Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 9:46 am

    BİRİNCİ FASL

    Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, belini
    kudretiyle mesh buyurduğu zaman, ondan iki avuç aldı. Birisini sağ tarafından,
    diğerini ise sol tarafından aldı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı.
    Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler gibi olduğunu gördü.
    El-Vâkı'a sûresindeki bir âyet-i kerimede meâlen, (İşte bu sağdakiler Cennet
    ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden
    bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler Cehennem ehlinin amelini
    yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da bir fayda ve bir
    zarar yoktur)
    buyuruldu.

    Âdem Allahü teâlâya, (Yâ Rabbî! Cehennem ehlinin ameli
    nedir?)
    diye sordu. Allahü teâlâ da, (Bana şirk koşmak ve gönderdiğim
    Peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitaplarımda
    (Peygamberlere verilen
    kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir) buyurdu.


    Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâya duâ ederek,
    (Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhit kıl. Umulur ki, Cehennem ehli ameli
    işlemezler) dedi. Allahü teâlâ da, nefslerini şâhit yapıp (Ben sizin
    Rabbiniz değil miyim?)
    buyurdu. Hepsi, (Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik)
    dediler. Allahü teâlâ, melekleri ve Âdemi de şâhit tuttu ki, onlar Allahü
    teâlânın rubûbiyyetini ikrâr ettiler. Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski
    mekânlarına gönderdi. Çünkü bunların hayatları yalnız ruhanî bir hayat idi.
    Cismânî bir hayat değildi. Allahü teâlâ bunları Âdem aleyhisselâmın sulbüne
    yerleştirdi. Ruhlarını kabz edip, arşın hazînelerinden birinde muhâfaza kıldı.

    Bir babanın nutfesi ananın rahminde karar edip, çocuğun cismânî sûreti tamam olduğu
    zaman, henüz ölüdür. Melekûtî bir cevheri olduğundan, cesedin fenalaşması men
    edildi. Allahü teâlâ rahmde ölü olan bu çocuğa ruh vermeyi murâd buyurduğunda,
    arşın hazînelerinde bir müddet gizleyip muhâfaza buyurduğu ruhu, o cesede iâde
    eder. Çocuk o zaman hareket etmeye başlar. Çok çocuk vardır ki, anne karnında
    hareket eder. Vâlidesi bâzan işitir. Bâzan işitmez. Allahü teâlânın ruhlara, (Ben
    sizin rabbiniz değil miyim)
    diye sorduğu mîsâktan (sözleşmeden) sonraki
    ölüm yâni, ruhunu arşın hazînelerine göndermesi birinci ölüm ve şimdiki ana
    karnındaki hayat, ikinci hayattır.


    En son Admin tarafından Ptsi Tem. 19, 2010 10:17 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Geri: Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 9:48 am

    İKİNCİ FASL

    Bundan sonra, Allahü teâlâ, insanı hayatı boyunca, dünyada
    durdurur. Belli olan eceli gelinceye kadar ve rızkı tükeninceye kadar ve ezelde
    takdîr edilmiş olan amelleri bitinceye kadar, dünyada durur. Dünyadaki ölümü
    yaklaştığı vakit, dört melek gelir. Bunların biri, ruhunu sağ ayağından ve biri
    sol ayağından ve biri sağ elinden ve biri sol elinden çekerler. Çok defa, ruhu
    gargara hâline gelmezden evvel (Âlem-i melekûtî)yi görmeye başlar.
    Melekleri, yaptıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları hâl üzere
    görür. Eğer dili söyler ise, onların vücûdünü haber verir. Çok defa da, gördüğü
    şeyleri, şeytanın bir işi zanneder. Lisanı tutuluncaya kadar hareketsiz kalır.
    Bu hâlde, yine melâike ruhunu parmak uçlarından çekerler. Soluğu ise, sanki saka
    kırbasından su boşalır gibi, gırıl gırıl öter. Fâcirin ruhu da yaş keçeye
    takılmış olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların en üstünü olan
    Peygamberimiz haber verdi. Bu hâlde ölü karnını diken ile dolu zanneder. Ruhunu
    da, sanki bir iğne deliğinden çıkıyor ve gök yere bitişiyor ve kendisi arasında
    kalıyor zanneder.


    Hz. Kâ'bdan, ölüm nasıl oluyor diye suâl olundu. Buyurdu ki:
    (Bir diken dalını bir kişinin içerisine koymuşlar. Ve kuvvetli bir kimse onu
    çekiyor. Kestiğini kesiyor. Kalan kalıyor gibi buldum).


    Peygamberlerin efendisi buyurdu ki, (Elbette ölüm
    acılarından birinin şiddeti, üçyüz kere kılınç vurmaktan daha şiddetlidir).



    İşte bu zamanda insanın cesedi terler. Gözleri sür'at ile
    iki tarafa gider. Burnunun iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar, soluğu
    kabarır, benzi sararır. Âişe-i sıddîka vâlidemiz, Resûlullah kucağında iken, bu
    hâli görünce, gözünden yaş dökerek şu meâlde şiir söyledi:


    (Nefsimi sana feda ederim yâ Resûlallah ki, seni fena
    hareketlerden birşey kederlendirmedi, incitmedi. Bu zamana kadar seni cin de
    çarpmadı. Birşeyden dahî korkmadın. Şimdi ne oldu ki, güzel yüzün inci gibi
    terle örtülmüş görüyorum. Her ölünün rengi solduğu hâlde, senin mübârek yüzünün
    nûrları hakîkaten her tarafı aydınlatıyor.)


    Ruhu kalbe gelince dili tutulur. Hiç kimse ruhu göğsüne
    gelmiş iken konuşamaz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, iş gayet büyük
    olduğundan, göğüs nefeslerle sıkışıp, daralmıştır.


    Görmezmisiniz, insanın göğsüne vurulsa bayılır. Ancak az
    sonra söze kâdir olur. Çok kere de söyliyemez. İnsanın neresine vurulsa
    seslenir. Göğsüne vurulsa, hemen sessiz ölü gibi düşer.


    İkinci sebebi de, ses akciğerlerinden dışarı çıkan havanın
    hareketinden hâsıl oluyor idi. Bu soluk ise kalmadı. Nefes alıp veremediği
    için, bedenin harâreti kalmaz, soğur. Bu zamanda mevtâların hâlleri muhtelif
    olur.


    Bazıları vardır ki, melek zehir ile su verilmiş kızgın demir
    ile vurur. Hemen ruh kaçar, hârice çıkar. Melek onu eline alır, civa gibi
    titremeye başlar. Bal arısı kadar insan şeklinde olur. Sonra melek onu zebânîye
    (azâb yapıcı meleğe) teslim eder.


    Bazı mevtâ vardır ki, ruhu azar azar çekilir. Tâ ki,
    boğazında tutulur. Boğazında da kalmaz. Ancak kalbe bağlı olarak kalır. Bu
    zamanda, melek zehirli kızgın demir ile vurur. Zîrâ, o demirle vurmayınca, ruh
    kalbden ayrılmaz. Bu demirle vurmanın sebebi, demir ölüm denizine
    daldırılmıştır. Kalb üzerine konulunca, diğer yerlerine de sirâyet eden zehir
    gibi olur. Zîrâ, hayatın sırrı ancak kalbdedir. Onun sırrı ancak dünya
    hayatında te'sîr eder. Bunun için, bazı kelâm âlimleri (hayat ruhun gayrıdır)
    ve (hayatın mânası, ruhun beden ile karışmasıdır) dediler.


    Ruh çekilip, son bağı kopacağı zaman, kendisine birçok
    fitneler ârız olur. Bu, ol fitnelerdir ki, iblis a'vânını (yardımcılarını)
    hâssaten o kimseye musallat eder. O hâlde iken o insana gelirler ve onun anası
    ve babası ve kardeşi ve kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar
    sûretinde görünürler ve ona derler ki:


    (Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen
    yahudi dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde, makbûl olan hak dindir). Eğer
    bunların sözlerine aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler. Başkaları gelip,
    derler ki, (Sen nasrânî (hıristiyan) olarak öl! Zîrâ o din Mesîhin, yâni Îsâ
    aleyhisselâmın dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın dînini, nesh etmiştir.) Böylece,
    her milletin dinlerini ona söylerler. O zamanda, Cenâb-ı Hakkın şaşırmasını
    dilediği kimse şaşırır. İşte bu; (Ey bizim Rabbimiz! Dünyada iken bize îman
    verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma)
    meâlindeki Âl-i İmrân
    sûresinin sekizinci âyet-i kerimesinin haber verdiği hâldir.


    Cenâb-ı Hak bir kuluna hidâyet ve îmanda sebâtını dilerse, o
    kimseye rahmet-i ilâhiyye gelir. Bazıları, bu rahmetten maksat Cebrâîl
    aleyhisselâmdır, dediler.


    Rahmet-i ilâhiyye, şeytanı uzaklaştırıp, hastanın yüzünden o
    yorgunluğu giderir. O zaman insan ferahlar, güler. Çok kimselerin bu hâlde
    güldüğü görülür ki, Allahü teâlâ tarafından rahmet gelmesi ile onu müjdeleyip,
    (Beni bilir misin, ben Cebrâîlim. Bunlar ise, senin düşmanların olan
    şeytanlardır. Sen Millet-i Hanîfiyye ve şeriat-i Muhammediyye üzre vefât et!)
    der. İnsana işte bu melekten daha çok sevgili ve ferahlandırıcı bir şey yoktur.
    (Yâ Rabbî, bize rahmetini ihsân eyle. İhsân sahibi ancak sensin) meâl-i
    şerifindeki, Âl-i İmrân sûresi sekizinci âyet-i kerimesi, bu hâli haber
    vermektedir.


    Bazı kimseler vardır ki, ayakta namaz kılarken vefât eder.
    Bazısı uykuda iken, bazısı, bir şeyle meşgûl iken, bazısı da, çalgı ve oyunlara
    dalmış iken, kimisi de, sarhoş iken, ansızın vefât eder. Bazı kimselere, ruhu
    çıkarken kendinden evvel geçen tanıdıkları gösterilir. Bunun için, etrâfında
    olan kimselere bakar. Bu zamanda, o kimse için horuldamak olur ki, insandan
    başka herşey onu işitir. İnsan işitmiş olsa, elbette helâk olur, korkudan
    ölürdü.


    Ölünün his duygularından en son gayb edeceği şey
    işitmesidir. Zîrâ ruh kalbden ayrıldığı vakit yalnız görmesi bozulur. Fakat
    işitmek, ruh kabz oluncaya kadar gayb olmaz. Bunun için Fahr-i âlem efendimiz, (Ölüm
    hastalığında olanlara şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün
    Resûlullah”dır. Bu kelimeyi telkin ediniz!)
    buyurmuştur. Ölüm hâlinde
    olanın yanında çok söz söylemekten de nehy buyurmuştur. Çünkü o zaman, insan
    şiddetli sıkıntı içindedir.


    Eğer ölünün ağzından tükrüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü
    kararmış, gözü dönmüş ise, bilmiş ol ki, o şakîdir. Âhıretteki şekâvetini
    görmüştür.


    Eğer görür isen ki, ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü
    gülümsiyor, gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhırette kavuşacağı
    sürûr ile tebşir (müjde) olunmuştur.


    Melekler, bu ruhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O
    sa'îd olan kimsenin ruhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Aklından ve
    ilminden hiçbirşey gayb etmemiştir. Dünyada ne yapmış ise, hepsini bilir. O
    melekler, bu ruhla berâber semaya doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi bazı
    ölü bilir, bazı ölü ise bilmez. Böylece, önceki geçmiş Peygamberlerin
    ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler gibi
    görerek geçerler ve birinci kat sema olan dünya semasına varırlar.


    Bu meleklerin başında olan Cebrâîl, dünya semasına çıkar.
    Kimsin diye sorulur. Ben Cebrâîlim, yanımdaki de filandır, diyerek o kimsenin
    güzel ve sevdiği ismleri ile haber verir. Dünya semasının bekçileri olan
    melekler, (Bu ne iyi bir kimsedir ki, îtikadı, inancı güzel idi. Ve hiç şüphesi
    yoktu) derler.


    Bundan sonra ikinci kat semaya çıkarlar. Kimsin denir.
    Cebrâîl birinci kat semadaki meleklere söylediği sözünü tekrar eder. İkinci kat
    semadaki melekler, o sâlih ruha, (Hoş safâ geldi. Dünyada iken namazlarını
    bütün farzlarına riâyet ederek edâ ederdi) derler.


    Sonra geçer, üçüncü kat semaya ulaşırlar. Kimsin denir.
    Cebrâîl daha önce söylediklerini tekrar eder. Bunun üzerine (Malının hakkını
    muhâfaza edip zekâtını, tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emrolunan kimselere
    seve seve verip, hiç esirgemeyen bu zat hoş ve safâ geldi) denir. Oradan da
    geçerler.


    Dördüncü kat semaya varırlar. Kimsin denir. Daha önce
    söylediği gibi cevap verir. (Dünyada, Ramazan orucunu tutup da, orucu bozan
    şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekten ve haram yemekten kendini muhâfaza
    eden kimse, hoş ve safâ geldi) denir.


    Sonra geçerler. Beşinci kat semaya varırlar. Kimsin denir.
    Daha önce söylediği gibi cevap verir. (Farz olduğu zaman haccını riyâsız ve
    Allahü teâlâ için edâ eden kimse hoş ve safâ geldi) denir.


    Sonra geçerler. Altıncı kat semaya varırlar. Kimsin denir.
    Evvelce vermiş olduğu cevabı verir. (Seher vakitlerinde çok istiğfâr eden,
    gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden zat, hoş, safâ geldi) denir.


    Oradan da geçerek (Surâdikât-i celâl) denilen, celâl
    perdelerinin bulunduğu bir makama varırlar. Kimsin diye sorulunca, öncekiler
    gibi cevap verir. Yine (Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip, [çoluk çocuğuna
    ve sözü geçenlere] emr-i mâruf yapan, Allahü teâlânın dînini, Onun kullarına
    öğreten, miskinlere [ve darda kalanlara] yardım eden, sâlih kula ve güzel ruha
    merhabâlar olsun) denir. Sonra meleklerden bir cemaate uğrarlar ki, hepsi onu
    Cennet ile müjdeleyip, onunla müsâfeha ederler.


    Sonra (sidret-ül-müntehâya) kadar giderler. Yine
    kimdir diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. (Hoş safâ geldi. Her
    iyiliğini Allahü teâlânın rızası için yapan zata merhabâ) denir.


    Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su
    ve kar tabakalarından geçer. Sonra soğuk denizine uğrar ve geçerler. Her
    tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik yoldur.


    Sonra Arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan perdeler açılır
    ki, seksen bin perdedir. Her perdede seksen bin şerefe vardır. Her şerefede bin
    kamer yâni ay vardır ki, Allahü teâlâyı tehlîl ve tesbîh ederler. Onlardan bir
    kamer dünyada görünse, nûru âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak
    ona ibâdet ederdi. Bu zamanda, perde arkasından bir münâdî nidâ eder ki, bu
    getirdiğiniz ruh kimdir? Cebrâîl filan oğlu filandır, der.


    Allahü teâlâ, (Bunu yakınlaştırın. Ve sen ne güzel kulumsun
    buyurur.) Allahü teâlânın huzur-i maneviye-i ilâhiyyesinde durduğu vakit, bazı
    levm-ü itâb (azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul, zanneder ki,
    hakîkaten helâk oldu. Sonra, Cenâb-ı Hak onu affeder.


