DOKUZUNCU FASL
Allahü teâlâ meâlen buyurur ki, (Yâ Muhammed, başını
secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefaat et, kabûl olunur). Bunun üzerine,
Peygamber : (Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki,
zamanları gayet uzadı. Herbiri, günahlarıyle arasât meydanında rezil ve rüsvây
oldular) der.
Bir nidâ gelir: (Evet yâ Muhammed!) denilir. Cenâb-ı
Hak, Cennete emreder ki, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasât meydanına
getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu
hâlden kalbler ferahlanır. Ruhlar dirilir. [Lâkin kâfirler, mürtedler ve
müslümanlarla alay edenler, Kur'an-ı kerime hakâret edenler, gençleri aldatarak
îmanlarını çalanlar ve] amelleri habîs, kötü olanlar, Cennetin kokusunu
duymazlar.
Cennet, Arş-ı âlânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra,
cenâb-ı Hak, Cehennemi getirmeyi emreder. Cehenneme korku gelir, feryâd eder.
Kendisine gönderilen meleklere: (Allahü teâlâ, bana azâb ettirmek için bir
mahlûk yarattı da, onunla bana azâb mı edecek) der. Onlar da: (Allahü teâlânın
izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, islâm
düşmanlarından intikam almak için, bizi sana gönderdi. Sen ise, bunun için halk
olundun) derler. Cehennemi dört tarafından çekerek götürürler. Yetmişbin ip
takıp çekerler ki, her bir ipte yetmişbin halka vardır. Dünyadaki demirlerin
hepsi toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebânî denilen azâb
meleklerinden yetmişbin melek vardır ki, yalnız birine dünyadaki dağları
koparmak emrolunsa, parça parça ederdi. O vakit, Cehennemin bağırması ve
gürültüsü ve ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü
simsiyâh eder. Mahşer yerine bin senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden
kurtulur. Gürültüsü ve gümbürtüsü ve sıcaklığı tehammül olunmıyacak derecededir.
Mahşerdekilerin hepsi, bundan çok korkarlar. Bu nedir diye sorarlar. Haber
verilir ki, Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun
gürültüsüdür derler. Bunun üzerine, herkesin dizinin bağı çözülüp çöküverirler.
Hattâ Peygamberler ve Resûller dahî kendilerini tutamaz. Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ,
Hz. Îsâ, arş-ı âlâya sarılır. İbrâhîm kurban ettiği İsmâ'îlı unutur. Mûsâ
birâderi Hârûnı ve Îsâ vâlidesi Hz. Meryemi unuturlar. Her biri: (Yâ Rabbî!
Bugün nefsimden başka birşey istemem) der.
O zaman Muhammed ise: (Ümmetime selâmet ve necât ver yâ
Rabbî) der.
Orada buna tehammül edebilecek kimse bulunmaz. Zîrâ Allahü
teâlâ, bunu haber verip; Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Her
ümmeti, dizleri üzre cenâb-ı Hakkın korkusundan çökmüş olarak görürsün.
Herbiri, dünyada işledikleri amellerin kitabına dâvet olunurlar)
buyurmuştur. Cehennemin böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma
derecesinde ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın
Furkan sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Nâr ehl-i mahşeri uzak mahalden
gördüğü vakit, nâs ondan boğuk ve çirkin ve gayet büyük ses işitirler)
buyurmasıyle sâbittir.
Allahü teâlâ, Mülk sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, (Gayz
ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur) buyurur. Bunun
üzerine, Peygamberimiz ortaya çıkıp, Cehennemi durdurur. Buyurur ki, (Hakîr
ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler).
Cehennem dahî (Yâ Muhammed, bana müsâ'ade et! Zîrâ, sen bana haramsın) der.
Arştan nidâ gelerek: (Ey Cehennem, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle! Ve
ona itaat et) der. Sonra Resûlullah, Cehennemi çeker, Arş-ı âlânın sol
tarafında bir yere yerleştirir. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu
merhametli muamelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir miktâr azalır.
