaramama suçum onlara aittir.” Elbette diyemez. Evet, fırını zabıtalar mühürlemiştir, bu doğrudur, ancak fırının mühürlenmesine sebep olacak işleri kendisi işlemiştir. Fırınını temizlememiş ve sağlık şartlarını yerine getirmemiştir. Yani zabıtaların mühürleme fiili, fırıncının kötü ahlakına bağlıdır. Eğer fırıncı dükkânını temiz tutsaydı bu mühürleme olmayacaktı. Zaten zabıtalarında fırıncılara bir garezi yok, zira birçok fırın mühürlenmemiş bir şekilde işlerini yapmaktadır.
    Peki, bu mühür kalkar mı? Elbette kalkar, eğer Fırıncı hatasını anlayıp, fırınının mühürlenmesine sebep olan şeyleri yok ederse, mühür kırılır ve fırın tekrar çalışmaya başlar. Sözün özü: fırını her ne kadar zabıtalar mühürlemiş olsa da, suçlu ve sorumlu fırıncıdır.
    Aynen bunun gibi, Fırıncı hükmünde olan insan da, fırını olan kalbini, küfür, şirk, günah, isyan gibi kirlerden temizlemediği takdirde, Allah onun fırınını yani kalbini mühürleyecektir. Ve mühürlenmiş bir fırından ekmelerin çıkamayacağı gibi, mühürlenmiş bir kalpten de iman, muhabbet, marifet gibi olgular çıkamaz. Eğer, kul kendi hatasını anlayıp, af ve nedamet dileyip, kalp fırınını temizlemeğe çalışırsa, bu sefer mühürler kırılır ve artık o kalp, imanın, muhabbetin ve marifetin menbaı olur.
    Nitekim Allah-u Teala, Kehf suresinin 55. ayetinde şöyle buyurmuştur:

    وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ

    “Kendilerine hidayet geldikten sonra, onları imandan ve Rablerine karşı af dilemekten hiçbir şey menetmedi”

    Cenab-ı Hakk’ın, insanın nefsinde ve kâinatta sergilediği nihayetsiz lütuf ve ihsanları imanın nuru ile görülür. Başta küfür olmak üzere günahlar ve isyanlar bu seyre perde olurlar. İnsan günah ve isyana devam ettikçe Rabbi ile arasındaki perdeler kalınlaşır. Bir insan işlediği günahlara tövbe ederek mahcubiyetini, huzura çevirmediği takdirde, nefsinin hükmetmesiyle, kalbine, iman nuru yerine, gurur, riya, şehvet ve en nihayette küfür yerleşir. Bu hal ise onun kör olmasına ve netice olarak kalbinin mühürlenmesine yol açar.
    Yoksa Allah-u Teâlâ, iman ve salih amel üzere bulunan bir insanın kalbini mühürlemez. Demek, küfür yolunda yürüyen kimseler, kâinatta, Allah’ın varlığına, birliğine, rahmet ve keremine şehadet eden sayısız delilleri okumamakla ve nihayetsiz sedâları işitmemekle, kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesine ve gözlerine perde çekilmesine kendileri sebep olurlar.

      Forum Saati C.tesi Eyl. 21, 2024 11:33 am