    Nitekim Kâdı Yahyâ bin Eksem hazretlerinden rivayet olundu.
    Vefâtından sonra rüyâda görülüp de suâl olundu ki, Hak teâlâ sana ne muâmele
    eyledi. Yahyâ bin Eksem, (Allahü teâlâ beni mânevî huzurunda durdurdu. Ey
    Şeyh-i Sû [yâni fena ihtiyâr]! Sen şunu ve bunu işlemedin mi? buyurdu. Allahü
    teâlânın yaptıklarımı bildiğini anladığım zaman, beni korku kapladı ve yâ
    Rabbî, böyle suâl soracağını bana dünyada bildirmediler, dedim. (Sana nasıl
    bildirildi) buyurdu. Ben de, bana Mu'ammer, İmâm-ı Zührîden, o da Urveden, o da
    Âişe-i Sıddîkadan, O da Hz. Peygamberden, O da Hz. Cibrîlden, O da Zat-i
    teâlâdan haber verdiler. Raûf ve rahîm olan Allahü teâlâ, (Ben azîmüşşan,
    islâmda ağaran saç ve sakala azâb etmekten hayâ ederim)
    buyurdu; dedim. O
    zaman Allahü teâlâ buyurdu ki, (Sen ve Mu'ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe
    ve Muhammed aleyhisselâm ve Cibrîl sâdıksınız. Ben de seni mağfiret ettim.)


    [Kâdı Yahyâ bin Eksem Bağdâdda kâdı iken 242 [m. 856] de
    Medînede vefât etti. Şâfi'î fıkh âlimi idi. (Tenbîh) adındaki kitabı
    meşhûrdur.


    Mu'ammer bin Müsennâ, Ebû Ubeyd-i Nahvi adı ile meşhûrdur.
    Edib idi. 110 da Basrada tevellüd, 210 [m. 825] da vefât etti. Hâricî idi. Çok
    kitap yazdı. Hadis ve tarih âlimi idi.


    Muhammed bin Müslim Zührî tâbiîndendir. Kitaplarını duvar
    gibi dizip, içine kapanarak okumakla vakit geçirirdi. Zevcesi bir gün (Bu
    kitaplar bana üç ortaktan daha şiddetlidir) demişti. 124 [m. 741] de vefât
    etti.


    Urve bin Zübeyr, Zübeyr bin Avvâmın ikinci oğludur. Esmâ
    bint-i Ebî Bekrin oğludur. Fukaha-i seb'adan biridir. Âişeden çok hadis-i şerif
    bildirdi. 22 de tevellüd, 93 de Medînede vefât etti.]


    Yine, Abdülazîz ibni Nübâte rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ
    hazretleri sana nasıl muamele buyurdu diye sorulunca, Allahü teâlâ bana buyurdu
    ki, (Sen şu kimse değilmisin ki, sözünü kısaltır. Ve sana bu ne güzel fesâhatli
    söz söyler denilsin diye konuşurdun.) Ben de, yâ Rabbî! Yüce zatını noksan
    sıfatlardan tenzîh ve taktîs ederim ki, ben hakîr kulun, dünyada zat-i
    rubûbiyyetini vasf ve medh ve senâ ederdim.) (Öyle ise, dünyada dediğin gibi
    vasf eyle) buyurdu. Ben dahî, (Önce yoktan yaratan, onların yine ruhlarını kabz
    ederek öldürür. Onlara nutk (konuşma hassası) veren, yine nutklarını yok eder.
    Yok ettiği gibi, sonra yine yoktan îcâd eder. İnsan öldükten sonra, uzvlarını
    birbirinden ayırdığı gibi, onları yine kıyâmet günü cem' eder) dedim. Günahları
    affedici olan Allahü teâlâ, (Doğru söyledin. Git ben de seni mağfiret ettim)
    buyurdu dedi. [İbni Nübâte şair olup, divânı vardır. 405 [m. 1014] de Bağdâdda
    vefât etti.]


    Mensûr bin Ammâr da, rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne
    muamele buyurdu diye sorulunca, şöyle cevap verdi. Cenâb-ı Hak, beni mânevi
    huzurunda durdurup, (Bana ne ile geldin ey Mensûr) buyurdu. Ben de, yâ Rabbî,
    otuzaltı hac ile geldim. (Onlardan hiçbirini kabûl etmedim. Ne ile geldin?)
    buyurdu Ben de; yâ Rabbî, senin rızan için, okuduğum üçyüzaltmış hatm-i şerif
    ile geldim. (Onlardan hiçbirini kabûl etmedim. Ne ile geldin, ey Mensûr?)
    buyurdu. Ben de yâ Rabbî, rahmetin ile geldim, dedim. Bunun üzerine, Allahü
    teâlâ da, (İşte şimdi bana geldin, git ben de seni mağfiret ettim) buyurdu
    dedi.

    Bu
    hikâyelerin çoğu ölümün korkulu hâllerini haber verir. Ben sana, Allahü
    teâlânın yardımı ile, söz dinleyecek kimselerin uyabilecekleri şeyleri haber
    verdim. Bazı insanlar vardır ki, kürsîye ulaştıkları zaman bir nidâ işitir. Ve
    orada, onu geri çevirirler. Bazıları da, perdelerden geri çevrilir. Allahü
    teâlânın huzuruna ulaşanlar, Ârif-i billâh olanlardır, yâni Evliyâ-i kiramdır.
    Vilâyetin dördüncü derecesi ve daha üst makamlarında olan kimselerin
    dışındakiler, Allahü teâlânın huzuruna ulaşamazlar.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Geri: Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 9:49 am

    ÜÇÜNCÜ FASL

    Fâcirin, yâni kâfirin ruhu sert olarak şiddet ile alınır ve
    yüzü Ebû Cehl karpuzu gibi olur. Melekler ona hitâben, (Ey habîs olan ruh!
    Habîs olan cesetten çık der. O da merkeb gibi bağırır. Ruhu çıkınca, Azrâîl
    aleyhisselâm, onu yüzü gayet çirkin ve siyah elbiseli ve fena kokulu zebânîlere
    (yâni azâb yapan meleklere) teslim eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski
    kilim parçası gibi bir bez vardır. O ruhu buna sararlar. Bu zamanda, çekirge
    kadar insan şekline çevrilir. Bunun sebebi, kâfirin cesedi âhırette müminin
    cisminden büyük olur. Hadis-i şerifte, (Cehennemde kâfirin bir azı dişi Uhud
    dağı kadardır)
    buyuruldu.


    Cebrâîl aleyhisselâm, bu kötü ruhu yükseltir ve dünya semasına
    ulaşırlar. Sen kimsin denir. Ben Cebrâîlim der. Yanındaki kimdir denir. Filan
    oğlu filan diye, kötü, çirkin ve dünyada sevmediği fena ismleriyle onu
    zikreder. Onun için gök ve sema kapısı açılmaz ve deve iğne deliğinden
    geçmedikçe, bu gibi kimseler Cennete girmezler denir.


    Cebrâîl aleyhisselâm bu sözü işitince, onu elinden
    bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler. İşte bu, Hac sûresinde, (Allahü
    teâlâya ortak koşan kimse, şuna benzer ki, gökten düşüp, kendini yâ kuşlar
    kapışır. Yâhut rüzgâr onu uzak bir yere atar da orada helâk olur)
    olan
    otuzbirinci âyet-i kerimenin meâli şerifidir. O kimse yere düşünce, bir zebânî
    onu alıp siccîne götürür. Siccîn yerin altında veya Cehennemin dibinde büyük
    bir taştır ki, kâfir ve fâsıkların ruhu oraya götürülür.


    Yahudi ile nasârânın ruhları kürsîden kabirlerine geri
    gönderilir. Eğer bunlar kendi dinleri üzere olurlarsa (bozulmamış yahudilik ve
    hıristiyanlık) kendilerinin yıkanmalarını ve defnolunmalarını seyr ederler.


    Müşrik yâni dinlere inanmayanlar, bunlardan birşey seyredemez.
    Zîrâ kendisi dünya semasından hakîr olarak bırakılmıştır.


    Münâfık, ikinciler gibi, yâni müşrik gibi,Allahü teâlânın
    kahrına uğramış ve red olunmuş olarak, mezarına geri gönderilir.


    Müminlerden kullukta kusur edenler çeşit çeşittir.
    Bazılarını, kılmış olduğu namazı geri çevirir. Zîrâ bir kimse, namazını horozun
    yem yediği gibi çabuk çabuk kılarsa, namazından hırsızlık etmiş olur. Onun
    namazı eski bir bez parçası gibi toplanıp yüzüne vurulur. Sonra yükselir ve sen
    beni zâyi' ettiğin gibi, Allahü teâlâ da, seni zâyi' etsin der.


    Bazılarını zekâtı geri çevirir. Zîrâ o kimse, zekâtını filan
    kimse tesadduk ediyor, zekâtını veriyor desinler diye verirdi. Ve çok defa
    kadınların muhabbetini çekmek için zekâtını onlara verirdi. Biz bunları gördük.
    Biz bunu müşâhede eyledik. Helâl olan şeylerle Allahü teâlâ herkese âfiyet
    versin.


    Bazılarını da orucu geri çevirir. Çünkü o kimse yemekten
    oruç tutmuş, fakat mâlâ'ya'nî sözlerden ve gıybetten ve günah işlemekten
    kaçınmamış idi. İşte bu oruç fuhuş ve hüsrândır. Bu şekilde oruç tutarken,
    Ramazan ayı çıkar. Zâhirde oruç tutmuş, hakîkatte ise,oruç tutmamış olur.


    Bazı kimseleri de haccı geri çevirir. Çünkü o kimse, hac
    ediyor desinler diye veya haram mal ile hac etmiştir.


    Bazı insanı da anaya-babaya âsî olmak gibi bir günahı geri
    çevirir. Bu hâlleri, esrâr âleminden haberi olanlar ve Allahü teâlânın rızası
    için ilim öğrenen âlimler bilir.


    Şimdiye kadar anlattığımız husûslar hakkında,
    Peygamberimizden hadisler, Eshâb-ı kirâmdan ve tâbiînden de haberler gelmiştir.
    Muâz bin Cebelın rivayetinde bildirildiği gibi, amellerin geri çevrilmesi ve
    bunun dışındaki husûslarda çok haberler gelmiştir. Ben bu mes'eleyi kısaca
    ayırarak anlatmak istedim. Eğer kısaltmamış olsaydım, çok kitapları
    doldururdum. Ehl-i sünnet îtikatında olan yâni doğru îtikat ve îmana sahip
    olanlar, çocuklarını bildikleri gibi, bu anlattıklarımızın doğru olduğunu
    bilirler.


    Ruh cesede geri döndürüldüğü zaman cesedi yıkanırken bulur
    ve başı ucunda gasli bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği
    kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse, ölünün ruhunu dünyadaki insan
    sûretinde görür. Bir zat oğlunu yıkarken başı ucunda olduğunu gördü. Kendisine
    korku gelip gördüğü taraftan diğer tarafa geçti. Kefenine sarılıncaya kadar bu
    hâli gördü. Kefene sarılınca, o şahsın şeklindeki ruh kefene geri döndü. Naaş,
    yâni tabut içine koyunca da ruhu görenler oldu. Nitekim sâlihlerden çok
    kimseden rivayet olundu ki, naaş üzerinde iken filan nerededir. Ruh nerededir?
    diye ses işitildi. Kefen göğüs tarafından iki yâhut üç kere hareket eyledi.


    Rebî' bin Heysemdenrivâyet edildi ki, bir zat, yıkayan
    kimsenin elinde hareket etmiştir. Yine Ebû Bekr-i Sıddîk zamanında bir ölünün
    tabut üzerinde konuştuğu görüldü ki, Ebû Bekr ve Ömer nın fazîletlerini
    zikretti.


    Mevtânın bu hâlini görenler, melekler âlemini seyr eden
    Velîlerdir. Allahü teâlâ dilediği kimsenin gözünden ve kulağından perdeyi
    kaldırır, o da bu hâli görür ve bilir.


    Ölü kefene sarıldığı zaman ruh hâricde olarak göğüse yakın
    gelir. Bu sırada onun bağırması ve inlemesi vardır. Der ki, beni Rabbimin
    rahmetine acele götürünüz. Eğer bana ihsân olunan nîmetleri bilseydiniz, beni
    götürmekte acele ederdiniz.


    Eğer şekâvet ile korkutulmuş ise, der ki, aman bana azâb-ı
    ilâhîden bir müddet mühlet verip, ağır götürünüz. Eğer bilseydiniz, elbette
    beni omuzunuzda taşımazdınız. Bunun için, Resûlullah, bir cenâze görünce, hemen
    ayağa kalkarlar, kırk adım kadar berâber giderlerdi.


    Sahih hadiste bildirildi. Peygamberimizin önünden bir cenâze
    geçirildi. Tâzîm için Peygamberimiz ayağa kalktı. Eshâb-ı kirâm (Yâ Resûlallah,
    bu cenâze yahudi cenâzesidir) dediler. Peygamberimiz (nefis değil midir?)
    buyurdu. Yâni insan değil midir? Resûlullah efendimizin böyle yapmalarının
    sebebi, mübârek zâtına melekler âlemi keşf olunmuş, gösterilmiştir. Bunun için,
    cenâze gördüğü vakit neşeli olurlar idi.


    [(Halebî)de diyor ki, önünden cenâze geçen kimse,
    cenâze için ayağa kalkıp dikili durmamalıdır. Cenâzeyi taşımak ve arkasından
    yürümek için kalkmalıdır. Resûlullah efendimizin cenâze görünce kalktığı,
    geçtikten sonra oturduğu ve siz de böyle yapın diye emir buyurduğu bildirildi
    ise de, bu emir nesh edildi. Yâni bir zaman sonra, bu emrini değiştirdi. (Merâk-ıl-felâh)
    ve (Dürr-ül-Muhtâr)da da cenâzeyi görenin saygı duruşu olarak ayağa
    kalkmasının câiz olmadığı yazılıdır.]


    Ölü kabre konulduğu zaman, üzerine toprak örtülünce, kabir
    meyyite şöyle söyler ki, benim üzerimde iken ferah idin. Şimdi altımda mahzûn
    olursun. Benim üzerimde yemekler yirdin. Şimdi de seni benim altımda kurtlar
    yir. Kabir dolup, toprakla üzeri örtülünceye kadar böyle çok acı sözler söyler.


    İbni Mes'ûddan rivayet olundu ki, Yâ Resûlallah, ölü kabre
    konduğu vakit, ilk karşılaştığı şey nedir diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki,
    (Yâ İbni Mes'ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü
    kabre konulduğu vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi (Rûmân)dır.
    Kabirlerin arasına girer. Der ki, Yâ Abdellah! Amelini yaz! O kimse der ki,
    benim burada ne kâğıdım, ne kalemim var. Ne yazayım? O melek der ki; bu sözün
    kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların
    kalemindir. Melek kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyada her ne kadar
    yazı yazmak bilmese de, orada sevabını ve günahını, âdeta o bir günde işlemiş
    gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün
    boynuna asar.)
    Bundan sonra Resûlullah efendimiz, (Her insanın yaptığı
    işleri gösteren sayfalarını biz boynunda kıldık)
    meâlindeki İsrâ sûresinin
    onüçüncü âyet-i kerimesini okudular.


    Sonra, gayet korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde
    görünürler. Yüzleri gayet siyah olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının
    tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek
    çakar gibidir. Nefesleri de, şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir
    kamçıları vardır ki, insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden
    kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kere, bir kimseye vurursa,
    mâzallah parça parça eder. Ruh bunları görünce, hemen kaçar. Ölünün burnundan
    göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir. Öleceği zamandaki hâli gibi olur.
    Hareket etmeye kâdir olmaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona
    şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur.
    Ne vakit kımıldarsa yer açılıp bir boşluk olur.


    Bu iki melek (Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin
    kimdir? Kıblen neresidir?) diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ, kimi muvaffak eder
    ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki, (Sizi vekîl ederek bana kim
    gönderdi ise, rabbim odur. Benim rabbim Allah, Peygamberim Muhammed
    aleyhisselâm, dînim Dîn-i islâmdır.) Buna ancak, ilmi ile âmil olan hayrlı
    âlimler böyle cevap verir.