Enbiyâ sûresinde yüzyedinci âyet-i kerimenin (Seni âlemlere rahmet olarak
gönderdik) meâl-i şerifi zâhir olur.
Bu zamanda nasıl olduğu bilinmiyen mîzân kurulur. Mîzânın
iki kefesi, yâni gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetten yâni
karanlıktandır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ zamandan, mekândan, cismden
münezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr buyurması üzerine,
insanlar ona tâzîm ederek, secdeye varırlar. Fakat kâfirler, mürtedler, secde
edemezler. Zîrâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkün olmaz.
İşte bu da, Nûn sûresi, kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden
perde kaldırılıp sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeye çağrılırlar. Fakat
secde edemezler) meâl-i şerifidir.
İmâm-ı Buhârînin, [Muhammed Buhârî 256 [m. 870] de
Semerkandda vefât etti.] bunun tefsîrinde, Peygamberimize kadar senedini yâni
râvîlerini zikrederek bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Allahü teâlâ
kıyâmet gününde sâkından keşf eder. [Paçalar sıvanır. Yâni çok çetin ve
sıkıntılı bir hâl olur. Secde ediniz denir.] Bütün müminler secde ederler).
Ben, bu hadis-i şerifin tevilinden korktum. Meseldir diyerek söz söyliyenlerin
sözünü dahî beğenmedim. Mîzân yâni terâzî de, melekûta mahsûs olan bilinmiyen
şeylerdendir, dünya terâzîlerine benzemez. Zîrâ iyilikler ve kötülükler, madde
ve cism değildir. A'raz, yâni sıfattırlar. A'razları, özellikleri, bildiğimiz
terâzîler ile, maddeyi tartar gibi, vezn etmek sahih olmaz. Ancak, bilinmiyen
terâzî ile tartmak sahih olur.
Müminler secdede iken, Allahü teâlâ nidâ eder. Yakından ve
uzaktan işitilir. İmâm-ı Buhârînin rivayet ettiği gibi, cenâb-ı Hak [hadis-i
kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım. Bana hiçbir
zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum)
buyurur.
Bundan sonra, hayvânât arasında hükm eder. Boynuzlu
koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyle kuşlar
arasındaki hakları ödeştirir. Sonra da bunlara: (Toprak olunuz) der.
Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bu hâli görünce her biri, Nebe'
sûresi kırkıncı âyetinin meâlinde haber verildiği üzere (Ne olaydı, toprak
olaydım) derler.
Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup, (Levh-i
mahfûz nerededir?) buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette
işitilir. Allahü teâlâ, (Ey Levh! Tevrât ve İncîl ve Kur'an-ı azîm-üş-şândan
sende yazdığım şey nerededir?) der. Levh-i mahfûz der ki: (Yâ
Rabb-el'âlemîn! Bunu Cebrâîldan suâl buyur!).
Bu vakit, Cebrâîl getirilir ki, âdetâ kendisini titremek
alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Cebrâîl! Bu
Levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakleylemişsin, doğru
mudur?) Cebrâîl (Yâ Rabbî doğrudur) der. Allahü teâlâ, (Onu nasıl
yaptın?) buyurur. Cebrâîl, (Yâ Rabbî, Tevrâtı Mûsâa, İncîli Îsâa, Kur'an-ı
kerimi Muhammeda inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhuf sahibi
Peygambere de sayfalarını ulaştırdım) der.
Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nuh!), Nuh getirilir.
Titrediği hâlde, huzur-i ilâhîye gelir. Ona hitâben: (Yâ Nuh! Cebrâîl der
ki, sen Resûllerdensin). (Evet yâ Rabbî! Doğrudur) der. Yine buyurur ki, (Kavminle
ne iş gördün?). Nuh, (Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmana dâvet ettim.
Benim dâvetim onlara bir fayda vermedi. Benden kaçtılar). O zaman, yine nidâ
olunarak, (Yâ Nuh kavmi!) denir. Onlar bir fırka olarak getirilir.