    O zaman bunlar da der ki, (Doğru söyledi. Delîlini getirdi.
    Bizim elimizden kurtuldu.) Bundan sonra onun üzerine kabrini büyük bir kubbe
    gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel
    kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları, o meyyitin üzerine gelir.
    Dünyada yaptığı güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu
    eğlendirir ve ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya
    kadar kabrinde neşeli ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha
    sevgili bir şey olmaz.


    İlmi ve ameli az olan ve ilimden ve melekût esrârından
    haberi olmıyan müminlerin derecesi bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmândan
    sonra, güzel sûrette ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir.
    (Beni bilmez misin) der. O da der ki, (Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim
    şu garîb olduğum zamanda bana ihsân eyledi.) O da der ki, (Ben senin sâlih
    işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra, Münker ve Nekîr melekleri gelirler
    ve sana suâl ederler. Onlardan korkma) der.


    Bundan sonra, suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri
    öğretirken, Münker ve Nekîr melekleri gelir. Şimdi anlatacağımız şekilde onu
    sıkıştırırlar. Onu oturturlar. Ona (Men Rabbüke), yâni Rabbin kimdir, derler. O
    da evvelki söylediği gibi söyler: (Rabbim Allahdır. Peygamberim Muhammed
    aleyhisselâm, İmâmım Kur'an-ı kerim, kıblem Kâbe-i şerif ve babam İbrâhîm
    aleyhisselâmdır ki, Onun milleti benim milletimdir) der. Onun dili hiç
    tutulmaz. Onlar da, (Doğru söyledin) derler. Önceki melekler gibi muamele,
    ederler. Fakat onun için sol tarafından Cehennemden bir kapı açarlar.
    Cehennemin yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkûmu, velhâsıl ne varsa
    hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder.


    Ona (Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası
    senin Cehennemdeki yerindir ki, Allahü teâlâ, bunu senin Cennette olan yerinle
    değiştirdi. Uyu, sen saîdsin) derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır.
    Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece kalır.


    Birçok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer îtikadı bozuk
    olursa, [Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid'at
    ehline uydu ise], (Rabbim Allah) diyemez. Başka söz söylemeye başlar. Melekler
    bir kere vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Birkaç gün sönük olarak
    durur. Sonra yine kabirde, onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya
    kadar, bu hâl devam eder.


    Birçok kimse dahî, (Dînim İslâmdır) diyemez. Bunlar, yâ şüphe
    üzre vefât etmişlerdir. Yâhut, vefât ederken, kendisine fitnelerden bir fitne
    ârız olmuştur. [Ehl-i sünnet olmıyan kimselerin sözlerine, yazılarına
    aldanmıştır.] Buna bir kere vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle
    dolar.


    Bazı kimseler (El-Kur'anı imamî) yâni Kur'an-ı kerim
    imamımdır diyemezler. Çünkü bunlar, Kur'an-ı kerimi okurlar, fakat ondan
    nasihat almazlardı ve Kur'an-ı kerimde olan emirlerle amel etmezler ve nehy
    ettiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da öncekilere yaptıkları gibi yaparlar.


    Bazı kimsenin de ameli, korkunç şekil alır. Bunu çekerler.
    Kabrinde günahları kadar azâb olunur. Ahbârda vârid oldu ki, (Bazı
    insanların ameli hunût şekline çevrilir.)
    Hunût, hınzır yavrusuna derler.


    Bazı kimse de, Peygamberim Muhammeddır diyemez. Zîrâ bu
    kimse, dünyada sünnet-i nebeviyyeyi (yâni islâmiyetin emirlerini ve
    yasaklarını)unutmuş idi. Zamana, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur'an-ı kerim
    okutmamış, Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını öğretmemiş idi.


    Bazı kimse, kıblem Kâbe-i şerif diyemez. Zîrâ, namaz kılmak
    için kıbleye az yönelmiş, yâhut abdestinde fesat bulunurmuş, yâhut namazında
    başka şeylere iltifât eder, dünya işleri ile meşgûl olurmuş, yâhut rükû'ünde ve
    sücûdünde noksanlık olup, tâdîl-i erkâna riâyet etmezmiş.


    Sana, Peygamberimizden rivayet olunan (Allahü teâlâ,
    üzerinde kazaya kalmış namaz borcu bulunan kimsenin ve haram elbise
    [cilbâb]
    giyen kimsenin namazını kabûl etmez) hadis-i şerifi kifâyet eder.
    [Bundan anlaşılıyor ki, farz namazını kazaya bırakan kimselerin sünnetleri ve
    nâfileleri kabûl olmaz.] Bazı kimse, (Ve İbrâhîmü ebî) yâni İbrâhîm babamdır
    diyemez. Zîrâ, bir gün İbrâhîm yahudidir, yâhut nasrânîdir diye söz işitmiş ve
    bunun için şüpheye düşmüştü. [Yâhut, kâfir olan Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın
    babasıdır demişti.] Buna dahî evvelkilere yapıldığı gibi yapılır. Bunların
    hepsini (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda geniş olarak bildirdik.

    [Yukarıdaki
    hadis-i şerif, namazını özürsüz olarak kılmamış ve derhâl kaza etmemiş olan
    kimsenin, bundan sonra kılacağı namazlarının hiçbirinin kabûl olmıyacağını
    bildiriyor. Sonra kıldığı namazlar şartlarına uygun olarak ve doğru, ihlâs ile
    kılınırsa, sahih olurlar, yâni namaz kılmak vazîfesini yerine getirmiş,
    bunların günahından kurtulmuş olur. Bu namazlarının hiç biri kabûl olmaz demek,
    Allahü teâlânın vaat ettiği sevaplara kavuşamaz, bunların faydasını görmez
    demektir. Beş vakit namazın sünnetleri, sevap kazanmak için kılınıyor. Bu
    kimsenin sünnet namazları kabûl olunmıyacağı için, sünnetleri boşuna kılmış
    olur. Sünnet namazlarının kendisine hiç faydası olmaz. Bunun için, farz namazı
    özürsüz kılmıyan kimse, bu namazını hemen kaza etmelidir. Kılmadığı namazların
    sayısı çok ise, sünnetleri kılarken, o vaktin kılınmamış namazını kaza etmeye
    niyet etmelidir. Böylece, namazını kaza ettiği için, bunun büyük azâbından
    kurtulmuş olur. Kazaları çabuk biterek, sünnetlerin sevabına da kavuşmaya
    başlar. Özr ile kaçırılmış olan farz namazlar böyle değildir. Bu hadis-i şerif,
    özürsüz olarak, tenbellikle kılınmayan namazlar içindir. Bu husûsta (Se'âdet-i
    Ebediyye)
    kitabında, kaza namazları bahsinde geniş bilgi vardır.]
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Geri: Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 9:50 am

    DÖRDÜNCÜ FASL

    Fâcire, yâni kâfir olanlara Münker ve Nekîr melekleri (Men
    Rabbüke) dedikleri vakit, (Lâ-edrî), yâni (Ben bilmem)der. Onlar da, bilmedin
    ve hâtırlamadın derler.


    Sonra onu demirden kamçı ile döverler. Tâ ki, yedinci kat
    yerin altına girer. Sonra yer silkelenir. Yine kabrine çıkar. Böyle yedi defa
    döverler. Sonra da, bunların hâlleri başka başka olur. Bazısının ameli köpek
    şekline çevrilip kıyâmete kadar onu ısırır. Bunlar, kıyâmet ve islâmiyetin
    bildirdiği husûslarda şüphe edenlerdir. Kabirde bulunanların karşılaşacakları
    hâller çeşit çeşittir. Ancak biz burada çok kısa anlattık. Bu azâbın aslı
    şöyledir ki, bir insan dünyada en çok neden korkarsa, kabirde onunla azâb
    olunur.


    Meselâ, bazı insanlar, yırtıcı hayvan yavrusundan çok
    korkar. İnsanların tabî'atleri bunda muhteliftir. Allahü teâlâdan selâmet ve
    nedâmetten evvel mağfiret isteriz.


    Mevtâlardan çok defa rivayet olunmuş ve rü'yâda görülüp, hâlleri
    sorulmuş ve cevaplar alınmıştır. Bunlardan birisine hâli sorulunca, (Birgün
    abdestsiz namaz kılmış idim. Allahü teâlâ, bana bir kurtcağız musallat etti.
    Onunla hâlim pek fenadır) dedi. [Namaz kılmıyanların ve kılmadığı namazı kaza
    etmiyenlerin hâllerinin ne olacağını, buradan anlamalıdır.]


    Bir diğeri de, rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne muamele
    buyurdu diye sorulunca, (Bir gün cenâbetten gusletmemiştim. Allahü teâlâ,
    ateşten bir elbise giydirdi. Onun içinde, kıyâmete kadar bir yerden bir yere
    çevirerek bana azâb ediyorlar) dedi. [Her müslüman ana ve baba, çocuklarına
    gusül abdesti almasını öğretmelidir.]


    Bir diğeri de, rü'yâda görülüp, Allahü teâlâ sana ne muamele
    buyurdu diye sorulunca, (Beni yıkayan kimse, bir taraftan bir tarafa şiddet ile
    çevirirken, teneşirdeki demir çivi vücûdümü tırmaladı. Bundan çok zahmet
    çektim) dedi. Sabah olunca, yıkayan kimseden sorulunca, (İstemiyerek böyle
    birşey olmuştu) dedi.


    Bir başkası da, rü'yâda görülüp, hâlin nasıldır, sen ölmemiş
    miydin? diye sorulunca, (Evet, ben hayr üzereyim, lâkin üzerime toprak
    atılırken, bir taş düşüp, iki kemiğimi kırdı. Bana çok sıkıntı verdi) dedi.
    Bunun üzerine kabrini açtılar. Dediği gibi buldular.


    Bir kimse oğluna, rü'yâsında gelip, (Ey fena oğul! Babanın
    kabrini düzelt! Zîrâ, yağmur çok ezâ verdi) dedi. Bunun da kabrini açtılar.
    Âdeta su arkı (harkı) gibi dolmuş buldular ki, sel doldurmuş idi.


    Arâbîden biri, rivayet eder ki, oğluma, Allahü teâlâ sana ne
    muamele etti diye sordum. (Zararım yok, lâkin filan fâsıkın yanına defnolunduğumdan,
    ona olunan azâblardan kalbime korku giriyor) dedi. Çok defa haber verilen,
    bunlar gibi hikâyelerden açıkça anlaşılan şudur ki, kabir ehli kabirlerinde
    azâb çekerler. Onun için, Peygamberimiz ölünün kemiklerini kırmaktan nehy
    buyurmuşlar ve bir kimseyi kabrin bir tarafında oturduğunu gördüklerinde, (Mevtâya
    kabirlerinde ezâ etmeyiniz)
    ve (Diri kimseler evlerinde nasıl elemi ve
    azâbı duyar ve his ederlerse, mevtâ da kabrinde öylece elem ve azâbı duyar, his
    eder)
    buyurmuştur.


    Peygamber efendimiz vâlideleri Hz. Âminenin kabrini ziyâret
    ettiklerinde ağladılar. Yanlarında bulunanları da ağlattılar. Buyurdular ki, (Rabbimden
    bunun için mağfiret taleb etmeye izin istedim. İzn vermedi)
    , sonra (Kabrini
    ziyâret etmek için izin istedim, izin verdi. Öyle ise, siz de kabirleri ziyâret
    ediniz! Zîrâ, ziyâret ölümü hâtırlamaya sebebdir.)
    [Resûlullaha, mübârek
    anasına, babasına mağfiret için sonradan izin verildi. Zaten mümin idiler.
    Sonradan diriltilip, bu ümmetten de oldular].


    [Bu hadis-i şerif, Resûlullahın muhterem ana ve babasının
    mümin olduklarını göstermektedir. Çünkü, kâfirlerin kabrini ziyâret etmek
    yasaktır. Bunların kabirlerini ziyâret etmeye izin verilmesi, kâfir
    olmadıklarını açıkça bildiriyor. Mağfiret için izin verilmemesinin de sebebi
    vardı. Cenâb-ı Hak, Habîbinin hâtırı için, Onun şerefi için, mübârek ana
    babasını daha büyük nîmete kavuşturmak istiyordu. Tâyîn buyurduğu, takdîr
    ettiği zaman gelince, onları diriltecek, oğullarının Peygamberlerin en üstünü
    olduğunu gösterecek, Ona îman edecek, ümmeti olmakla şereflenecek ve sahâbîlik
    yüksek derecesine kavuşacaklardı.


    Nişâncı zade Muhammed bin Ahmed efendinin [Nişâncı-zade 1031
    [m. 1622] de vefât etti.] yazdığı türkçe (Mir'ât-ül-kâinât) kitabı,
    birinci kısm, ikiyüzyirmiyedinci sayfada diyor ki:


    Resûlullahın mübârek ana babalarının îman edip
    etmediklerinde, âlimler başka başka söyledi. 911 [m. 1505] de vefât eden
    Abdürrahmân bin Ebî Bekr Süyûtî (Mesâlik-ül-hunefâ) kitabında ve başka
    birçok kıymetli kitaplarında beş çeşit haber bildirmiştir:


    1 – Onların ikisi de, Resûlullahın dîne çağırmasından yâni
    bi'setten önce, câhillik zamanında vefât etti. Şâfi'î âlimlerinin hepsine ve
    hanefîlerin çoğuna göre, bir Peygamberin dînini işitmiyen kimsenin îman etmesi
    vâcib olmaz. Çünkü, Peygamberin dînini işitmeden önce düşünerek îmanı akıl ile
    bulmak vâcib değildir. İşittikten sonra, Allahü teâlânın var olduğunu düşünüp
    anlamak, îman etmek lâzım olur. Câhillik zamanında, geçmiş Peygamberler
    unutulmuş idi. Çünkü asırlar boyunca, kâfirler, zâlimler idareleri ele alarak,
    dinleri ortadan kaldırmışlar, din adamlarına baskı, işkence yapmışlar,
    îmanlılar azalmış, gizlenmiş, böylece, dîni, îmanı bilen kalmamıştı. Her
    asırda gelen zâlimler, kötü ruhlu, alçak kimseler, böyle çalışmakta, din
    adamlarını, din bilgilerini yok etmek için îmanlılara karşı amansız bir kin
    ile, canavar gibi saldırmaktadır. İngilizler ve komünistler böyledir. Fakat, bu
    zâlimlerden hiçbiri îmanı yok edememiş, kendileri kahr olmuş, çok acı, perîşan
    hâlde, saltanatlarından ayrılmış, zevklerine doyamadan ölümün pençesine
    düşmüşler, ismleri lânet ile anılmış veya unutulmuştur. Allahü teâlâ, bir
    Peygamber veya bir âlim yaratarak, îman ışığı ile yer yüzünü yeniden
    aydınlatmıştır. Aklı olanların, bundan ibret alması, uyanması, dünyada ve
    âhırette rezil olmamak için, din düşmanlarına aldanmaması lâzımdır.


    2 – Câhillik zamanında yaşamış olanlar, kıyâmet günü imtihan
    edilecek, orada îman edenler, Cennete girecektir, diyen âlimler de varsa da, bu
    sözün zayıf olduğu (Müjdeci Mektûblar Tercümesi) kitabında, 259. ncu
    mektûbun tercümesinde açıklanmıştır.


    3 – Allahü teâlâ, sevgili Peygamberinin mübârek ana babasını
    diriltti. Oğullarına îman edip, ona ümmet olmakla şereflendiler ve tekrar vefât
    ettiler. İmâm-ı Süyûtî, bunların diriltildiğini bildiren hadis-i şerifi
    yazıyor. (Zayıf bir hadis ise de, çok kimse bildirdiği için, kuvvetli olmuştur.
    Âlimlerin çoğuna göre, kuvvetli hadistir. İbâdetlerin kıymetini, bir müslümanın
    üstünlüğünü bildiren zayıf hadise uyulur) buyuruyor.