Denilir ki, (İşbu kardeşiniz Nuh der ki, size benim risâletimi teblîg
etmiş). Onlar: (Ey bizim Rabbimiz, yalan söylüyor. Bize birşey teblîg
etmedi) derler. Risâleti inkâr ederler.
Allahü teâlâ, (Yâ Nuh! Senin şâhidin var mıdır)
buyurur. Nuh, (Yâ Rabbî! Benim şâhidim, Muhammed ile ümmetidir) der.
Allahü teâlâ, (Yâ Muhammed!). Bu Nuh risâleti
teblîg ettiğine seni şâhit kılar) buyurur. Peygamberimiz, Nuhın risâleti
teblîg ettiğine şâhit olup, Hûd sûresinin yirmi beşinci âyet-i kerimesini okur.
Bu âyet-i kerimede meâlen, (Biz Nuhu insanlara Peygamber olarak gönderdik.
Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet
etmeyiniz dedi) buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, Nuhın kavmine: (Sizin üzerinize
azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıktır) buyurur.
Böylece, hepsi Cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, ne de
hesap olunurlar.
Bundan sonra (Âd kavmi nerededir?) diye nidâ olunur.
Nûhın kavmine yapıldığı gibi, Hûd ile, kavmi olan Âd kavmi arasında muamele
cereyân eder. Peygamberimiz ile ümmetinin hayrlıları şehâdet ederler.
Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerimesini okur. Bu kavm de
Cehenneme atılır.
Bundan sonra (Yâ Sâlih veya Semûd) diye nidâ olunur. Sâlih
ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine, Hz. Peygamberden şehâdet taleb olunur.
Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerimesini okur. Onlar da,
evvelkiler gibi Cehenneme atılır.
Kur'an-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri
arkası sıra, Allahü teâlânın huzuruna gelirler. Furkan sûresinin otuzsekizinci
ve İbrâhîm sûresinin sekizinci âyet-i kerimeleri bunu haber vermektedir. Bunda
tenbîh vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavmlerdir. (Bârîh, Mârih, Duhâ, Esrâ)
kavmleri ve bunlar gibi kâfirlerdir. Bunlardan sonra, nidâ, Eshâb-ı res ve
tübba' ve İbrâhîmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân kurulmaz. Ve
hesap sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın
kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünkü, bir kimse, nazar ve kelâm-ı ilâhîye
mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.
Bundan sonra, Mûsâa nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar
nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben: (Yâ Mûsâ!
Cebrâîl sana risâletini ve Tevrâtı kavmine teblîg ettiğine şehâdet ediyor)
buyurur. Mûsâ (Evet yâ Rabbî) der. (Öyle ise, minberine çık! Sana vahy
olunan şeyleri oku!) buyurulur. Mûsâ, minbere çıkar, okur. Herkes kendi
mevkı'inde sükût ederler. Tevrâtı daha yeni nâzil olmuş gibi okur. Yahudi
âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrâtı hiç görmemişler, bilmemişler gibi
olurlar.
Sonra da, Dâvüde nidâ olunur. Bu da, sanki şiddetli rüzgârda
yaprak titrer gibi, son derece titreyerek gelir.
Allahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibrîl Zebûru ümmetine teblîg
ettiğine şehâdet ediyor) deyince, Dâvüd, (Evet yâ Rabbî!) der. Cenâb-ı Hak,
(Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle) buyurur. Dâvüd
minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-u şerifi okur. Hadis-i şerifte bildirildi ki,
Dâvüd Cennet ehlinin münâdîsidir. [Dâvüdın sesi çok güzel ve gür idi.] Nidâ
edince sesini tâbût-i sekînenin imamı işitir ve cemaatin içine girerek safları
yararak, Dâvüdın yanına gelir. Ona sarılır. Der ki: (Sana Zebûr vaaz vermedi mi
ki, benim için yanlış niyet ettin?). Hz. Dâvüd, çok utanır, sıkılır. Cevap
veremez. Arasât ızdırâba gelir. İnsanlar Dâvüddan gördüğü hâllerden dolayı çok
üzüntülü olurlar. Bundan sonra Dâvüda sarılıp, huzur-i Mevlâya çıkarır.