    4 – Fahrüddîn-i Râzî [Fahrüddîn Râzî 606 [m. 1209] da
    Hirâtta vefât etti.] ve birçok âlimler buyuruyor ki, Tevbe sûresinin
    yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Müşrikler necestir) buyuruldu. Yâni
    bütün kâfirler pistir. Hâlbuki, Resûlullah (Ben her zamanda, temiz
    babalardan, temiz analara geçerek geldim)
    buyurdu. Başka bir hadis-i
    şerifte, (Her asırda , o zamanın insanlarının en hayrlılarından getirildim)
    buyuruldu. Kâfire hayrlı demek ise, câiz değildir. Hele Şuarâ sûresindeki
    ikiyüzondokuzuncu âyetinde meâlen, (Seni secde edicilerden geçirir)
    buyuruldu. Buradan, bütün babalarının, analarının mümin oldukları
    anlaşılmaktadır. İbrâhîm aleyhisselâmın babası denilen Âzerin kâfir olduğu
    Kur'an-ı kerimde bildiriliyor ise de, Abdüllah ibni Abbâs ve İmâm-ı Mücâhid,
    (Âzer, İbrâhîm aleyhisselâmın amcası idi) dediler. Arabistânda amcaya baba
    denilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Cehennemde en hafîf azâb, Ebû
    Tâlibin azâbıdır).
    Ebû Tâlibin azâbı, azâbların en hafîfi olunca,
    Resûlullahın mübârek ana-babası Cehennemde olsaydı, azâbın en hafîfi, bu
    ikisinin azâbı olurdu. Bu hadis-i şerif de, bu bakımdan, ikisinin de mümin
    olduğunu göstermektedir.


    5 – Âlimlerden çoğu, bu mes'elede edebe, saygıya aykırı
    konuşulmamasını, işin doğrusunu Allahü teâlâ bilir deyip, susulmasını uygun
    görmüştür. Şeyh-ul-islâm allâme Ahmed ibni Kemâl Pâşa da, (Ebeveyn)
    risâlesinin sonunda buyuruyor ki, (Ölüleri kötüleyerek dirileri
    incitmeyiniz!)
    hadis-i şerifi ve Tevbe sûresinin (Resûlullahı
    incitenlere Allah lânet eylesin!)
    meâlindeki altmışikinci âyet-i kerimesine
    göre, (Resûlullahın babası Cehennemdedir) diyen kimse mel'ûndur. (Mir'ât-ül-kâinât)ın
    yazısı tamam oldu].


    Peygamberimiz bir kabir yanında hazır oldukları vakit, (Dünya
    ve âhıret selâmeti, müslümanlardan ve müminlerden bu kabirde bulunanların
    üzerine olsun. Biz inşâallah size lâhık oluruz
    [kavuşuruz]. Siz bizden
    evvel göçtünüz. Biz de, size tâbi olup, sonradan varırız. Yâ Rabbî! Bizi ve
    bunları mağfiret et ve affınla günahlarımızdan geç)
    buyururdu. Peygamber
    efendimiz mübârek zevcelerine de kabir ziyâretinde bu kelâmı (duâyı)
    söylemelerini emrederdi.


    Sâlih-i Müzenî buyurdu ki, bazı ulemâdan (Kabristanda namaz
    kılmak niçin nehy olundu?) diye suâl eyledim. Bunun hakkında hadis-i şerif
    vârid oldu diye haber verdiler. (Siz kabirler arasında namaz kılmayınız.
    Zîrâ bu, nihâyeti olmıyan hasrettir).
    Yâni pişman olursunuz hadis-i
    şerifini okudular. [İsmâ'îl Müzenî, imam-ı Şâfi'înin talebesi idi. 264 [m. 878]
    de Mısrda vefât etti.]


    Bunun içindir ki, necâset bulunan yerlerde, meselâ
    kabristanda ve hamâmda namaz kılmak mekruhtur.


    Bir zâttan rivayet olundu. Dedi ki, birgün kabirler arasında
    namaza durdum. Güneşin sıcaklığı pek şiddetli idi. Hemen pederime benzer bir
    şahsı kabrinin üzerinde oturur gördüm. Korkarak namazın secdesini noksan ettim.
    İşittim ki, (Yeryüzünün genişliği sana dar geldi de, burayı mı buldun? Namazınla
    bir zaman, bize ezâ edersin) dedi.


    Resûlullah bir yetîme rastgeldi. Babasının kabri başında,
    yüksek sesle ağlıyordu. O yetîme merhamet ederek, kendileri dahî ağladılar.
    Buyurdular ki, (Ölü elbette yakınlarının bağırarak ağlaması sebebi ile azâb
    olunur. Yâni hüzn ve fenalık gelir.)



    Nice ölü vardır ki, rü'yâda görülüp, suâl eden kimseye,
    hâlim pek fenadır. Filan ve filandan eziyyet görüyorum. Onların çok ağlayıp,
    feryâd ve figânı bana ezâ ediyor diye, haber verdiği vâki'dir. Lâkin zındıklar
    [kısa akıllarına uyarak], bunu inkâr ediyorlar.


    Resûlullah efendimiz: (Sizlerden biriniz dünyada
    bildiğiniz bir ölmüş kimsenin kabrine uğrayıp da, selâm verince, o mümin sizi
    tanır ve selâmınıza cevap verir)
    buyurdu.


    Yine bunun gibi, Peygamberimiz bir cenâze defninden geldikte,
    (Ölü, ayakların sesini işitir ve işitirim işitirim diyerek üzüldüğünü
    bildirir)
    buyurdu.


    Fıkh âlimlerinden, rivayet olunur ki, bir kimse vasıyet
    etmeden vefât etmişti. Sonra, gece çoluk çocuğunu dolaşıp (Filana ve filana şu
    kadar ekin verin. Filan kimseden emânet aldığım kitabını verin) dedi. Sabah
    olunca, her biri diğerine gördükleri rü'yâyı söylediler. Ekini verdiler. Lâkin
    kitabı araştırdılar, bulamadılar. Buna te'accüb ettiler. Bir zaman sonra, evin
    bir köşesinde buldular.

    Bir
    zattan rivayet olundu ki, babam bizim için terbiye edici bir kimse tâyin
    eylemişti. Bize evde yazı öğretirdi. Bu zat vefât eyledi. Altı gün sonra
    kabrine vardık. Allahü teâlânın emrini düşünüyorduk. Oradan bir tabak incir
    geçiriyorlardı. Onu satın aldık, yidik. Saplarını oraya attık. O gece bizim
    üstâdımız babamızın rü'yâsında görünüp, hâlin nasıldır, diye sorunca, iyidir,
    ben de hayr üzereyim. Fakat evladın kabrimi mezbele yâni süprüntülük ettiler.
    Fena lâflar söylediler dedi. Babam bize sordu. Biz ise (Sübhânallah! Bizi dünyada
    terbiye etmiş iken, âhırete gittiği hâlde, yine terbiye ediyor) dedik. Bu gibi
    şeyler hakkında anlatılanlar çoktur. Fakat bu kadar vaaz ve nasihati kâfî
    gördüm ki, az sözden çok ibret alınsın.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Geri: Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 9:51 am

    ALTINCI FASL

    Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını
    murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin
    bazısı bazısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyâh olur. Dağlar toz hâline
    gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi
    olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverân eder ki, şiddetli
    bir şekilde hareket eder. Bazı kere toplanır, bazı kere de dümdüz olur. Allahü
    teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte
    ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer ruhanî
    ise, ruhu gitmiş olur. Her türlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz.
    Göklerde hiç canlı kalmaz.


    Allahü teâlâ ilâhlık makamında tecellî buyurup, yedi kat
    gökleri sağ kudret eline ve yedi kat yeri sol kudret eline alıp der ki: (Ey
    alçak dünya! Senin içinde rablık davâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları
    âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldattığın ve âhıreti
    unutturduğun kimseler nerededir?)
    Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve
    hikmeti ile iftihâr eder. Sonra, Mümin sûresinde bildirildiği gibi, meâlen, (Mülk
    kimindir)
    der. Hiç kimse cevap vermez. Kahhâr olan Allahü teâlâ kendi
    kendine meâlen, (Vâhid ve kahhâr olan cenâb-ı Allahındır) buyurur.


    Bundan sonra evvelkinden daha büyük bir irâde ve kudret-i
    ilâhiyye açığa çıkar. Bu da, yedi kat gökleri bir kudret parmağına ve arzını
    bir kudret parmağına almasıdır. Sonra meâlen, (Ben azîmüşşân, Melik-ü
    deyyânım
    [Yâni kıyâmet gününün tek hâkimi ve sahibiyim]. Benim verdiğim
    rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve benden gayrı, putlara ibâdet edenler
    nerededirler? Şol kimseler ki, benim verdiğim rızık ile kuvvetlenip de âsî
    olurlar. Cebbâr ve zâlimler nerededirler? Kibrlenen ve öğünenler nerededirler?
    Şimdi mülk kimindir?)
    buyurur. Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak
    sübhânehu ve teâlâ, murâd ettiği bir zaman kadar bekler, sessizlik olur ki, o
    zaman, Arş-ı âlâdan makam-ı ehâdiyyete kadar düşünen ve görünen bir nefis
    yoktur. Zîrâ cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmânın da Cennetlerinde ruhlarını kabz
    etmiştir.


    Bundan sonra Allahü teâlâ, Cehennem derekelerinden,
    çukurlarından olan Sakardan bir kapı açar. Oradan ateş fışkırır. İşte bu ateş,
    her şeyi yaktığı gibi, ondört denizi kurutup, yeryüzünü kapkara eder ve gökleri
    sarı zeytinyağı yâhut erimiş bakır gibi bir hâle koyar. Sonra, ateşin şiddeti
    göklere yakın olduğu vakit, Allahü teâlâ öyle bir dehşet ile men eder ki,
    tamamen söner. Ateşten hiç eser kalmaz.


    Bundan sonra, Allahü teâlâ hazretleri, Arş-ı âlânın
    hazînelerinden birini açar. Onda hayat denizi vardır. Bu deniz, Allahü teâlânın
    emri ile yer üzerine şiddetli yağmur yağdırır. Yağmur, o derece devam eder ki,
    yeryüzünü kaplayıp, kırk arşın kadar yukarı yükselir. O zaman, toprak olmuş
    olan insanlar ve hayvanlar, ot gibi biterler. Zîrâ, hadis-i şerifte buyuruldu
    ki: (İnsan kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmıştır. Sonra yine ondan
    yaratılacaktır).
    Diğer bir hadis-i şerifte, (Kişinin her yeri mahv olup
    çürür. Lâkin, kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmıştı. Yine ondan
    iâde olunur)
    buyuruldu. [Bu kuyruk sokumu kemiği omurganın son kemiğidir.]
    Nohut kadar bir kemiktir ki, içinde iliği olmaz.


    Canlılar ve bütün parçaları, mezarlarında yeşil ot gibi
    biter. Hep o kemikten neşet ederler. Bazısı bazısına girmiş ağ örgüsü gibi
    dolanmış olur ki, birinin başı diğerinin omuzunda, öbürünün eli, diğerinin
    sırtında olarak insanın çokluğundan böyle girift olurlar. Allahü teâlâ Kaf
    sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, (Hakîkaten biz biliriz ki, arz onlardan
    birini noksan etmez. Zîrâ, bizim indimizde mahfûz kitap vardır. Yâni biz
    yarattıklarımızın hepsini biliriz)
    buyurur.


    Bu dirilmek hâli tamam olunca, hesap üzere, sabî, yine
    sabîdir. İhtiyâr, yine ihtiyârdır. Olgun yaşta olanlar, yine öyledir. Yiğit
    olanlar yine delikanlıdır. Yâni Fena âlemi olan dünyadan Bekâ âlemi olan
    âhırete geçtikleri zaman yâni ölürken ne hâldeyseler, yine o sûret ile
    dirilirler. Allahü teâlâ, Arş-ı âlânın altında bir latîf rüzgâr estirir. Bu
    rüzgâr yeryüzünü baştanbaşa kaplar. Yeryüzü toz gibi ince kum hâline girer.


    Bundan sonra, Allahü teâlâ, İsrâfilı diriltir. Kudüs
    şehrindeki mübârek taştan sûr üfürülür. Sûr, nûrdan boynuz gibi bir mahlûktur
    ki, ondört parçadır. Bir parçasında karada olan hayvanların adedince delikler
    vardır. Karada olan hayvânâtın ruhları onlardan çıkar. Arı sesi gibi sesler
    işitilir. Yerle gök arasını doldurur. Sonra her bir ruh kendi cesedlerine
    girerler. Hak sübhânehu ve teâlâ bunlara kendi cesedlerini ilhâm eder. Hattâ
    dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yimiş olduğu insanların
    ruhları, kendi cesedlerini bulur. Nitekim Allahü teâlâ Zümer sûresinin
    altmışikinci âyetinde meâlen, (Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci
    bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hazır
    olurlar)
    buyurur.


    İnsanlar kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri
    yerlerden kalktıkları vakit görürler ki, dağlar atılmış pamuk gibi, denizler
    susuz kalmış, yer ise, kendisinde ne iğrilik, ne de yükseklik var. Hepsi dümdüz
    olmuş, bir kâğıd sayfası gibi görünür. İşte insanlar, kabirlerinin üzerine
    oturdukları vakit, uryân olarak, her tarafa hayret ve düşünceli bir şekilde
    bakarlar. Nitekim, Hz. Peygamber sahih olan hadiste: (İnsanlar her biri
    elbisesiz olup, hepsi çıplak ve sünnetsiz oldukları hâlde haşr olunurlar)

    buyurur. Fakat gurbette elbisesiz olarak vefât etti ise, onlara Cennetten
    elbise getirilir ve giydirilir. Şehitlerin ve sünnet-i seniyyeye [yâni ahkâm-ı
    islâmiyyeye] tutunup vefât etmiş olanların iğne deliği kadar elbisesiz yeri
    kalmaz. Zîrâ Peygamberimiz : (Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin
    kefeninde mübâlaga ediniz! Zîrâ, benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar.
    Hâlbuki sâir ümmetler çıplaktırlar)
    buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Ebû Süfyân
    rivayet eyledi. Yine Peygamberimiz buyurmuştur ki: (Ölüler kefenleri ile
    haşr olunur).


    Bir hastanın, ölüm hâline gelince, bana filan elbisemi giydirin dediğini işittim.
    İstediğini giydirmediler. Tâ ki, üzerinde bir kısa gömlek olduğu hâlde vefât
    etti. Başka hiç kefen de bulunmadı. Birkaç gün sonra, rü'yâda görüldü. Üzüntülü
    idi. (Sana ne oldu?) diye suâl olundukta; (Benden, istediğim elbiseyi men
    ettiniz. Beni bu kısacık gömlekle haşr olunmaya terk eylediniz) dedi.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Geri: Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:09 am

    YEDİNCİ FASL

    BU FASL, İKİ NEFHA ARASINDAKİ TEVAKKUFU BİLDİRMEKTEDİR

    Birinci nefhada olan ölüm ikinci ölümdür. Çünkü bu ölüm

    bâtınî hisleri de giderir, yok eder. Birinci ölüm ise, sâdece [konuşma, işitme,
    tadma gibi] zâhirî hisleri gidermişti. O zaman bazı cesedler hareket ederdi.
    [Peygamberlerin kabirlerinde namaz kıldığını bildiren hadis-i şerif bunun açık
    delîlidir. Buna bozuk îtikatlı kimseler inanmıyor.] İkinci ölümden sonra ise,
    namaz kılamazlar. Oruç tutamazlar. İbâdet edemezler. Allahü teâlâ bir yere
    melek koysa elbette orada dururdu. Zîrâ melek de âleminde bulunmaya hırslıdır.
    Nefis [yâni ruh] basîttir. Eğer cesette olursa his etmeye ve harekete sebep
    olur. Âlimler bu iki nefha arasındaki mevt zamanında ihtilâf ettiler. Çok
    âlimlere göre kırk senedir.