Üzerlerine perde iner. Tâbütün imamı der ki: (Yâ Rabbî! Dâvüdın hürmetine bana
rahmet eyle ki, bu beni harbe gönderdi. Hattâ öldürüldüm. Nikâh etmek istediğim
hâtunu kendine almak istedi. Hâlbuki o zaman bundan başka, doksandokuz hâtunu
vardı). Allahü teâlâ, Dâvüda sorar, (Yâ Dâvüd! Bunun sözü doğru mudur?)
buyurur. Dâvüd utancından ve Allahü teâlânın azâbı korkusundan, mağfiret vaadini
ricâ ederek, başını aşağı eğer. Zîrâ, insan birşeyden korkar ve mahcûb olursa,
başını önüne eğer. Birşey umar ve ricâ ederse, başını yukarı kaldırır. Bu
vakit, Allahü teâlâ tâbütün imamı olan zata buyurur ki: (Ben, buna mukâbil,
sana köşk ve vildândan şu kadar, bu kadar şey verdim. Râzı mısın?) O zat
da: (Râzıyım yâ Rabbî) der. Bundan sonra, Dâvüda: (Sen de yâ Dâvüd, git seni
de mağfiret ettim) buyurur. [Bu kıssa, Mevâhib tefsîrinde, Sâd sûresi
yirmiüçüncü âyetinde daha geniş yazılıdır. Peygamberler en küçük bir günah
işlemez ve günahı işlemek, hâtırlarına bile gelmez. Bu tefsîrden okuyunca,
hakîkat iyi anlaşılır.]
Bundan sonra Dâvüda: (Minberine dön, Zebûrun devamını
oku) buyurur. O da, Allahü teâlânın emrini yerine getirir. Bu zamanda, Benî
İsrâîle iki kısm olmaları emrolunur. Bir kısmı, müminler ile, bir kısmı da,
kâfirler ile berâber olur.
Bundan sonra, bir ses işitilir ki: (Îsâ nerededir?)
der. Îsâ getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben Mâide sûresinin yüzondokuzuncu
âyet-i kerimesinin meâl-i şerifi olan, (Yâ Îsâ! Sen insânlara Allahdan başka
beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?) buyurur.
Îsâ Allahü teâlâya hamd eder ve çok senâlar eder. Sonra
meâl-i şerifi, (Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ve taktîs ederim
ki, hakkım olmıyan şeyi benim için söylemek olmadı. Eğer ben onu söyledimse,
hakîkaten Sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben
Senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin) olan Mâide
sûresinin yüzonaltıncı âyet-i kerimesi ile cevap verir.
Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfâtını gösterir ve meâl-i
şerifi, (Bu zaman, sâdıklara sıdkının menfaat vereceği zamandır) olan
Mâide sûresi yüzondokuzuncu âyet-i kerimesini buyurur ve (Yâ Îsâ! Sen doğru
söyledin. Minberine git! Sana Cebrâîlin teblîg ettiği İncîli tilâvet eyle)
der. Îsâ, (Evet Yâ Rabbî) der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin te'sîrinden
herkesin başı yukarı kalkar. Zîrâ, Îsâ rivayet cihetinden insanların en ziyâde
hakîmidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar,
ruhbânlar, kendilerini, İncîlden hiçbir âyet bilmiyorlarmış zannederler.
Bundan sonra, nasârâ da, iki kısm olurlar. Bozuk olanları,
yâni hıristiyanlar kâfirlerle, bozulmamış olan müminleri, müminlerle haşr
olunur.
Bundan sonra, bir nidâ işitilir ki, (Muhammed nerededir?)