    İlm ve marifette kâmil olduğuna inandığım bir zat haber
    verip, bunu Allahdan başka kimse bilmez. Bu ilâhî sırlardandır, dedi. Yine bana
    haber verdi ki, (İllâ men şâ Allah) âyet-i kerimesindeki istisnâ,
    hâssaten Allahü teâlâdır, dedi. Ben de cevaben dedim ki: Hz. Peygamber
    aleyhisselâmın, (Kıyâmet gününde, ilk benim kabrim açılacaktır. O zaman,
    kardeşim Mûsâ aleyhisselâmı, Arş-ı âlânın ayağına yapışmış bulurum. Benden
    evvel mi ba's olundu veya Allahü teâlânın istisnâ ettiği kimselerden midir
    bilmiyorum)
    hadis-i şerifinin mânası nedir?


    Bizim anladığımıza göre, eğer cismsiz olup, Mûsâın ruhu cism
    olarak görülmüş ise, bu hadis-i şeriften hâric olmaz ve Hz. Peygamberin
    istisnâsından sonra, emr-i fezada yâni dehşet ve korku zamanında olur ise yine
    böyledir. Zîrâ her canlı, o zaman korku ve fezadadır. Yâni, birinci sûr
    üfürüldüğü vakit insanı korku alır ve hemen vefât ediverir. İkinci nefhaya
    kadar, o hâlde devam eder. İşte o zaman mahlûkatta cesedli, cüsseli birşey
    bulunmaz. Hz. Fahr-i âlemin kendisine yerin yarılması zamanı bu zamandır.

    Nitekim Ka'b-ül-ahbâr, Hz. Ömerin meclisinde, bu makamın korku ve şiddetinden haber
    verdiği zaman dedi ki: (Yâ Hattâb oğlu! Bu zamanda yetmiş Peygamberin amelini
    yapmış olsan, zannederim ki, sen kurtulamazsın, bu meşakkat ve feryâddan Allahü
    teâlânın müstesnâ kıldığı kimseler kurtulur. Onlar da dördüncü kat semada
    bulunan kimselerdir.) Şüphesiz Mûsâ onlardandır. Allahü teâlânın müstesnâ
    buyurması, (Bugün mülk kimindir) ilâhî suâlinin beyanından öncedir. Eğer
    emrolunduğu zaman, bir kimse bulunsaydı, Allahü teâlânın (Limen-il-mülk-ül-yevm)
    suâline cevap verip, muhakkak (Ey Vâhid, ey Kahhâr olan Allahım, elbette
    senindir) derdi.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Geri: Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:13 am

    DOKUZUNCU FASL

    Allahü teâlâ meâlen buyurur ki, (Yâ Muhammed, başını
    secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefaat et, kabûl olunur).
    Bunun üzerine,
    Peygamber : (Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki,
    zamanları gayet uzadı. Herbiri, günahlarıyle arasât meydanında rezil ve rüsvây
    oldular)
    der.


    Bir nidâ gelir: (Evet yâ Muhammed!) denilir. Cenâb-ı
    Hak, Cennete emreder ki, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasât meydanına
    getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu
    hâlden kalbler ferahlanır. Ruhlar dirilir. [Lâkin kâfirler, mürtedler ve
    müslümanlarla alay edenler, Kur'an-ı kerime hakâret edenler, gençleri aldatarak
    îmanlarını çalanlar ve] amelleri habîs, kötü olanlar, Cennetin kokusunu
    duymazlar.


    Cennet, Arş-ı âlânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra,
    cenâb-ı Hak, Cehennemi getirmeyi emreder. Cehenneme korku gelir, feryâd eder.
    Kendisine gönderilen meleklere: (Allahü teâlâ, bana azâb ettirmek için bir
    mahlûk yarattı da, onunla bana azâb mı edecek) der. Onlar da: (Allahü teâlânın
    izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, islâm
    düşmanlarından intikam almak için, bizi sana gönderdi. Sen ise, bunun için halk
    olundun) derler. Cehennemi dört tarafından çekerek götürürler. Yetmişbin ip
    takıp çekerler ki, her bir ipte yetmişbin halka vardır. Dünyadaki demirlerin
    hepsi toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebânî denilen azâb
    meleklerinden yetmişbin melek vardır ki, yalnız birine dünyadaki dağları
    koparmak emrolunsa, parça parça ederdi. O vakit, Cehennemin bağırması ve
    gürültüsü ve ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü
    simsiyâh eder. Mahşer yerine bin senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden
    kurtulur. Gürültüsü ve gümbürtüsü ve sıcaklığı tehammül olunmıyacak derecededir.
    Mahşerdekilerin hepsi, bundan çok korkarlar. Bu nedir diye sorarlar. Haber
    verilir ki, Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun
    gürültüsüdür derler. Bunun üzerine, herkesin dizinin bağı çözülüp çöküverirler.
    Hattâ Peygamberler ve Resûller dahî kendilerini tutamaz. Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ,
    Hz. Îsâ, arş-ı âlâya sarılır. İbrâhîm kurban ettiği İsmâ'îlı unutur. Mûsâ
    birâderi Hârûnı ve Îsâ vâlidesi Hz. Meryemi unuturlar. Her biri: (Yâ Rabbî!
    Bugün nefsimden başka birşey istemem) der.


    O zaman Muhammed ise: (Ümmetime selâmet ve necât ver yâ
    Rabbî)
    der.


    Orada buna tehammül edebilecek kimse bulunmaz. Zîrâ Allahü
    teâlâ, bunu haber verip; Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Her
    ümmeti, dizleri üzre cenâb-ı Hakkın korkusundan çökmüş olarak görürsün.
    Herbiri, dünyada işledikleri amellerin kitabına dâvet olunurlar)

    buyurmuştur. Cehennemin böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma
    derecesinde ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın
    Furkan sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Nâr ehl-i mahşeri uzak mahalden
    gördüğü vakit, nâs ondan boğuk ve çirkin ve gayet büyük ses işitirler)

    buyurmasıyle sâbittir.


    Allahü teâlâ, Mülk sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, (Gayz
    ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur)
    buyurur. Bunun
    üzerine, Peygamberimiz ortaya çıkıp, Cehennemi durdurur. Buyurur ki, (Hakîr
    ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler).

    Cehennem dahî (Yâ Muhammed, bana müsâ'ade et! Zîrâ, sen bana haramsın) der.
    Arştan nidâ gelerek: (Ey Cehennem, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle! Ve
    ona itaat et) der. Sonra Resûlullah, Cehennemi çeker, Arş-ı âlânın sol
    tarafında bir yere yerleştirir. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu
    merhametli muamelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir miktâr azalır.
    Enbiyâ sûresinde yüzyedinci âyet-i kerimenin (Seni âlemlere rahmet olarak
    gönderdik)
    meâl-i şerifi zâhir olur.


    Bu zamanda nasıl olduğu bilinmiyen mîzân kurulur. Mîzânın
    iki kefesi, yâni gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetten yâni
    karanlıktandır.


    Bundan sonra, Allahü teâlâ zamandan, mekândan, cismden
    münezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr buyurması üzerine,
    insanlar ona tâzîm ederek, secdeye varırlar. Fakat kâfirler, mürtedler, secde
    edemezler. Zîrâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkün olmaz.
    İşte bu da, Nûn sûresi, kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden
    perde kaldırılıp sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeye çağrılırlar. Fakat
    secde edemezler)
    meâl-i şerifidir.


    İmâm-ı Buhârînin, [Muhammed Buhârî 256 [m. 870] de
    Semerkandda vefât etti.] bunun tefsîrinde, Peygamberimize kadar senedini yâni
    râvîlerini zikrederek bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Allahü teâlâ
    kıyâmet gününde sâkından keşf eder.
    [Paçalar sıvanır. Yâni çok çetin ve
    sıkıntılı bir hâl olur. Secde ediniz denir.] Bütün müminler secde ederler).
    Ben, bu hadis-i şerifin tevilinden korktum. Meseldir diyerek söz söyliyenlerin
    sözünü dahî beğenmedim. Mîzân yâni terâzî de, melekûta mahsûs olan bilinmiyen
    şeylerdendir, dünya terâzîlerine benzemez. Zîrâ iyilikler ve kötülükler, madde
    ve cism değildir. A'raz, yâni sıfattırlar. A'razları, özellikleri, bildiğimiz
    terâzîler ile, maddeyi tartar gibi, vezn etmek sahih olmaz. Ancak, bilinmiyen
    terâzî ile tartmak sahih olur.


    Müminler secdede iken, Allahü teâlâ nidâ eder. Yakından ve
    uzaktan işitilir. İmâm-ı Buhârînin rivayet ettiği gibi, cenâb-ı Hak [hadis-i
    kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım. Bana hiçbir
    zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum)

    buyurur.


    Bundan sonra, hayvânât arasında hükm eder. Boynuzlu
    koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyle kuşlar
    arasındaki hakları ödeştirir. Sonra da bunlara: (Toprak olunuz) der.
    Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bu hâli görünce her biri, Nebe'
    sûresi kırkıncı âyetinin meâlinde haber verildiği üzere (Ne olaydı, toprak
    olaydım)
    derler.


    Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup, (Levh-i
    mahfûz nerededir?)
    buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette
    işitilir. Allahü teâlâ, (Ey Levh! Tevrât ve İncîl ve Kur'an-ı azîm-üş-şândan
    sende yazdığım şey nerededir?)
    der. Levh-i mahfûz der ki: (Yâ
    Rabb-el'âlemîn! Bunu Cebrâîldan suâl buyur!).


    Bu vakit, Cebrâîl getirilir ki, âdetâ kendisini titremek
    alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Cebrâîl! Bu
    Levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakleylemişsin, doğru
    mudur?)
    Cebrâîl (Yâ Rabbî doğrudur) der. Allahü teâlâ, (Onu nasıl
    yaptın?)
    buyurur. Cebrâîl, (Yâ Rabbî, Tevrâtı Mûsâa, İncîli Îsâa, Kur'an-ı
    kerimi Muhammeda inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhuf sahibi
    Peygambere de sayfalarını ulaştırdım) der.


    Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nuh!), Nuh getirilir.
    Titrediği hâlde, huzur-i ilâhîye gelir. Ona hitâben: (Yâ Nuh! Cebrâîl der
    ki, sen Resûllerdensin).
    (Evet yâ Rabbî! Doğrudur) der. Yine buyurur ki, (Kavminle
    ne iş gördün?).
    Nuh, (Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmana dâvet ettim.
    Benim dâvetim onlara bir fayda vermedi. Benden kaçtılar). O zaman, yine nidâ
    olunarak, (Yâ Nuh kavmi!) denir. Onlar bir fırka olarak getirilir.
    Denilir ki, (İşbu kardeşiniz Nuh der ki, size benim risâletimi teblîg
    etmiş).
    Onlar: (Ey bizim Rabbimiz, yalan söylüyor. Bize birşey teblîg
    etmedi) derler. Risâleti inkâr ederler.


    Allahü teâlâ, (Yâ Nuh! Senin şâhidin var mıdır)
    buyurur. Nuh, (Yâ Rabbî! Benim şâhidim, Muhammed ile ümmetidir) der.


    Allahü teâlâ, (Yâ Muhammed!). Bu Nuh risâleti
    teblîg ettiğine seni şâhit kılar)
    buyurur. Peygamberimiz, Nuhın risâleti
    teblîg ettiğine şâhit olup, Hûd sûresinin yirmi beşinci âyet-i kerimesini okur.
    Bu âyet-i kerimede meâlen, (Biz Nuhu insanlara Peygamber olarak gönderdik.
    Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet
    etmeyiniz dedi)
    buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, Nuhın kavmine: (Sizin üzerinize
    azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıktır)
    buyurur.


    Böylece, hepsi Cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, ne de
    hesap olunurlar.


    Bundan sonra (Âd kavmi nerededir?) diye nidâ olunur.
    Nûhın kavmine yapıldığı gibi, Hûd ile, kavmi olan Âd kavmi arasında muamele
    cereyân eder. Peygamberimiz ile ümmetinin hayrlıları şehâdet ederler.
    Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerimesini okur. Bu kavm de
    Cehenneme atılır.


    Bundan sonra (Yâ Sâlih veya Semûd) diye nidâ olunur. Sâlih
    ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine, Hz. Peygamberden şehâdet taleb olunur.
    Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerimesini okur. Onlar da,
    evvelkiler gibi Cehenneme atılır.


    Kur'an-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri
    arkası sıra, Allahü teâlânın huzuruna gelirler. Furkan sûresinin otuzsekizinci
    ve İbrâhîm sûresinin sekizinci âyet-i kerimeleri bunu haber vermektedir. Bunda
    tenbîh vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavmlerdir. (Bârîh, Mârih, Duhâ, Esrâ)
    kavmleri ve bunlar gibi kâfirlerdir. Bunlardan sonra, nidâ, Eshâb-ı res ve
    tübba' ve İbrâhîmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân kurulmaz. Ve
    hesap sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın
    kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünkü, bir kimse, nazar ve kelâm-ı ilâhîye
    mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.


    Bundan sonra, Mûsâa nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar
    nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben: (Yâ Mûsâ!
    Cebrâîl sana risâletini ve Tevrâtı kavmine teblîg ettiğine şehâdet ediyor)

    buyurur. Mûsâ (Evet yâ Rabbî) der. (Öyle ise, minberine çık! Sana vahy
    olunan şeyleri oku!)
    buyurulur. Mûsâ, minbere çıkar, okur. Herkes kendi
    mevkı'inde sükût ederler. Tevrâtı daha yeni nâzil olmuş gibi okur. Yahudi
    âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrâtı hiç görmemişler, bilmemişler gibi
    olurlar.


    Sonra da, Dâvüde nidâ olunur. Bu da, sanki şiddetli rüzgârda
    yaprak titrer gibi, son derece titreyerek gelir.


    Allahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibrîl Zebûru ümmetine teblîg
    ettiğine şehâdet ediyor)
    deyince, Dâvüd, (Evet yâ Rabbî!) der. Cenâb-ı Hak,
    (Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle) buyurur. Dâvüd
    minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-u şerifi okur. Hadis-i şerifte bildirildi ki,
    Dâvüd Cennet ehlinin münâdîsidir. [Dâvüdın sesi çok güzel ve gür idi.] Nidâ
    edince sesini tâbût-i sekînenin imamı işitir ve cemaatin içine girerek safları
    yararak, Dâvüdın yanına gelir. Ona sarılır. Der ki: (Sana Zebûr vaaz vermedi mi
    ki, benim için yanlış niyet ettin?). Hz. Dâvüd, çok utanır, sıkılır. Cevap
    veremez. Arasât ızdırâba gelir. İnsanlar Dâvüddan gördüğü hâllerden dolayı çok
    üzüntülü olurlar. Bundan sonra Dâvüda sarılıp, huzur-i Mevlâya çıkarır.
    Üzerlerine perde iner. Tâbütün imamı der ki: (Yâ Rabbî! Dâvüdın hürmetine bana
    rahmet eyle ki, bu beni harbe gönderdi. Hattâ öldürüldüm. Nikâh etmek istediğim
    hâtunu kendine almak istedi. Hâlbuki o zaman bundan başka, doksandokuz hâtunu
    vardı). Allahü teâlâ, Dâvüda sorar, (Yâ Dâvüd! Bunun sözü doğru mudur?)
    buyurur. Dâvüd utancından ve Allahü teâlânın azâbı korkusundan, mağfiret vaadini
    ricâ ederek, başını aşağı eğer. Zîrâ, insan birşeyden korkar ve mahcûb olursa,
    başını önüne eğer. Birşey umar ve ricâ ederse, başını yukarı kaldırır. Bu
    vakit, Allahü teâlâ tâbütün imamı olan zata buyurur ki: (Ben, buna mukâbil,
    sana köşk ve vildândan şu kadar, bu kadar şey verdim. Râzı mısın?)
    O zat
    da: (Râzıyım yâ Rabbî) der. Bundan sonra, Dâvüda: (Sen de yâ Dâvüd, git seni
    de mağfiret ettim)
    buyurur. [Bu kıssa, Mevâhib tefsîrinde, Sâd sûresi
    yirmiüçüncü âyetinde daha geniş yazılıdır. Peygamberler en küçük bir günah
    işlemez ve günahı işlemek, hâtırlarına bile gelmez. Bu tefsîrden okuyunca,
    hakîkat iyi anlaşılır.]


    Bundan sonra Dâvüda: (Minberine dön, Zebûrun devamını
    oku)
    buyurur. O da, Allahü teâlânın emrini yerine getirir. Bu zamanda, Benî
    İsrâîle iki kısm olmaları emrolunur. Bir kısmı, müminler ile, bir kısmı da,
    kâfirler ile berâber olur.


    Bundan sonra, bir ses işitilir ki: (Îsâ nerededir?)
    der. Îsâ getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben Mâide sûresinin yüzondokuzuncu
    âyet-i kerimesinin meâl-i şerifi olan, (Yâ Îsâ! Sen insânlara Allahdan başka
    beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?)
    buyurur.


    Îsâ Allahü teâlâya hamd eder ve çok senâlar eder. Sonra
    meâl-i şerifi, (Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ve taktîs ederim
    ki, hakkım olmıyan şeyi benim için söylemek olmadı. Eğer ben onu söyledimse,
    hakîkaten Sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben
    Senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin)
    olan Mâide
    sûresinin yüzonaltıncı âyet-i kerimesi ile cevap verir.


    Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfâtını gösterir ve meâl-i
    şerifi, (Bu zaman, sâdıklara sıdkının menfaat vereceği zamandır) olan
    Mâide sûresi yüzondokuzuncu âyet-i kerimesini buyurur ve (Yâ Îsâ! Sen doğru
    söyledin. Minberine git! Sana Cebrâîlin teblîg ettiği İncîli tilâvet eyle)

    der. Îsâ, (Evet Yâ Rabbî) der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin te'sîrinden
    herkesin başı yukarı kalkar. Zîrâ, Îsâ rivayet cihetinden insanların en ziyâde
    hakîmidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar,
    ruhbânlar, kendilerini, İncîlden hiçbir âyet bilmiyorlarmış zannederler.


    Bundan sonra, nasârâ da, iki kısm olurlar. Bozuk olanları,
    yâni hıristiyanlar kâfirlerle, bozulmamış olan müminleri, müminlerle haşr
    olunur.


    Bundan sonra, bir nidâ işitilir ki, (Muhammed nerededir?)
    Peygamberimiz gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Muhammed! Cibrîl, sana
    Kur'an-ı kerimi teblîg ettim diyor).
    O da: (Evet yâ Rabbî) der. Cenâb-ı
    Hak: (Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur'an-ı kerimi kırâet et) buyurur.
    Peygamberimiz Kur'an-ı kerimi tilâvet edip, gayet güzel ve tatlı bir şekilde
    okur. Müminleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur'an-ı kerime
    inanmıyanların, bu mübârek kitaba (Hâşâ) çöl kanûnu diyenlerin ise,
    yüzleri gayet çirkin olur.


    Buraya kadar beyan olunan Peygamberlere olunacak suâli,
    A'râf sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen kavme elbette suâl
    ederiz. Peygamberlere de suâl ederiz)
    meâlindeki beşinci âyet-i kerimesi
    haber vermektedir.


    Bazıları, Mâide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ,
    büyük Peygamberleri cem' eylediği vakit, kavminizden nasıl icâbet ve kabûl
    olundunuz?)
    meâlindeki âyet-i kerime ile haber verilmiştir dediler. O zaman
    Peygamberler: (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ederiz ki, bizim için hiç ilim yoktur. Sen
    gaybleri en iyi bilensin) derler. Evvelki âyet-i kerimenin haber verdiğini
    söyliyen âlimlerin sözü daha doğrudur. (İhyâ-ül-ulûm) adındaki
    kitabımızda da bunu bildirdik. Zîrâ Peygamberlerin dereceleri vardır. Îsâ ise,
    onların büyüklerindendir. Zîrâ O (Ruhullah)dır. (Kelimetullah)dır.
    Peygamberimiz Kur'an-ı kerimi tilâvet buyurduğu zaman, ümmeti zanneder ki, hiç
    işitmemişlerdir. Bu bahste, Hz. Esma'îye dediler ki: (Sen Kur'an-ı kerimi en
    ziyâde ezberlemiş olansın. Sen de, böyle mi olursun?) Cevabında, (Evet, Hz.
    Peygamberden işittiğim vakit, hiç işitmemiş gibi olurum) buyurdu. [Ebû Sa'îd-i
    Esma'î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m. 831] de Mervde vefât etti. Asl adı
    Abdülmeliktir.]


    Kitapların kırâ'eti tamam olduktan sonra bir nidâ gelir ki: Ey
    mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!)
    denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni
    Arasât meydanı harekete gelir. O zaman, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine
    girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra,
    nidâ gelir ki: (Yâ Âdem! Evladından Cehenneme lâyık olanı gönder!) Âdem
    ise, (Yâ Rabbî! ne kadar?) diye suâl eder. Cenâb-ı Hak, buyurur ki: (Binde
    dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri Cennete).
    Kâfirlerden ve Ehl-i
    sünnetten ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü
    teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mümin geride kalırlar. Ebû Bekr-i Sıddîkın (Rabbimizin
    avuçlarından bir avuç kalır)
    buyurduğunun mânası budur.


    Bundan sonra İblîs şeytanlarıyle birlikte getirilir.
    Bunların mîzânının da seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelmiştir. Her
    kime ki, din ulaşmıştır, onun sevapları ile günahları muhakkak tartılacaktır.
    Şeytanlar, günahları ağır gelip, azâb göreceklerini yakînen bildikleri vakit:
    (Bize Âdem zulmetti. Zebânî denilen melekler saçlarımızdan tutarak bizi
    Cehenneme sürükledi) derler.


    Bunun üzerine, cenâb-ı Hak tarafından bir nidâ gelir ki,
    Mümin sûresinin onyedinci âyet-i kerimesinin, (Bu zamanda zulüm yoktur.
    Allahü teâlâ hesapta sür'atlidir)
    meâlindedir. Herkes için büyük bir kitap
    çıkarılır ki, şark ve garp arasını tutar. Onda mahlûkların bütün amelleri
    yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir. Allahü teâlâ, hiçbir kimseye
    zulmetmez. Mahlûkların her gün yaptıkları amelleri bu kitap ile Allahü teâlâya
    arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese sûresinin onaltıncı âyet-i
    kerimesinde bildirilen (Kiramün berere) meleklerine yâni kerim ve itaatkâr
    meleklere, o amelleri yazmağı emreder. Bu kitap işte odur. Câsiye sûresinin
    yirmisekizinci âyet-i kerimesinin (Biz yaptığınız amellerin hepsini
    yazdırdık)
    meâl-i şerifi bunu haber vermektedir.


    Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes,
    ayrı ayrı hesaba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yaptıklarının
    hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder)
    buyuruldu.


    Doğru haberde bize bildirildi ki, bir kimse Allahü teâlânın
    huzurunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona (Ey fena kul! Sen mücrim ve âsî oldun)
    der. O kul: (Yâ Rabbî! Ben işlemedim) der. (Senin aleyhine delîller ve
    şâhitler vardır)
    denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse:
    (Onlar benim üzerime yalan söylediler) der. Bu hâl, meâl-i şerifi (O gün
    herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder)
    olan, Nahl
    sûresinin yüzondördüncü âyetinde bildirilmektedir. Sonra ağzına mühür vurulur.
    Bu da Yasîn-i şerifin altmış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben
    azîmüş-şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb ettiler ise,
    bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder)
    meâl-i şerifi ile
    bildirilmiştir. Öyle ise, âsîlerin âzası şehâdet edip Cehenneme götürülmeleri
    emrolunur. Mücrimler [din düşmanları, haram işliyenler, namaza önem
    vermiyenler] âzalarına levm etmeye, bağırmaya başlar. Âzası da, der ki, (Bu
    şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletti. Herşeyi
    söyleten Odur).
    Bunlar Fussilet sûresinin yirmibirinci âyet-i kerimesinde
    bildirilmektedir.


    Hesaptan sonra, bütün insanlar Sırât köprüsüne
    gönderilecektir.


    Sırât köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem
    hazenesine, yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlamaya ve inlemeye
    başlarlar. Hele müminin ve müvahhidînin âsîleri Cehenneme konulurken, gayet
    dehşetli ağlarlar. Melekler bunları yakalayıp atarken, (İşte bu, vaat
    olunduğunuz kıyâmet günüdür)
    derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin yüzüçüncü
    âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.


    Büyük feryâd – Cehennem ehlinin çok feryâd edip
    ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü vaktte, ikincisi, Cehennem
    meleklerden kurtulup, mahşer ehli üzerine sıçradığı vaktte, üçüncüsü, Âdemi
    Allahü teâlâya şefaatci göndermek için çıktıkları vaktte, dördüncüsü,
    Cehennemdeki azâb meleklerine teslim olundukları zamandır.


    Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasât meydanında
    yalnız, Müminler, Müslimler, hayr ve ihsân edenler, Ârifler, Sıddîklar,
    Velîler, Şehitler, Sâlihler ve Resûller kalır. Îmanlarında şüpheleri olanlar,
    münâfıklar, zındıklar, bid'at sahipleri [yâni Ehl-i sünnet îtikatında olmıyan
    müminler], zaten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ (Ey insanlar!
    Rabbiniz kimdir?)
    buyurur. Onlar (Allahdır) derler. Allahü teâlâ: (Siz
    Onu bilir misiniz?)
    buyurur. (Evet biliriz yâ Rabbî) derler. O zaman,
    onlara Arş-ı âlânın sol tarafından bir melek görünür. O melek, o kadar
    azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası
    gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihan
    cihetinden (Ene Rabbüküm) yâni, ben sizin Rabbinizim der. Ehl-i mahşer: (Senden
    Allahü teâlâya sığınırız) derler.


    Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu
    ile basmış olsa, ondört deniz, görünmez olurdu. Ehl-i mahşere (Ene Rabbüküm)
    der. Yâni, sizin Rabbinizim der. Ona dahî (Senden Allahü teâlâya sığınırız)
    derler.


    Bundan sonra, Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet
    yumuşak ve hoş muamele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı
    Hak, onlara (Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku
    yoktur)
    buyurur.


    Allahü teâlâ bütün müminleri Sırât üzerinden geçirir.
    Müminler derecelerine göre Cennete götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler.
    Önce Resûller, sonra Nebîler, Sonra Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra
    hayr ve ihsân edenler, sonra Şehitler, sonra diğer müminler götürülür.
    Müslümanlardan günahları affedilmiyenler yüz üstü düşmüş, bazıları da A'râfta
    mahbus kalırlar. Îmanı zayıf olanlardan bazısı Sırâtı yüz senede, bazısı da bin
    senede geçerler. Bununla berâber, Cehennemde yanmazlar.


    Bir kimse ki, Rabbini görür, o kimse Cehenneme sokulmaz.
    Müslim ve muhsin olanların makamlarını (İstidrâc) nâmındaki kitabımızda
    anlattık. Onlar yüzü gülenlerdir. Çoğu Sırâtı şimşek gibi geçer. Çoğu da, açlık
    ve susuzlukla giderler ki, ciğerleri parça parça olmuş, solukları âdetâ duman
    gibi çıkar. Bunlar, kâseleri gökteki yıldızlar adedince ve suyu, kevser
    ırmağından ve büyüklüğü Kudüsten Yemene kadar ve Adenden Medîne-i münevvereye
    kadar olan Kevser havzından içerler. İşte bu, Peygamberimizin (Benim
    minberim, havzım üzerindedir).
    Yâni, minberim, Kevser havzının iki
    kenârından biri üzerindedir buyurmasiyle sâbittir. Kevser havzından uzak
    olanlar, kabahatlerinin derecesine göre, Sırâtta habs olunurlar.


    Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almaz ve tamam
    etmez. Ve nice namaz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, namazını
    başkalarına anlatır. Hudû' ve huşû' ile kılmazlar. Eğer kendini karınca ısırmış
    olsa, namazı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın
    azamet ve celâletini ârif olanların ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç
    direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın
    huzurunda duran kimse, Onun “celle celâlühü” heybet ve azametini bildiği,
    tefekkür ettiği kadar huşû' eder, korkar. Öyle olur ki, pâdişâhlardan birinin
    huzurunda kişiyi akreb sokar, o da sabr eder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket
    etmez. İşte bu, adamların mahlûkla berâber olduğu vaktteki hâlidir. Mahlûk ise,
    o derece menfaat ve zararını ayıramaz.


    O, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın huzurunda duranın hâli
    nasıl olur ki, heybet ve saltanat ve azamet ve ceberût ve kahr-ü galebe-i
    ilâhiyyeyi bilen bir kimsenin Allahü teâlânın huzurunda durması, elbette ziyâde
    huzuru ve huşû'u Îcap ettirir.


    İbâdetleri yaptığı hâlde, zulmeden ve tevbe etti ise de,
    mazlumu bulamıyan, bununla dünyada helâlleşmiyen bir kimse hakkında hikâye
    olundu ki, Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Dünyada helâlleşemediği kul
    hakları varsa, meydana çıkarılır. Mazlum onun boynuna sarılır. Allahü teâlâ
    mazluma (Ey mazlum! Yukarıya bak) buyurur. O mazlum baktığı vakit görür
    ki, bir köşk var. Gayet büyüktür. Zîneti ve büyüklüğü akıllara hayret verir. O
    mazlum: (Yâ Rabbî! Bu nedir?) der. Allahü teâlâ: (Bu satılıktır. Benden
    satın alır mısın?)
    buyurur. O mazlum ise: (Yâ Rabbî! Bunun kıymetini
    ödeyecek benim birşeyim yoktur) der. Allahü teâlâ buyurur ki: (Kardeşini
    zulümden affedip halâs edersen, köşk senindir).
    O kul da: (Yâ Rabbî! Emr-i
    ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçtim) der.

    Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle muamele
    eder. Nitekim İsrâ sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Ben azîm-üş-şân,
    tevbe eden kimseleri mağfiret ederim)
    buyurur. Tevbe eden, zulümden,
    günahtan ayrılıp da, ebediyyen bir daha o günahı işlemiyendir. Dâvüd (Evvâb)
    ile tesmiye olunur. [Hâlbuki, Dâvüd hiç günah işlemedi. Ondan (Hilâf-i evla)
    sâdır oldu.] Resûllerden Hz. Dâvüdun gayrileri de böyledir.
    Admin
    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 531
    Points : 982
    Kayıt tarihi : 27/04/10
    Nerden : ADANA

    Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet) Empty Geri: Kıyamet ve Ahiret (İmam-ı Gazali:Ölüm ve Kıyamet)

    Mesaj tarafından Admin Ptsi Tem. 19, 2010 10:15 am

    ONUNCU FASL

    (Arasât meydanı)na (mevkıf) ve (mahşer yeri)
    de denir. Burada bulunanların nasıl dâvet edileceklerini âlimlerimiz başka
    başka söyledi. Tefsîrlerde anlatıldığı gibi, sahih hadislerde de
    bildirilmiştir. Allahü teâlânın en önce hükm edeceği, kâtillerdir. Ve en önce
    ecrlerini vereceği kimseler de îmanı doğru olan âmâlardır. Evet! Bir münâdî
    nidâ eder ki: (Dünyada görmekten men olunanlar nerededirler?) Onlara denilir
    ki: (Siz Allahü teâlânın cemâline bakmaya herkesten daha çok lâyıksınız).
    Bundan sonra cenâb-ı Hak, onlara hayâ muamelesi eder de (Sağ tarafa
    gidiniz!)
    buyurur.