Peygamberimiz gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Muhammed! Cibrîl, sana
Kur'an-ı kerimi teblîg ettim diyor). O da: (Evet yâ Rabbî) der. Cenâb-ı
Hak: (Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur'an-ı kerimi kırâet et) buyurur.
Peygamberimiz Kur'an-ı kerimi tilâvet edip, gayet güzel ve tatlı bir şekilde
okur. Müminleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur'an-ı kerime
inanmıyanların, bu mübârek kitaba (Hâşâ) çöl kanûnu diyenlerin ise,
yüzleri gayet çirkin olur.
Buraya kadar beyan olunan Peygamberlere olunacak suâli,
A'râf sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen kavme elbette suâl
ederiz. Peygamberlere de suâl ederiz) meâlindeki beşinci âyet-i kerimesi
haber vermektedir.
Bazıları, Mâide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ,
büyük Peygamberleri cem' eylediği vakit, kavminizden nasıl icâbet ve kabûl
olundunuz?) meâlindeki âyet-i kerime ile haber verilmiştir dediler. O zaman
Peygamberler: (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ederiz ki, bizim için hiç ilim yoktur. Sen
gaybleri en iyi bilensin) derler. Evvelki âyet-i kerimenin haber verdiğini
söyliyen âlimlerin sözü daha doğrudur. (İhyâ-ül-ulûm) adındaki
kitabımızda da bunu bildirdik. Zîrâ Peygamberlerin dereceleri vardır. Îsâ ise,
onların büyüklerindendir. Zîrâ O (Ruhullah)dır. (Kelimetullah)dır.
Peygamberimiz Kur'an-ı kerimi tilâvet buyurduğu zaman, ümmeti zanneder ki, hiç
işitmemişlerdir. Bu bahste, Hz. Esma'îye dediler ki: (Sen Kur'an-ı kerimi en
ziyâde ezberlemiş olansın. Sen de, böyle mi olursun?) Cevabında, (Evet, Hz.
Peygamberden işittiğim vakit, hiç işitmemiş gibi olurum) buyurdu. [Ebû Sa'îd-i
Esma'î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m. 831] de Mervde vefât etti. Asl adı
Abdülmeliktir.]
Kitapların kırâ'eti tamam olduktan sonra bir nidâ gelir ki: Ey
mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni
Arasât meydanı harekete gelir. O zaman, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine
girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra,
nidâ gelir ki: (Yâ Âdem! Evladından Cehenneme lâyık olanı gönder!) Âdem
ise, (Yâ Rabbî! ne kadar?) diye suâl eder. Cenâb-ı Hak, buyurur ki: (Binde
dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri Cennete). Kâfirlerden ve Ehl-i
sünnetten ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü
teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mümin geride kalırlar. Ebû Bekr-i Sıddîkın (Rabbimizin
avuçlarından bir avuç kalır) buyurduğunun mânası budur.
Bundan sonra İblîs şeytanlarıyle birlikte getirilir.
Bunların mîzânının da seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelmiştir. Her
kime ki, din ulaşmıştır, onun sevapları ile günahları muhakkak tartılacaktır.
Şeytanlar, günahları ağır gelip, azâb göreceklerini yakînen bildikleri vakit:
(Bize Âdem zulmetti. Zebânî denilen melekler saçlarımızdan tutarak bizi
Cehenneme sürükledi) derler.
Bunun üzerine, cenâb-ı Hak tarafından bir nidâ gelir ki,
Mümin sûresinin onyedinci âyet-i kerimesinin, (Bu zamanda zulüm yoktur.
Allahü teâlâ hesapta sür'atlidir) meâlindedir. Herkes için büyük bir kitap
çıkarılır ki, şark ve garp arasını tutar. Onda mahlûkların bütün amelleri
yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir. Allahü teâlâ, hiçbir kimseye
zulmetmez. Mahlûkların her gün yaptıkları amelleri bu kitap ile Allahü teâlâya
arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese sûresinin onaltıncı âyet-i
kerimesinde bildirilen (Kiramün berere) meleklerine yâni kerim ve itaatkâr
meleklere, o amelleri yazmağı emreder. Bu kitap işte odur. Câsiye sûresinin
yirmisekizinci âyet-i kerimesinin (Biz yaptığınız amellerin hepsini
yazdırdık) meâl-i şerifi bunu haber vermektedir.
Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes,
ayrı ayrı hesaba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yaptıklarının
hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder) buyuruldu.
Doğru haberde bize bildirildi ki, bir kimse Allahü teâlânın
huzurunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona (Ey fena kul! Sen mücrim ve âsî oldun)
der. O kul: (Yâ Rabbî! Ben işlemedim) der. (Senin aleyhine delîller ve
şâhitler vardır) denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse:
(Onlar benim üzerime yalan söylediler) der. Bu hâl, meâl-i şerifi (O gün
herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder) olan, Nahl
sûresinin yüzondördüncü âyetinde bildirilmektedir. Sonra ağzına mühür vurulur.
Bu da Yasîn-i şerifin altmış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben
azîmüş-şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb ettiler ise,
bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder) meâl-i şerifi ile
bildirilmiştir. Öyle ise, âsîlerin âzası şehâdet edip Cehenneme götürülmeleri
emrolunur. Mücrimler [din düşmanları, haram işliyenler, namaza önem
vermiyenler] âzalarına levm etmeye, bağırmaya başlar. Âzası da, der ki, (Bu
şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletti. Herşeyi
söyleten Odur). Bunlar Fussilet sûresinin yirmibirinci âyet-i kerimesinde
bildirilmektedir.
Hesaptan sonra, bütün insanlar Sırât köprüsüne
gönderilecektir.
Sırât köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem
hazenesine, yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlamaya ve inlemeye
başlarlar. Hele müminin ve müvahhidînin âsîleri Cehenneme konulurken, gayet
dehşetli ağlarlar. Melekler bunları yakalayıp atarken, (İşte bu, vaat
olunduğunuz kıyâmet günüdür) derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin yüzüçüncü
âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.
Büyük feryâd – Cehennem ehlinin çok feryâd edip
ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü vaktte, ikincisi, Cehennem
meleklerden kurtulup, mahşer ehli üzerine sıçradığı vaktte, üçüncüsü, Âdemi
Allahü teâlâya şefaatci göndermek için çıktıkları vaktte, dördüncüsü,
Cehennemdeki azâb meleklerine teslim olundukları zamandır.
Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasât meydanında
yalnız, Müminler, Müslimler, hayr ve ihsân edenler, Ârifler, Sıddîklar,
Velîler, Şehitler, Sâlihler ve Resûller kalır. Îmanlarında şüpheleri olanlar,
münâfıklar, zındıklar, bid'at sahipleri [yâni Ehl-i sünnet îtikatında olmıyan
müminler], zaten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ (Ey insanlar!
Rabbiniz kimdir?) buyurur. Onlar (Allahdır) derler. Allahü teâlâ: (Siz
Onu bilir misiniz?) buyurur. (Evet biliriz yâ Rabbî) derler. O zaman,
onlara Arş-ı âlânın sol tarafından bir melek görünür. O melek, o kadar
azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası
gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihan
cihetinden (Ene Rabbüküm) yâni, ben sizin Rabbinizim der. Ehl-i mahşer: (Senden
Allahü teâlâya sığınırız) derler.
Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu
ile basmış olsa, ondört deniz, görünmez olurdu. Ehl-i mahşere (Ene Rabbüküm)
der. Yâni, sizin Rabbinizim der. Ona dahî (Senden Allahü teâlâya sığınırız)
derler.
Bundan sonra, Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet
yumuşak ve hoş muamele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı
Hak, onlara (Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku
yoktur) buyurur.
Allahü teâlâ bütün müminleri Sırât üzerinden geçirir.
Müminler derecelerine göre Cennete götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler.
Önce Resûller, sonra Nebîler, Sonra Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra
hayr ve ihsân edenler, sonra Şehitler, sonra diğer müminler götürülür.