    Bunlar için bir sancak bağlanıp Şu'aybın eline verilir.
    Şu'ayb onlara imam olur. Onlarla berâber, nûr meleklerinden, hesapsız melek
    vardır. Adedlerini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Onların yanına varırlar.
    Ve sırâtı yıldırım gibi geçerler. Sabrda ve hilmde onlardan herbiri, Abdüllah
    ibni Abbâs ve ona bu ümmet içinde, benzeyen kimseler gibidir. [Abdüllah 68 [m.
    687] de Tâifte vefât etti.]


    Bundan sonra (Belâlara sabr edenler nerededir?) diye nidâ
    olunur. Ve meczûmîn yâni cüzzâm denilen miskin hastaları ve sârî hastalıklara
    yakalanmış olanlar getirilir. Allahü teâlâ, onlara selâm verir. Onlar dahî sağ
    tarafa emrolunurlar. Onlar için de, yeşil bir sancak bağlanır. Eyyûbın eline
    verilir. Eshâb-ı yeminin imamı olur. Mübtelâ olanın sıfatı sabr ve hilmdir.
    Ukayl ibni Ebî Tâlib ve bu ümmetten Onun emsâli gibi olanlar böyledir.


    Bundan sonra nidâ olunur ki: (İslâm düşmanlarının
    yalanlarına, iftirâlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet îtikatına sımsıkı sarılan ve
    bu doğru îmanını ve nâmusunu kemâl derecede muhâfaza eden îmanlı ve iffetli
    gençler nerededirler?) Bunlar da getirilir. Allahü teâlâ bunlara da selâm
    verip, merhabâ, der. Ve murâd buyurduğu kelâm ile iltifât eder. Bunlara dahî (Sağ
    tarafa gidiniz)
    buyurur. Bunlar için de, bir sancak bağlanıp Yûsüfın eline
    verilir. Yûsüf onların imamı olur. Böyle gençlerin sıfatı haramlardan, yabancı
    kadın ve kızlardan sakınmaktır. Râşid bin Süleymân ve bu ümmetten onun emsâli
    gibi olanlar böyledir.


    Bundan sonra bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlâ için
    birbirlerine muhabbet edenler ve müslümanları sevenler ve kâfirleri, mürtedleri
    sevmiyenler nerededir?) denir. Onlar dahî Allahü teâlânın huzuruna götürülür.
    Allahü teâlâ, onlara da merhabâ deyip, ne murâd buyurur ise, onunla iltifâta
    mazhar olurlar. Sağ tarafa gitmeye emrolunurlar. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmiyenlerin
    sıfatı da sabr ve hilmdir ki dünyevî sebeplerden dolayı müminlere ne darılırlar
    ve ne de kötülük ederler. Hz. Ali ve bu ümmetten Ona benzeyenler bunlardandır.


    Bundan sonra, bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlânın
    korkusundan haram işlemiyenler ve ağlayanlar nerededir?) denir. Onlar da
    götürülür. Bunların gözyaşları, şehitler kanı ve ulemânın mürekkebi ile
    tartılır. Gözyaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmesi emrolunur. Onlar
    için her renkle süslenmiş bir sancak bağlanır. Zîrâ bunlar, muhtelif haram
    işliyenlerin arasında bulunduğu, Allah rahîmdir, affeder diye aldatılmaya
    çalışıldığı hâlde, haram işlememişlerdi. Çeşidli günahlardan sakınarak Allahü
    teâlânın korkusundan ağlamışlardı. Meselâ, biri Allahü teâlânın korkusundan,
    biri dünyaya düşkün olmaktan ve öbürü pişmanlıktan ağlamıştı. Bunların
    sancakları Nuha verilir. Âlimler onların önlerine geçmek isterler. (Bunların
    ağlamalarının Allah için olmasını biz öğrettik) derler. Bir nidâ gelir ki: (Yâ
    Nuh, olduğun gibi dur!). Nuh hemen durur. O cemaat de Onunla berâber dururlar.


    Ehl-i sünnet âlimlerinin mürekkebi ile şehitlerin kanı
    tartılır. Âlimlerin mürekkebi ağır gelip, sağ tarafa emrolunurlar. Şehitler
    için de safranlı bir sancak emrolunur. Yahyâın eline verilir. Yahyâ önlerinden
    gider. Âlimler önlerine geçmek istiyerek derler ki: (Şehitler bizim ilmimizden
    öğrenerek çarpıştılar. Biz onlardan ileri gitmeye daha ziyâde lâyıkız). Bu
    zamanda Allahü teâlâ lütfünü ortaya koyup, meâlen buyurur ki: (Âlimler benim
    yanımda Peygamberlerim gibidir).
    Âlimlere hitâben: (Dilediğiniz
    kimselere şefaat ediniz)
    buyurur. Âlimler, ehl-i beytine ve komşusuna ve
    mümin kardeşlerine ve talebelerinden kendilerine tâbi olanlara şefaat ederler.


    Şöyle ki, âlimlerden her biri için bir meleğe nidâ
    ettirilir. Melek insanlara bağırır ki: (Filan âlime Allahü teâlâ şefaat etmekle
    emreyledi. Kim ki onun bir işini görüverdiyse, yâhut bir lokma yemek
    yidirdiyse, yâhut bir içim su verdiyse, yâhut kitaplarını yaydı ise, onlara
    şefaat edecektir) der. O âlime bir iyilik yapanlar, kitaplarını dağıtanlar
    kalkarlar. O âlim de, o kimselere şefaat eder.


    Hadis-i şerifte bildirildi ki, en önce şefaat edenler
    Resûllerdir. Sonra Nebîler, sonra Âlimlerdir. Âlimler için bir beyaz sancak
    bağlanır. İbrâhîma verilir. İbrâhîm gizli marifetleri ortaya çıkarmak
    bakımından Resûllerin en ileride olanıdır. Bunun için sancak kendisine verilir.


    Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Nafakası için
    hergün çalışıp terliyen ve kazandığı ile kanaat eden fakirler nerededir?)
    denir. Fakirler de Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ taltîf
    edip, (Merhabâ ey dünya kendileri için zindân olan kimseler) buyurur.
    Bunların da Eshâb-ı yemin (Cennet ehli) ile berâber olmaları emrolunur. Bunlar
    için de, bir sarı sancak bağlanıp, Îsâın eline verilir. Îsâ bunlara imam olur.


    Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Agniyâ yâni
    Şükreden, mallarını, paralarını, dînî kuvvetlendirmek, müslümanları zâlimlerden
    korumak için veren zenginler nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Onlara
    ihsân ettiği şeyleri cenâb-ı Hak, beşyüz sene tâdâd ettirir. Yâni zenginlik ile
    ne yaptıklarının Hesabını sorar. Bunlar için dahî renklerle bir sancak bağlanıp
    Süleymâna verilir. Süleymân bunlara imam olur. Bunlara da, Eshâb-ı yemine
    ulaşmalarını emir buyurur.


    Hadis-i şerifte bildirildi ki, dört şey, dört şeye şehâdet
    etmelerini taleb ederler. Malları ile, mevki'leri ile müslümanlara eziyyet
    edenlere nidâ olunur ki, (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten ne mal meşgûl etti?).
    Onlar der ki: (Allahü teâlâ bize mülk ve rütbe verdi. Bizi onlar, Allahü
    teâlânın hakkını yerine getirmekten men eyledi). Yine onlara (Mal mülk
    cihetinden siz mi büyüksünüz, yoksa Süleymân mı büyüktür?) denir. Onlar
    (Süleymân büyüktür) derler. (Öyle ise, onu benim için ibâdet etmekten, o mal
    mülk men etmedi de sizi mi men etti) buyurur.


    Bundan sonra, (Ehl-i belâ nerededir?) denilir. Onlar da
    getirilir. Onlara denilir ki: (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey
    nedir?) Onlar da derler ki: (Allühü teâlâ, bizi dünyada derdlere, sıkıntılara
    mübtelâ kıldı. Onun için zikrinden ve hakkıyle ibâdetten mahrum olduk). Onlara
    denilir ki:(Belâ cihetinden size gelen belâ mı, yoksa Eyyûba gelen belâ mı çok
    idi?). Onlar (Eyyûba gelen çok idi) derler. (Öyle ise, Onu Allahü teâlânın
    zikrinden ve Onun dînini kullarına yaymaktan ve hakkını ikâmeden belâ men
    etmedi de sizi mi etti) denir.


    Bundan sonra (Gençler ve memlûkler yâni köle ve câriyeler
    nerededir?) derler. Onlar da, Allahü teâlânın huzuruna getirilir. Onlara
    denilir ki; (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?). Onlar da, (Allahü
    teâlâ bize cemâl ve güzellik verdi. Onunla aldandık, gençlik zevklerine daldık.
    Gençlik bizde hep kalacak sandık. Allahü teâlânın dînini öğrenmedik. Hakkını
    yerine getiremedik) derler. Memlûkler de (Kölelik ve câriyelik ve beylere
    kulluk ettik. Dünya büyüklerine tapındık. Din câhili kaldık. Aldandık. Yâ
    Rabbî, Senin hakkını yerine getirmekten mahrum olduk) derler. Onlara hitâben
    denilir ki; (Siz mi, yoksa Yûsüf mı daha güzel idi?) Onlar (Yûsüf idi) derler.
    (Öyle ise, Hz. Yûsüfü, kul itaatinde iken hakkullahı ikâme etmekten hiç birşey
    men etmedi de sizi mi etti) denir.


    Bundan sonra (Çalışmıyan, tenbel, fukara nerededir?) diye
    nidâ olunur. Onlar da götürülür. Onlara da, (Sizi Allahü teâlâya kulluk
    vazîfesini yapmaktan men eden nedir?) denilir. Onlar (İş yapmadık. Sanat
    öğrenmedik. [Kahvelerde, sinemalarda, maçlarda vakit geçirdik.] Allahü teâlâ
    da, bizi dünyada fakirlik ile mübtelâ kıldı. Fakirlik ve tenbellik bizim kulluk
    vazîfemizi yapmamıza manî oldu) derler. Onlara hitâben, (Siz mi daha
    fakirdiniz, yoksa Îsâ mı?) diye suâl olunur. Onlar da (Îsâ bizden daha fakir
    idi) derler. (Öyle ise, o kadar fakirlik Onu kulluk vazîfelerini yapmaktan, din
    bilgilerini yaymaktan men etmedi de, sizi mi men etti?) denir.


    Bir kimse bu dört şeyden birine yakalanırsa, bunların
    sahibini düşünsün! Peygamberimiz duâsında (Yâ Rabbî! Zenginlik ve fakirlik
    fitnesinden sana sığınıyorum)
    diye duâ ederdi.


    Îsâdan ibret alınız ki, dünyada birşeye mâlik olmadı. Bir
    yün cübbeyi yirmi sene giydi. Seyâhati esnâsında, ancak bir bardak ve bir kara
    kilim ve bir tarağı vardı. Birgün, birinin, eli ile su içtiğini gördü. Bardağı
    attı. Birgün de, bir adamın eliyle sakalını tararken gördü. Tarağı da attı. Der
    ki, benim hayvanım ayağımdır. Evim mağaralardır. Yiyeceğim yerin otlarıdır.
    İçeceğim ırmakların sularıdır. [Hâlbuki, islâm dîni böyle değildir. Çalışıp
    helâl kazanmak ibâdettir. Çok çalışıp, çok kazanmak ve kazandığını, islâmiyetin
    emrettiği iyi yerlere vermek lâzımdır.


    (Râmûz-ül-ehâdîs)de yazılı hadis-i şerifte buyuruldu
    ki, (Eshâbım için, fakir olmak saadettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim
    için, zengin olmak saadettir.)
    Şimdi âhir zamandayız. Günah işleyenlerin,
    fitne çıkaranların, ibâdetlere bid'at karıştıranların çoğaldığı bir zamandayız.
    Bu zamanda helâlı, haramı, bid'atleri ve küfre sebep olan şeyleri öğrenmek ve
    bunlara uymak ve helâl yoldan kazanarak zengin olmak büyük ibâdettir. Kazandığı
    ile fakirlere ve Ehl-i sünnet bilgilerini yayan müslümanlara yardım etmek büyük
    saadettir. Bu saadete kavuşanlara müjdeler olsun!]


    Allahü teâlânın indirdiği bazı suhûflarda da bildirilmiştir
    ki, (Ey Âdem oğlu! Hastalık ve günah işlemek hayat hâllerindendir.
    Müte'ammiden
    [kin güderek] adam öldürmenin kefaretinden, hatâen
    öldürmenin kefareti ehven görülür, buna kısâs olunmaz ise de, bu da çok kötü
    iştir. Bundan da sakın!)



    Büyük günahların sahibinin kalbinde îman varsa, azâbdan
    sonra şefaate kavuşur. Allahü teâlâ, onlara ikrâm eder. Binlerce sene geçtikten
    sonra, onları Cehennemden çıkarır. Hâlbuki, Cehennemdekilerin derileri
    yandıktan sonra, tekrar yaratılmaktadır. Hasen-i Basrî, (Keşke ben, böyle olan
    kişi olsaydım) buyururdu. Şüphe yoktur ki, Hasen-i Basrî âhiret hâllerini iyi
    bilen bir zâttır. [Hasen-i Basrî 110 [m. 728] de vefât etti.] Kıyâmet gününde,
    bir müslüman getirilir. Onun hiç hasenesi (iyiliği) yoktur ki, mîzânında ağır
    gelsin. Allahü teâlâ, onun îmanına hürmeten ona rahmet olarak buyurur ki: (İnsanlara
    git, sana hasene ve sevap verecek bir kimse ara. Onun ikrâmı sebebiyle Cennete
    giresin!).
    O kimse gider. İnsanlar arasında arzusuna kavuşturacak bir kimse
    arar. Hâlini anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa: (Benim de
    mîzânımın hafîf gelmesinden korkuyorum. Ben senden daha çok muhtacım) der. Bu
    hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek, (Ne istiyorsun?) der. Bu da, (Bir
    haseneye [sevaba] muhtacım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip
    esirgediler) der. Bu kişi, ona der ki, (Allahü teâlânın huzuruna vardım.
    Sayfamda bir sevaptan başka sevap bulamadım. O da beni kurtarmaya yetmez. Onu
    sana hibe edeyim. Benden onu al!). O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider.
    Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde, (Nasıl geldin?) diye suâl eder. O
    kişi ile olan macerayı haber verir. O hasenesini veren kulu da Allahü teâlâ
    huzuruna çağırır. Buyurur ki: (Îman sahiplerine benim keremim, senin
    kereminden, ihsânından daha çoktur. Din kardeşinin elinden tut, Cennete
    gidiniz).



    Mîzânın iki gözü berâber olup, sevap gözü ağır gelmezse,
    Allahü teâlâ buyurur ki: (Bu, ne Cennet ehlindendir, ne de Cehennem
    ehlindendir).
    Bunun üzerine, bir melek; bir sayfa getirip seyyiât [günah]
    kefesi üzerine kor ki, onda yalnız (üf) yazılmıştır. O göz hasene üzerine ağır
    basar. Çünkü (üf) lâfzı, anaya, babaya isyân kelimesidir. Kişi bununla,
    Cehenneme atılması emrolunur. O kişi ise, iki tarafa bakınır. Allahü teâlâ
    tarafından kendisinin çağrılmasını talep eder. Allahü teâlâ bunu çağırır. Ve
    der ki: (Ey âsî kul! Niçin seni çağırmamı istiyorsun?) O kul: (Yâ Rabbî!
    Anladım ki anama babama âsî olduğum için Cehenneme gideceğim. Onların azâbını
    bana ilâve buyur da, (Onları Cehennemden azâd et!) deyince, Allahü teâlâ
    buyurur ki: (Anana babana dünyada âsî oldun. Âhırette ikrâm ettin. Onların
    elinden yapış da, Cennete götür).



    Cennete gönderilmiyenleri melekler yakalarlar. Çünkü
    melekler, âhıret ahkâmını çok iyi bilirler. Hattâ, âhıretten nasibi olmıyan bir
    kavme nidâ olunur ki, bunlar âhıretin odunudurlar. Cehennemi doldurmak için
    halk olundular. Onlara hitâben Allahü teâlâ Sâffât sûresi yirmidördüncü
    âyetinde meâlen, (Onları durdurun, onlar suâl olunacaklardır) buyurur.


    Bunlar habs olunurlar. Tâ ki, kendilerine, Sâffât sûresi
    yirmibeşinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Size ne oldu ki, birbirinize yardım
    etmiyorsunuz?)
    buyuruluncaya kadar kalırlar. Böylece, teslim olurlar.
    Günahlarını itiraf ederler ve hepsi Cehenneme gönderilirler. Bu şekilde ümmet-i
    Muhammedin büyük günah işliyenleri getirilir. İhtiyâr, genç, erkek, kadın
    nerede ise hepsi bir araya toplanır. Cehennemin bekçisi olan (Mâlik) onlara
    baktığı vakit der ki: (Siz, eşkiyâ zümresindensiniz. Ammâ görüyorum ki, ne
    eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel kimse Cehenneme
    gelmedi). Onlar da (Yâ Mâlik! Biz Muhammed aleyhisselâmın ümmetiyiz. Lâkin
    işlediğimiz günahlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza
    ağlıyalım) derler. Mâlik onlara: (Ağlayınız! Fakat şimdi size ağlamak fayda
    vermez!) der.


    Nice orta yaşlılar (derdlerim, sıkıntılarım arttı!) diyerek
    ağlarlar.


    Bir ihtiyâr erkek ellerini beyaz sakalı üzerine koyup (Âh
    gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl oldum, rezil oldum!) diye ağlar.


    Nice delikanlılar (Âh gençliği elden kaçırdım! Yâni
    gençliğimin kıymetini bilmedim!) diye ağlarlar.


    Nice kadınlar, saçlarından tutup (Eyvâh! Yüzüm kara oldu,
    rezil oldum!) diye ağlarlar.


    Allahü teâlâ tarafından (Yâ Mâlik! Bunları birinci
    Cehenneme koy)
    diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken, (Lâ
    ilâhe illallah)
    diye bağırışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan
    beşyüz senelik öteye kaçar. [Bir şeyin çok olduğunu bildirmek için, bunu büyük
    rakamla bildirmenin Arabistânda âdet olduğu (İbni Âbidîn)in (El-hazer
    vel-ibâha) kısmında yazılıdır. Yâni büyük rakamlar, miktârı değil, çokluğu
    bildirirler.] [Muhammed ibni Âbidîn 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etti.] Yine
    bir nidâ gelir ki: (Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ Mâlik! Bunları birinci
    Cehenneme koy!) Bu zaman gök gürültüsü gibi, bir gürültü işitilir. Cehennem
    bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennemi men eder. (Ey Cehennem,
    kendisinde Kur'an-ı kerim olan ve îman kabı olan kalbi yakma! Rahmân olan
    Allahü teâlâya secde eden alınları yakma!) der. Bu hâl üzre, Cehenneme atılır.
    Görülür ki, bir kişinin feryâdı Cehennem ehlinin seslerinden daha çoktur. Bunu
    Cehennemden çıkarırlar. Hâlbuki, derisi yanmış. Allahü teâlâ ona: (Sana ne
    oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?)
    buyurur. O kişi der ki:
    (Yâ Rabbî! Beni hesaba çektin. Senin rahmetinden daha Ümidimi kesmedim. Bilirim
    ki, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım) der. Allahü teâlâ, meâl-i
    şerifi, (Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden Ümidini keserse, o kimse
    ehl-i dalâlettir)
    olan Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i kerimesi ile hitâb
    buyurup, (Git seni mağfiret ettim) der.


    Yine bir kişi Cehennemden çıkar. Allahü teâlâ: (Ey kulum,
    Cehennemden çıktın. Hangi amelinle Cennete gireceksin?)
    diye suâl eder. O
    kul: (Yâ Rabbî! Ben âcizim, azıcık şeyden başka bir şey istemem) der. O kimse
    için Cennetten bir ağaç gösterilir. Allahü teâlâ: (Gördüğün şu ağacı sana
    versem, başkasını ister misin?)
    buyurur. O kul; (Yâ Rabbî! İzzetin ve
    celâlin hakkı için, başkasını istemem)
    der. Allahü teâlâ (Bu sana benden
    hibe olsun!)
    buyurur. O ağacın meyvesinden yiyip gölgesinde gölgelendikten
    sonra, ondan daha güzel başka bir ağaç gösterilir. O kimse, o ağaca çokca
    bakar. Allahü teâlâ: (Sana ne oldu? Ona da mı muhabbet ettin?) buyurur.
    O kul, (Evet yâ Rabbî) der. Allahü teâlâ: (Sana onu da versem, başkasını
    istemez misin?)
    buyurur. (İstemem yâ Rabbî) der. O ağacın meyvesinden yir.
    Gölgesinde gölgelenir. Ondan daha güzel bir ağaç gösterilir. Bu kimse, ona da
    bakakalır. Cenâb-ı Hak ona hitâben: (Bunu da sana versem, başkasını istemez
    misin?)
    buyurur. (İzzetin hakkı için, istemem yâ Rabbî) der. O zaman,
    Cenâb-ı Hak, râzı olup, o mümin kimseyi, affbuyurur. Cennete idhâl eder.


    Âhıretin şaşılacak işlerindendir ki, bir kişi de Allahü
    teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ, onu hesaba çeker. Hasenât ve
    seyyiâti tartılır. O kimse, herhâlde bilir ki, Allahü teâlâ, o zaman, o
    kimsenin hesabından başka bir şeyle meşgûl olmadı. Fakat öyle değil. Belki o
    anda milyonlarca, sayısını Allahü teâlâdan başka kimse bilemiyeceği miktârda
    kimselerin hesabına bakıldı. Onların her biri zanneder ki, hesap, o anda ancak
    ona mahsûstur.


    Orada bazısı bazısını görmez. Birisi diğerinin kelâmını
    işitmez. Belki, her biri, Cenâb-ı Hakkın perdeleri altındadır. Sübhânallah ki,
    ne kuvvet ve ne büyük kudrettir. İşte bu Lokman sûresinin yirmisekizinci
    âyetinin, (Sizin dünyada ve sonra âhırette yaratılmanız bir nefes alacak
    kadar zamandadır)
    meâl-i şerifi ile bildirilen zamandır. Cenâb-ı Hakkın bu
    kavlinde sırlar vardır ki, o zamansız ve mekânsız olmak sırrıdır. Çünkü, Allahü
    teâlânın mülkü için, ef'âli ve işleri için had ve gaye yoktur. Fe-subhânallah
    ki, fiillerinden hiçbiri başka işleri yapmasına mani olmaz.


    İşte bu zamanda, kişi oğluna gelir ve: (Ey oğul! Ben sana
    elbiseler giydirdim ki, sen kendin elbise giymeye kâdir değildin. Seni doyurdum
    ve su verdim ki, bunlardan elbette sen âciz idin ve çocukluğunda seni muhâfaza
    eyledim ki, sen kendine zarar veren şeyleri def' etmeye ve fayda veren şeyi
    istemeye kâdir değildin. Nice meyveleri benden istedin. Satın alıp sana
    getirdim. Sana dînini, îmanını öğrettim. Seni Kur'an-ı kerim hocasına
    gönderdim. Lâkin, işte kıyâmetin şiddetini görüyorsun. Günahımın çokluğunu da
    biliyorsun. Bir miktârını üzerine al! Tâ ki, günahım azalsın. Bana bir iyilik,
    bir sevap ver ki, mîzânım onun sebebi ile ziyâde olsun) der. Oğlu ondan kaçar
    ve der ki: (O bir sevaba, ben senden daha çok muhtacım).


    Böylece, evlat ile ana arasında bu muamele geçer, zevc ve
    zevce de birbirleriyle böyle konuşurlar. Kardeş kardeşle bu muameleyi yaparlar.
    İşte Allahü teâlâ hazretlerinin (Abese) sûresinin yirmidördüncü âyetinin, (O
    gün insân kardeşinden ve ana evladından kaçar)
    meâl-i şerifi bu hâli haber
    vermektedir.


    Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (İnsanlar kıyâmet günü
    çıplak haşr olunurlar).
    Âişe-i Sıddîka vâlidemiz, bunu işittikleri vakit,
    (Bazısı bazısına bakmazlar mı?) buyurdu. Peygamber efendimiz Abese sûresindeki,
    (Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan
    uzaklaştırır)
    meâlindeki otuzyedinci âyet-i kerimeyi okuyuverdiler.
    Peygamberimiz bu hadis-i şerifi ile murâd buyurdular ki, kıyâmet gününün
    şiddeti ile meşakkati, insanların birbirlerine bakmalarına mani olur.


    İnsanlar bu zamanda bir yerde toplanırlar. Onların üzerine
    siyah bir bulut gelir. O bulut insânlar üzerine (Suhûf-i müneşşere) yâni
    amel defterlerini yağdırır. Müminin sayfası, sanki gül yaprağı üzerine
    yazılmıştır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir.


    Sayfalar uçarak iner. Herkesin sağ veya sol tarafından
    gelir. Bu ise, ihtiyârî değildir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, İsrâ sûresinin onüçüncü
    âyetinde meâlen, (Biz azîm-üş-şân insan için sayfası açılmış olarak
    kendisine vâsıl olan kitap göndeririz)
    buyurur.


    Âlimlerden bazıları buyurur ki, Kevser Havzı Sırâtı
    geçtikten sonra getirilir. Bu ise, yanlıştır. Zîrâ Sırâtı geçen kimse, bir daha
    Havza gelmez.


    Yetmişbin [yâni pek çok] kimse ki sıkıntılı hesaba
    çekilmeden Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlar sayfalar
    almazlar. Ancak onlara verilen sayfalar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah,
    Muhammedün resûlullah. Bu filan ibni filanın Cennete girmesinin ve Cehennemden
    kurtulmasının berâtıdır)
    yazılıdır. Bir kulun günahları mağfiret olduğu
    vakit, bir melek onu Arasât meydanına götürür. Ve nidâ ederek: (Bu filan oğlu
    filandır. Allahü teâlâ, onun günahını affeyledi. Bir daha şakî olmıyacak,
    saadetle sa'îd oldu) der. O kimseye, bu makamdan ziyâde sevgili hiçbir makam
    olmaz.


    Kıyâmet gününde, Resûller minberler üzerindedirler. Her bir
    Resûlün minberi, kendi mertebesi miktârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, yâni Ehl-i
    sünnet îtikatında olan ve bildikleri ile amel eden âlimler dahî nûrdan kürsîler
    üzerinde olurlar. Allahü teâlânın dînini korumak ve yaymak için şehit olanlar
    ile sâlihler, yâni şeriata uymuş olanlar, Kur'an-ı kerimi hürmet ile ve tegannî
    etmeden okuyan hâfızlarla, ezanı sünnete uygun olarak okuyan müezzinler,
    toprağı miskten olan yerlerdedirler. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi olarak,
    iyi amel işledikleri için, kürsi sahibidirler ki, Âdem aleyhisselâmdan Fahr-i
    âlem efendimize kadar gelen bütün Peygamberlerden sonra kendilerine, şefaat
    izni verilecek olanlardandır.


    Hadis-i şerifte bildirildi ki, (Kur'an-ı kerim kıyâmet
    gününde yüzü güzel ve ahlâkı güzel bir kimse sûretinde gelir. Kendisinden
    şefaat taleb olunur ve şefaat eder. Kendisini mûsikî ile
    [gazel okur gibi okuyanlardan
    ve çalgı ve oyun yerlerinde keyflenmek için okuyanlardan ve para kazanmak için]
    okuyanlardan davâcı olur. Böyle kimselerden hakkını ister. Râzı olduğu
    kimseleri alıp Cennete götürür).



    Dünya [yâni ibâdet etmeye mani olan ve haram işlemeye sebep
    olan şeyler ve kimseler] da, ihtiyâr, ak saçlı ve kadınların en çirkini
    sûretinde görülür. İnsanlara denilir ki: (Siz bunu bilir misiniz?) Onlar: (Biz
    bundan Allahü teâlâya sığınırız) derler. (Siz dünyada buna kavuşmak için
    birbirinizle çekişirdiniz. Birbirinize de buğz ederdiniz) denilir.


    Bu şekilde Cuma dahî sevimli bir insan sûretinde gösterilir.
    Müminler ona dikkat ile bakarlar. Cuma gününe kıymet verenleri misk ve kâfûr
    kumları üzerinde hıfz eder. Cuma namazı kılan müminler üzerinde nûr bulunur ki,
    herkes ona bakıp te'accüb ederler. Cuma gününe yaptıkları saygı sebebi ile
    Cennete götürülürler.


    Ey müslüman kardeşim! Allahü teâlânın rahmetine ve Kur'an-ı
    kerimin ve islâmın ve Cumanın cömerdliğine bak ki, Kur'an-ı kerim ehli nasıl
    kıymetlidir. Namaz, oruç, zekât, sabr ve güzel ahlâktan ibâret olan islâmiyet
    ise ne kadar çok kıymetlidir.


    Ölüm zamanında insanın çırpınmasından, sıkıntılı
    görünmesinden mâna çıkaran kimseye kıymet verilmez. Zîrâ yevm-i Hendekte
    Peygamber efendimizin (Ey, çürüyecek olan cesedlerin Rabbi ve yok olacak olan
    ruhların yaratıcısı olan Rabbim!) duâsı gösteriyor ki, Allahü teâlânın dilediği
    her ceset çürür. Ve ruhlar da, kıyâmet zamanı gelince, fena bulur. Bunların
    hepsinin yaratıcısı ve Rabbi Allahü teâlâdır. Bu anlatılanların hepsi, ayrı
    ayrı ilimlere muhtaçdır. Diğer kitaplarımızda bunları anlattık.


    İmâm-ı Gazâlî burada âhıret hâllerini gayet kısa bir şekilde
    anlattığını haber veriyor. Diyor ki, biz bu kitapta, Ehl-i sünnetin tarîklerine
    müslümanlar sülûk etsin için, ihtisâr kasteyledik. İslâmiyetin aleyhine olan
    bid'atlere [mezhepsizlere, dinde reformculara] iltifât etme! Kur'an-ı kerimden
    ve hadis-i şeriflerden Ehl-i sünnet âlimlerinin çıkardıkları, anladıkları
    mânalara sarıl! Başkalarının, insan şeytanlarının uydurduğu bid'atlere aldanma!
    Onlardan sakın! Bu sebebden, müminleri, Ehl-i sünnet yoluna sarılanları
    müjdele!

    Allahü Teâlânın emni ve keremi ve ihsânı ile, ismet ve muvaffakiyyet isteriz. Âmîn ve
    hasbünallah ve ni'mel-vekîl ve sallallahü alâ Muhammedin ve âlihi vesahbihi
    ecma'în.

      Forum Saati C.tesi Eyl. 21, 2024 11:37 am