Müslümanlardan günahları affedilmiyenler yüz üstü düşmüş, bazıları da A'râfta
mahbus kalırlar. Îmanı zayıf olanlardan bazısı Sırâtı yüz senede, bazısı da bin
senede geçerler. Bununla berâber, Cehennemde yanmazlar.
Bir kimse ki, Rabbini görür, o kimse Cehenneme sokulmaz.
Müslim ve muhsin olanların makamlarını (İstidrâc) nâmındaki kitabımızda
anlattık. Onlar yüzü gülenlerdir. Çoğu Sırâtı şimşek gibi geçer. Çoğu da, açlık
ve susuzlukla giderler ki, ciğerleri parça parça olmuş, solukları âdetâ duman
gibi çıkar. Bunlar, kâseleri gökteki yıldızlar adedince ve suyu, kevser
ırmağından ve büyüklüğü Kudüsten Yemene kadar ve Adenden Medîne-i münevvereye
kadar olan Kevser havzından içerler. İşte bu, Peygamberimizin (Benim
minberim, havzım üzerindedir). Yâni, minberim, Kevser havzının iki
kenârından biri üzerindedir buyurmasiyle sâbittir. Kevser havzından uzak
olanlar, kabahatlerinin derecesine göre, Sırâtta habs olunurlar.
Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almaz ve tamam
etmez. Ve nice namaz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, namazını
başkalarına anlatır. Hudû' ve huşû' ile kılmazlar. Eğer kendini karınca ısırmış
olsa, namazı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın
azamet ve celâletini ârif olanların ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç
direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın
huzurunda duran kimse, Onun “celle celâlühü” heybet ve azametini bildiği,
tefekkür ettiği kadar huşû' eder, korkar. Öyle olur ki, pâdişâhlardan birinin
huzurunda kişiyi akreb sokar, o da sabr eder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket
etmez. İşte bu, adamların mahlûkla berâber olduğu vaktteki hâlidir. Mahlûk ise,
o derece menfaat ve zararını ayıramaz.
O, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın huzurunda duranın hâli
nasıl olur ki, heybet ve saltanat ve azamet ve ceberût ve kahr-ü galebe-i
ilâhiyyeyi bilen bir kimsenin Allahü teâlânın huzurunda durması, elbette ziyâde
huzuru ve huşû'u Îcap ettirir.
İbâdetleri yaptığı hâlde, zulmeden ve tevbe etti ise de,
mazlumu bulamıyan, bununla dünyada helâlleşmiyen bir kimse hakkında hikâye
olundu ki, Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Dünyada helâlleşemediği kul
hakları varsa, meydana çıkarılır. Mazlum onun boynuna sarılır. Allahü teâlâ
mazluma (Ey mazlum! Yukarıya bak) buyurur. O mazlum baktığı vakit görür
ki, bir köşk var. Gayet büyüktür. Zîneti ve büyüklüğü akıllara hayret verir. O
mazlum: (Yâ Rabbî! Bu nedir?) der. Allahü teâlâ: (Bu satılıktır. Benden
satın alır mısın?) buyurur. O mazlum ise: (Yâ Rabbî! Bunun kıymetini
ödeyecek benim birşeyim yoktur) der. Allahü teâlâ buyurur ki: (Kardeşini
zulümden affedip halâs edersen, köşk senindir). O kul da: (Yâ Rabbî! Emr-i
ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçtim) der.
Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle muamele
eder. Nitekim İsrâ sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Ben azîm-üş-şân,
tevbe eden kimseleri mağfiret ederim) buyurur. Tevbe eden, zulümden,
günahtan ayrılıp da, ebediyyen bir daha o günahı işlemiyendir. Dâvüd (Evvâb)
ile tesmiye olunur. [Hâlbuki, Dâvüd hiç günah işlemedi. Ondan (Hilâf-i evla)
sâdır oldu.] Resûllerden Hz. Dâvüdun gayrileri de böyledir.